TURGAY DELİBALTA/ GÜLÜCÜK

GÜLÜCÜK

Çocukluğu farkında olmadan geçip gitmişti. Elleri arasına alıp çenesini çevrede oturanları izlemeye başladı. İçerideki müzik çok sesli. Masalarda oturanlar birbirlerine sözcüklerini duyurmaya çalışıyorlar. Uzunca bir salon, elliden fazla masa var, hepsi dolu. Genç kızlardan, orta yaşlılardan oluşuyor barı dolduranlar.

Bira bardaklarının doluları gelip boşları gidiyor. Garsonlar gözlerini dört açmışlar, hesap kaçırmamaya çalışıyorlar. Zaman ilerledikçe yan yana oturanlar, yanındakinin omzuna asılıp kalıyor. Bazen bir kadının kahkahası dikkatleri çekiyor. Herkes kulak kesiliyor. Özgün müzik başlayınca alkol komasına girenler dışında herkes katılıyor. Canlı müzik yapıyorlar. İki genç amatör sanatçı sesinin çıktığı kadar bağırıyor. Müzikten öte figan ediyorlar gibi. İçerideki herkes o figana katılıyor. Hemen yanındaki masalardan birinden birisi yere yığılıyor. Dökülen içkisini yenileyip onu götürüyor garsonlar. Az sonra açılmış, yüzü gözü yıkanmış, biraz daha diri geliyor.

Genç sanatçı içeride alkolün etkisinin çoğaldığını duyumsayınca, başlıyor içenleri can evinden vurmaya:

“Başın öne eğilmesin,

Aldırma gönül aldırma.”

Bardakiler hep bir ağızdan başlıyorlar okumaya. Orta yaşlı birine barı dolduran müzik sesi yetmiyor, fırlıyor yerinden, ellerini havaya kaldırıp vurmaya başlıyor. Yanındakiler çekiştirip oturtuyorlar.

Celal’in elleri yorulmuş, çevredekileri izlerken on beş yıl öncelere gidip gelmişti. Önündeki bira bardağından ancak bir iki yudum alabilmişti. Orta yaşlı olan müzikle birlikte gene yerinden fırlayıp bağırmaya başlıyor. Çekiştirip oturtuyor yanındakiler.

Uzun Celal gerilere gidiyor. Korsan mitinglerde arkadaşlarının omuzlarında, işçiler, emekçiler, köylülerle başlayan bildirisini okumaya başlıyor. Arkadaşları bildiri biter bitmez onu indiriyorlar yere. Her biri bir sokağa dalıp kayboluyorlar. Uzun düşünden kurtulup birasını yudumluyor. Bardağı yarıya indiriyor, son çektiğinde. 

Kalksa gideceği yer de pek huzur vermiyor. Orada da gürültü, şamata, kardeşler arasındaki itişme onu eziyor. Onlar yatınca gitmek daha iyi olur diye düşünüyor. Bir bira daha söyleyip oturuyor. Karşıdaki masa boşalıyor. Yenileri gelip yerleşiyor. Yedi, sekiz yaşlarında bir kız çocuğu, orta yaşlı bir kadın ve bir bey… Eşi olmalı. Masaya yerleşiyorlar. Kadının sırtı Uzun’a doğru oturuyor. Düz, siyah saçları omuzlarından aşağı sarkmış. Temiz ve bakımlı, ara sıra renk renk dönen ışıklar düşüyor saçlarının üstüne, gök kuşağı oluşuyor saçlarından beline doğru. İç çekip düşlerine dalıyor düz siyah saçlarda Uzun.

En son on iki yıl önce okşamıştı bir kadının saçlarını. En son bir kadına on iki yıl önce sarılmıştı.

Köyde bir düğün yapmıştı babası Uzun’a. Ne silahlar çekilmiş ne mermiler atılmıştı. Yığınla arkadaşı vardı. Çevre ilçelerden bile gelmişlerdi. Ne düğün olmuştu ama! Hemen bir hafta sonra ayrılıp gitmek zorunda kalmıştı sıcak yatağından Uzun. Geriye dönünceye değin dokuz doğurmuştu. Uzun yıllar gurbet çekmiş gibi sevişmişti karısıyla. İşte o kadar, başka kadın olmamıştı yaşamında. O profesyonel devrimciydi. Çocuk da istemiyordu bir gün bir yerde bir kurşunla düşerim diye. Oysa böyle bülbüller gibi şakırdayan bir kızının olmasını ne de çok istemişti…

Akşamları dönüp evine sarılacağı bir kadın ve ocağında tenceresi cıvıl cıvıl çocuk seslerinin doldurduğu bir yuva. Sonra okşamak siyah dolgun saçlarını karısının. En son onu gördüğünde, “Artık seni çekemiyorum. Ben genç kadınım. Çocuk istiyorum. Gereksinimlerim var, sana ihanet edemem… Beni anlamalısın!” demişti. Aslında onun hakkıydı söyledikleri ama anlaşılan paylaşmayı unutturmuştu geçirdiği yıllar ona.

