KIRIK TESTERE
Halı tokmaklarının birbirinden farklı ritimleri eşliğinde yüksek bir tepede güne karşı gururla gerinen küçük bir köyde başladı benim hikâyem. Bunaltıcı yaz günlerinin harareti bizim içimizdeki oyun oynama aşkından daha baskın değildi. Denize kıyısı olan bir şehrin denizden çok uzak bir köşesinde küçük evlerinde büyük hayalleri olan bir avuç köy çocuklarıydık. Kendimizce yaşımız küçük ama çizgilerimiz büyüktü. Belki de annelerimizin ilmek ilmek işlediği motiflerin dilinden alıyorduk gücümüzü. Tayinleri aynı köye çıkmış ailelerin bu tesadüfi buluşması çocukluğumuzun ana vatanını oluşturmuştu.
Büyük bir yabancılık duygusuyla gelip asla bitmesini istemeyeceğimiz bir serüvendi Pınar köyü. Babamın bu sürpriz tayini çocukluğumu motiflerin renkli dünyasına sürükledi. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmamanın verdiği ürkeklikle yola çıkmıştık sıcak bir yaz günü. Kırmızı bir kamyon; tek katlı, bir yanı asma ağacıyla diğer yanı mor begonvillerle süslü evimizden tüm anıları toplamaya gelmişti sanki. Annemin kırmızı yazmasının rengi yanaklarına vurmuş, gözleri adeta yağmur yüklü bulutların ağırlığını yaşıyordu. Boynundan sarkan yazmasının ucuyla gözlerini siliyor, bir yandan da komşularımıza bu istemsizce gidişin verdiği hüzünle veda ediyordu. Bense nereye gideceğimizden bihaber bahçemizdeki kuyunun başında dolanan kedilerimize bakıp etrafında türlü oyunlar oynadığım dostlarımla helalleşiyor, çocukluğumun ilk yıllarını geçirdiğim bahçeye veda ediyordum.
Konu komşu toplanıp radyo eşliğinde tütünlerin dizildiği bahçenin arka tarafındaki kiremitten ibaret damdaki neşeli kahkahaları bir daha duyamayacak olmanın burukluğunu yaşarken kamyonun düdüğü kaba bir melodiyle böldü düşlerimi. Ağlaşmalar, en kısa zamanda görüşme vaatleriyle dolu kucaklaşmalar eşliğinde bindik kamyona. Babam beni, annem kardeşimi kucağına almış, anılarla dolu köyümüzü geride bırakmıştık. Yol boyu konuşmadım. Ara ara babamla şoförün konuşmaları bozuyordu sessizliği. Uzun bir yolculuktan sonra nihayet varabilmiştik Pinar köyüne. Köyü çok iyi bildiğini söyleyen şoförden duymuştuk halılarıyla meşhur olduğunu. Köye yaklaştığımızda yol boyu karşılaştığımız keçi sürüleri ve ellerinde çomaklarla keçi güden çocukların şaşkın bakışları karşıladı bizi. Çok sevinmiştim. Belki benim de bir keçim olur ümidiyle burukluk gitti, yüreğime garip bir sevinç geldi.
Köye geldiğimiz gün konu komşu “Hoş geldiniz!” nidalarıyla karışık sarılmalarla selamladılar bizi. Daha önce hiç görmediğim bu insanların sıcak karşılamaları yüreğimizdeki burukluğu bir nebze almıştı. O gün akşam yan komşumuz Ümmühan teyzenin evine davet edildik.
Geniş ve yüksek divanlarda sohbet koyulaştıkça koyulaştı. Evin sofasındaki halı tezgahı tüm heybetiyle dikkat çekiyordu. Tezgahın yanında duran eski radyodan hiç eskimeyen türküler yükseliyordu. Daha sonraki günlerde annemin merakı arttıkça arttı. Kulak misafiri ola ola aşina oldum lâdiklere, Ada Milaslara, küpelilere, testerelere, karanfillere… Her motifin kendine yakışır adı çocuk aklıma takılıp kaldı. Benden üç dört yaş büyük kızı Havva ablanın dokumuş olduğu çantalar, minderlere hayranlık duymamak elde değildi. Ortasındaki motifin adının bakla çiçeğiymiş. İki siyah çizgi arasındaki bordo fonda beyaz noktalar sıra sıra ne büyük ustalıkla işlenmişti! Bunun adının da boncuk olduğunu öğrendim. Elimle kesilmiş ilmeklerin oluşturduğu yüzeyi okşadım. Yumuşacıktı.