Her gittiği yerde ağırlanır. Bir dostun evinde konuk olur. Tüm varlığını işçilere, emekçilere adamıştı. Üretene, çalışana vermişti dünyasını. Şimdi alkol de alıyor. Bir tek sigarayı beş kişi nefes nefes tüketirlerdi içeride. Her şeyini adadıkları, yanı başında ölgün ışıklar ve müzikle sarhoş olanlardı bunlar. On beş yıl önce bıraktığında bu kentin sokaklarını insanlar bir başkasının varlığına sahip çıkmayı düşünür, biri hepsi için alanları doldururlardı. Şimdi bu kentte tanıdığı birçok yüz bu batakhanelerde. Kimileri müşteri masalarında sızıp kalıyor, kimileri de patron masalarında batakhane işletmenin doğruluğunu kanıtlamanın peşinde.

Dergo kısa boylu, on beş yıl önce gür saçlı, atak ve bitmez tükenmez bir enerjiye sahipti; her yere koşup ulaştığı için dostları ona Dergo demişlerdi. Adı öyle kalmıştı. Yıllar uzadıkça da Dergo kod adı olup çıkıvermişti. Düşlerinden karşısına oturan çiftin sesi uyandırdı. Siyah saçlı kadın bağırıyor, adam sessiz dinliyordu. Az önce kelebekler gibi kanat çırpıp uçan kız çocuğu sinivermiş anasının koltuğuna. Dizleri titriyor, gazeller gibi; ara sıra annesinin saçlarını okşuyor. Kadın tutup elinden atıyor yere.O geri masanın üstündeki iki leblebiyle oynamaya dönüyor. Ciğerlerine çöken sigara dumanı ve kulakları patlatan müzikle kendisine bir tür çocukça dünya yaratmanın peşinde.

Dergo on beş yıl önce bıraktığında bu kenti, idealleri hiçbir yaşamın kararmaması içindi. Hiçbir çocuk, hiçbir genç umarsızlıkla atmasın kendini buralara. Kadının sesi yükseldikçe bir ürpertiye düşüyordu Dergo. O ses, onca bulanık ses, gürültüyle ona bir şeyleri geçmişin kadifeliğinianımsatıyordu. İkinci birasını da yarılamıştı, alkolle tanıştığından beri ikinci birayı içmemişti. Kafasına uyuşukluk düşmüş, ortalık olduğundan daha fazla alacalıklara bürünmüştü. Giderek kendini düş içerisinde duyumsuyordu. Genç çiftin tartışması artıyor, kadının sesi zaman zaman içerinin gürültüsünü bastırıyordu. Adam sakinleştirmeye çalışıyor. Kız masanın üstünde elini iki leblebinin üstüne kapatıp sızdı. Çiftin umurunda değildi.

Adam kadını ikna etmiş olacak ki yerinden kalkıp karısının kolundan tutuyor. Dergo’ya dönüp, “Biz gelene kadar çocuğa bakar mısın?” diye soruyor.

Dergo, “evet” demesine fırsat kalmadan, kadınla göz göze geldi. Siyah düz saçlı bu kadının gözlerinde on beş yıl önceyi gördü. İkisi de dikilip kaldılar. Kocasının çekiştirmesiyle bozuldu bakışmaları.

Dergo kız çocuğuna bakınıp kaldı.

Tam on yıl yatmıştı içeride. Üçüncü yılındaydı ki mahpusluğun, terk etmişti karısı çekilmezliğini söyleyip yaşamın. On yıl sonra bir barda, bir kentte onca insanın içinde yalnızken, Dergo eski karısını görmüş, içindeki için için yanan ateş yeniden alevlenmişti. On beş yıl önce tutuşturulan ateş, on yıl içeride ölüm oruçlarında, açlık grevlerinde, işkencelerde sönmedi. İçinde direnmeyi, yaşama istemini besledi. On yıl sonra küllenmek üzereyken yeniden bir barda, doyamadığı sevdasını gözlerinde gördü.

Çok geçmeden geldiler. Dergo çocuğa bakmanın huzuruyla sordu:

“Adı Birgül mü?”

“Evet.”

“Beni tanıdın mı?”

“Tabii ne var; soyulup kalmışsın.”

“Buraya sürekli gelir misin?”

Adam söze karıştı.

“Sana ne kardeşim, Allah Allah! Bir selam verdik; bela mısın ne!”

Dergo söze başlıyor ki Birgül, “O benim okul arkadaşım. Onun için soruyor” diyerek araya giriyor.

“Geliriz geliriz!” deyip, kocasının koluna sıkıca sarılıp, çocuğun elinden tutup sürükleyerek çıkıp gittiler. Gençliği de onlarla göz kırpıp gitmişti farkında olmadan!

Arkalarından ikinci birasını tüketip, çıkıp kentin sokaklarının soysuzluğuna bırakıverdi kendini. Her sokakta on beş yıl önceyi anımsadı. Düşlerine daldı. Konuk olacağı evin yolunu tuttu. Delice dalmıştı yaşamın içine.

Düşlemleri ile yürümeye başladı. Beş milyon nüfuslu kentte yapayalnız.

Ne kötü bunca yaşayan insan arasında yalnızlık. Telaşla karşıdan biri geliyor. Sokak lambasının ölgün ışığıysa çökmüş üstüne, o da yalnız anlaşılan. Apartmanların ışıklarının çoğu yanıyor erkenden. Elini, koluna atıyor. “Hay Allah kahretsin, saat de yok ki. Kahretsin!” deyip yanından geçene soruyor.

“Saat kaç?”

Soluk soluğa elinde poşet, içinde birkaç tane meyve var anlaşılan. Onu eve, çocuklara yetiştirmenin telaşında. Birkaç derin nefesten sonra yanıt verebiliyor.

“Saat dokuzu on geçiyor.”

Tümcesi biterken birkaç metre ayrılmıştı bile. Geç kalmış, çocuklar uyumadan yetiştirmeli götürdüğünü. Dağlardaki kartallar, kuşlar, böcekler, çakallar, kurtlar yavrusuna yiyecek yetiştirmede hep yalnız koşuyorlar. Hiçbir canlı bir başka canlının yavrusuna yiyecek taşımıyor. Kentin yalnızlığıyla ne kadar da özdeş.

Bakınıyor gökleri dolduran apartmanlara, bir kadın açmış penceresini sigarasını çekiyor. İçeride birkaç kişi geziniyor. Perde ardına kadar açık. Anlaşılan o da yanındakilerden yalnız. Keşke hiç tanımadığım bu kadın bugün sarsa beni içtenlikle. Ah bir kadın olsa şimdi. Yapabilir miyim bunca yıldan sonra acaba. Genç delikanlıyken, hiç yorulmamışken bedenim, gene de utanmıştım bir süre Birgül’den.Ah bir kadın olsa şimdi, sarılsam ona, dolansam vücudunun en derin kıvrımlarına, erişsem içimin dinginliğine… Para ister mi ki sorsam konuk eder mi ki? Paralı istemem ben. Elini cebine atıp, çıkarıp paralarına baktıktan sonra söylenmeye başladı kendi kendine.

“Kahretsin! Paralı olsa bile buna karşılık hiçbir kadın yatmaz ki benimle! İstemem ben paralı sevişmeyi. Ah bir kadın olsa, beni görse Birgül kıskanır mı?  Şimdi sarmış kocasının yastığına saçlarını, sevişmiş, yorgun düşmüş, uyumuştur. Beni düşünür mü? Usuna gelir mi ilk gecemiz? Beni terk ettiği günkü verdiği acı. Ah bir kadın olsa şimdi. Konuk etse beni yatağında, sarılsam bu geceyi yalnız geçirmesem. Hem ben yakışıklıyım da. Dünyadaki oluşan kültürlerin birçoğundan da haberdarım, dinlerim, dinletirim onu da. Hangi konuda tartışır benimle ki?… Şimdi delicin diyor ki barın önünü kes, bekle Birgül’ü. On yıl önce içeriden söyleyemediklerini şimdi söyle. Beni terk ettin de ne oldu! Hemen doğurmuş! Beni terk edeli sekiz yıl, tam sekiz yıl oldu. O kız da ancak sekiz yaşında. Ah bu kent yok mu, bu kent benden alacağını aldı. Şimdi sıcak bir eve konuk olsam, eski dostların tininde bir dost edinip bozsam bu yalnızlığımı. Bir sokaktan diğerine dolanıp durdu müzik seslerinin geldiği renk renk ışıklarla bezenmiş. Güzel kadın afişlerinin olduğu sokağa daldı. Çoksesli müzikler, kadın kahkahaları içini yiyor. Ben Diego’yum. Dalsam içeri, ‘İşçiler, emekçiler!’ diye başlasam şöyle bir ajitasyona, terk ederler mi ki bu pavyonları insanlar. Kim bilir Diego’yu? Şimdi gireyim içeri, ben de alayım yanıma bir kadın, verirler mi ki bir bardak bira, sabahı bulurum. Fazla içemiyorum mereti ki. Yok, yok, o kadar param yok. Olsaydım şimdi yirmi yaşımda. Yeniden bir yaşam kurardım kendime. Her şeyden uzak bir başıma. Ya işçiler, ya işkence, ya zulüm, ya yargısız infazlar, ya Güneydoğu’daki acımasızca süren kirli savaş… Yok yok. Ben gene böyle yaşardım. Sil baştan yaşardım. Düşüncelerimi daha olgun, ayakları toprakta. Ah bu sokak da ne uzun? Şu kadın kahkahaları yok mu, yakıyor içimi.”

Pavyonların önünden geçerken buyur ediyorlar. Bakınıyor, yöneliyor kapıya, dönüp devam ediyor.

“Ah bu gecekondular ne de ırak!… Yürümeli, dinlenmeli. Onlar uykularındayken gidip kıvrılmalı bir köşede, sessizce. Yarına iş aramaya devam edeceğim. Kendime küçük bir iş bulmalıyım. Küçük bir gecekonduda toparlarım kendimi. Belki Birgül’ü gene görür, ona konuk olurum. İçimi yakıyor bu kadın. Saçları, siyah saçları yok mu… Gene aynı kokuyorlar. Beni gene seviyor. Gözlerindeki o parıltıdan anlaşılıyordu. Yok, yok ama o şimdi bir başkasının karısı. Dost olsam yeniden…”

Yürüdü, sırtında terlerin beline kadar indiğini duyumsadı. Saat epey geçmişti.

“Şimdi binanın dış kapısı açık olsa, bu yaşta da çekilmiyor birilerine konuk olmak.”

Dış kapı açık, sessizce içeri daldı. Parmaklarının ucuna basarak üç kat merdiveni hiç ses çıkarmadan çıktı. Konuk olduğu evin ziline bastı. Ev sahibi uykulu gözlerle kapıyı açtı.

“Sen geç kalmazdın. Endişelendik, ne oldu? İş buldun mu? Gir içeri, yerin hazır, yat…”

Hemen yatağına girip uykuya daldı. Gece yarısı açlığını duyumsadı, kıvrandı. Kalkıp bir şeyler atıştırsam mı ikircikliği içinde yeniden uyuyup kaldı.

Sabah erkenden herkesle birlikte kalktı. Sofrada el gezdirdi.Doymuş gibi yapıp gene o kent sokaklarına bırakıverdi kendini. Akşama gene o bara gidip Birgül’ün gelmesini beklemeliydi.

O gün akşama değin iş aradı. Patron kılıklı arkadaşlarına uğradı. İş bulamadı. Gittiği bir yerde tam ona göre bir iş vardı. İşveren kabullendi. Olur dedi. Sabıkalı olduğunu öğrenince, “Biz sabıkasızlarla zor baş ediyoruz. Senle nasıl baş ederiz? Kusura kalma kardeşim. Yirmi yıl önce düşünecektin.” Sözleri oturmuştu içine. Hava kararırken kent renk renk ışıklara bürünüyor. Bulvarlara açılan sokaklar. Şık giysiler, çeşit çeşit yiyeceklerle donanmış ışıklar altında geceyi karşılıyorlar. Yığınla insanlar geçip gidiyor önlerinden, içlerinden birkaçı girip alışveriş yapıyor. Kiminin içinde görünümleri ile çarpıcı bir giysi veya leziz bir yiyecek olarak yumrulanıp kalıyor varoşlarda.

“Ah bu kent yok mu, ah bu teknoloji yok mu!… Hiç durmadan usa gelmez, düşe gelmez ürünler üretip duruyor. Hepsi de insanı kuşatan birbirinden güzel ürünler.”

Dergo kentin o renkli ışıkları altında yürüdü. Bir parkta oturup dinlendi. Parasını denkleştirip gene o bara gitti.

İçeri girip oturan herkese baktı. Sırtı dönük olan kadınların saçlarına baktı. Ve küçük bir masaya giriş kapısını görecek şekilde oturdu. Bir bira, bir kuruyemiş söyleyip Birgül’ü on sekizindeki düşleriyle gelmesini bekledi.

“Keşke yalnız gelse… Hep eşi ve çocuklarıyla gelmez ya!… Demek ki durumları iyi. Bir barda ailece oturup içebiliyorlar. Keşke yalnız gelse. Derdimi dökerim ona…”

İçeri girene baktı. Dikkatle inceledi. Birgül gelmedi. Birkaç gün arayla uğradı. Bir bira ve kuruyemişi akşam yemeği yaptı. Sonra konuk olduğu eve yatmaya gitti. Parası azaldıkça umarsızlığı artıyordu.

***

Çıktığında mahpustan köyde bir yakınında ancak altı ay konuk olabilmişti. Biraz para edinip yakalandığı, yaşamının karardığı kente dönmüştü. Kentteki memur ailesi zar zor geçiniyorlardı. Onlara yük olmanın huzursuzluğu sinmişti üstüne. Kentteki evi yok olmuştu. Bir eylül günü gecekonduyu eşi terk etmişti. Şimdi ne gece kondu ne de karısı vardı. Oralara kat kat apartmanlar yapılmıştı. Umarsızlıkla son kez gidip barda Birgül’ü beklemeye karar veriyor.

Parasını denkleştirdi. Senelerin mahpusluğu üstüne ayların umarsızlığı eklendi. Yoruldu. Kırk yaşını aşmış, saçları dökülmüş, bedeninde geçen yılların yorgunluğu her gün her gün biraz daha beliriyordu.

Gece yarısına doğru bara gitti. Birgül tek başına bir masada oturuyordu. Kocaman gözlerini alkol küçültmüş, saçları dağınık ve bakımsız. Yanaşıp “Oturabilir miyim?” diye sordu.

Birgül dirseğini koyup dayandığı masadan elinin hareketiyle oturmasını işaret etti.

Dergo’nun dizleri titredi. Yüreği esti. Sonyaz da ilkyazı yaşıyormuş gibi irkildi. İç duyguları kabardı. Titredi, çenelerinin tıkırtısı durunca, “Merhaba” diyebildi.

Birgül, “Çıktığını biliyordum. Bizim gecekonduyu gelip sorduğunu da. O gecekondunun yerine apartman yaptırdım. Üç daire aldım. Onlardan birinde seni görünceye kadar huzurla yaşıyordum. Geldin ve her zaman yaptığın gibi bozdun her şeyi.” diye anlatmaya başladı.

Dudakları titredi, gözleri iyice küçüldü. Büzüştü ve ağlamaya başladı.

“Başka umarım yoktu. Sana içeride bakamıyordum. Ben dışarıda çok zor günler yaşadım. On yılı hiç çekemezdim. Ve bu adam asıldı yakama, evlendim. Şimdi güzel bir kızım var, adı Gülcük. Onunla ve kocamla yaşıyorum. Demokrat, iyi adamdır. İlericidir. Seni görmek istedim, onun için geldim. Kendi yaşamını da, benimkini de kararttın. Eline açlıktan sefaletten başka ne geçti? Bu ülkeyi sen mi kurtaracaktın talanlardan, vurgunlardan. Sonun ne oldu? Ne iş yapıyorsun? Hangi kapıdan içeri alıyorlar seni şimdi? Seni düşünen var mı? Yatacak yerin, yiyecek ekmeğin var mı? İçimi yaktın gördüğümden beri. Kapatınca gözlerimi perişanlığını görüyorum.”

Dergo onu dinledi. İçinin estiğini duyumsadı. Bir bira söyleyip yirmi özlem dolu yılı izledi loş, ölgün ışıklar altında. Anlattıklarıyla gitti öğrencilik yıllarına. Şimdi tanımadığı bu kentte, ona özlemini sundu. Elinden tutup dokunabildi. Avucunda duyumsadı sevisini, geride kalan yirmi yılı yaşadı birkaç saatte.

Gene aynı müzik, gene bir başka masada içkisini deviren…Acısından fırlayıp, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz!” diye ünledi türküsünde figan eden bir başka orta yaşlı.

Birgül’le birkaç gün sonraya görüşmeyi kararlaştırıp ayrıldılar. Bu gizli kapaklı buluşmalar aykırıydı ona. Sıra dışıydı…

Ama Dergo hep sıra dışı olmamış mıydı?…