Köyün geçim kaynağı olan halıcılık zamanla bizim evin de vazgeçilmezi oldu. Yakıcı yaz günlerinde radyodan yükselen türkülerle işlenen motifler birer efsane oldu gönlümde. İçimde bir iş yapmanın saadetini yaşattı bana işlediğim o ilmekler. Annem de buraya gelince öğrendi halı dokumayı. Komşularla olan gelip gitmeler, sohbetler, yardımlar sayesinde annem kısa zamanda halı dokumayı öğrenmişti. Yaptığı işi önce kendi beğenmeliydi. Titizdi annem, yaptığı her şeyde parmaklarından damlayan bir incelik ve asalet vardı. Onun halı dokuyuşu, parmaklarının ilmek işlerkenki kıvraklığı adeta bir sihirbazı andırıyordu. Siyah saçlarından bir tutam, yazmanın altından çıkıp kıvrım kıvrım boynuna salınırdı. Sonbaharda okullar başlayıp evden uzaklaşınca özlerdim onun halı dokurken söylediği türküleri. O yıllardan kalan aşinalıkla zihnimdeki en güzel türkülerdir; “Sürmelim” ler, “Mihriban”lar, “Kırmızı Gül Demet Demet”ler…
Köye yerleştikten kısa bir süre sonra annem kararını vermişti. O da kendi evinde kendi halısını dokuyacaktı. Bir akşam yemeğinde söyledi babama halı dokumak istediğini. Ertesi gün babam sofaya kocaman bir tezgah kurdurdu. Şehirden halı ipleri alındı. Kök boyasıyla boyanacak ipleri kaynatmak için toplanan odunlar evin bahçesine yığıldı. Kapkara, koca kazanlardan yayılan odun ateşinin kokusu her yeri kapladı. Çıtır çıtır yanan odunları ve dev alevler saçan ateşi seyrettik saatlerce. Koca kazanlara giren iplerin kalın bir çomakla karıştırılarak renk renk kazanlardan çıkışını seyrettik. Evimize renk renk mutluluk getirdi bu rengarenk ipler. En çok da annemin yüzüne… Güzel sesinde yıkanan köy türküleri yüreğimde büyüdükçe büyüdü. Saatlerce ortaya çıkarmak için uğraştığı motifler harikulade bir sanat eserini izlemenin verdiği hazzı yaşattı.
Eylül geldi. Kokulu silgilerin verdiği mutlulukla okul yoluna koyulduk. Küçük köy okulunda günler film şeridi gibi geçiyordu. O yıllarda kafaya koymuştum öğretmen olmayı. İşaret parmağından kırmızı mürekkep ve üstünden tebeşir tozu eksik olmayan öğretmenimi dinledikçe coşar, her oyunda öğretmencilik oynamayı isterdim. İsmail karşı çıkardı, eline halka şeklinde olan herhangi bir cisim bulur araba yarışı yapalım diye tuttururdu. Hatice sessiz kalır, kardeşim nazlı nazlı inatla tekrarlardı evcilik oynayalım diye. Çatışmalar kol gezse de cesurca bilirdik; kimsenin kötülüğüne hizmet etmezdi. Okula birlikte gelir giderdik. Okul yolunda geçen muhabbetlerimiz doyumsuz güzellikteydi. Sallana sallana yola koyulur, karşımıza çıkan kaplumbağa, böcek, kuş, solucan ve daha ne çıkarsa canlı canlı inceleme fırsatı bulur; onların üstüne koyu bir sohbete dalardık. Okuldan dönünce siyah önlüklerimizi çıkardığımız gibi köy meydanına koşar çelik çomak, yakan top, saklambaç, yedi kiremit, istop oynardık. Akşam ezanı okununca eve girerdik. Geç geldiğimiz için de tonla azar işitirdik. Zaman su gibi akıp geçti.
Okullar kapandı. Sıcak, uzun ve bir o kadar da eğlenceli yaz günleri başladı. Herkesin evinden gelen tokmak seslerinin ritmiyle yine oyunlar oynuyorduk bahçede. Oyun oynamaktan sıkılıp eve döndüm. Evde kimse yoktu. Babam işteydi, annem de komşuya gitmiş olmalıydı. Evde yalnızdım. Gözüm birden tezgahtaki halıya takıldı. Apayrı renklerin ortaya çıkardığı motifleri hayranlıkla izleyip her birini bir şeye benzettim. Sonra gözüm halının kenarına ilişti. Halının kenarı ne kadar da düzgün ve parlak görünüyordu. Acaba bu kadar düzgün durması için içine pamuk gibi bir şeyler mi koyuyordu annem? Merak içimi kemirdikçe kemirdi. Elime halı bıçağını alıp aralayıp bakmak istedim. Bıçağın çok keskin olmasından bihaberdim. Bıçak değer değmez tezgahta gergin duran ipler aniden kesildi. Halının kenarı çözüldü. Gözlerim dehşetle bir bıçağa bir de kesilmiş iplere bakakaldı. Ne yapacağını bilemez halde bıçağı aldığım yere bıraktım. Hızla dışarı fırladım. Evin arkasındaki düzlüğe çıktım. Koşup uzaklaştım. Nefes nefese kaldım. Kaygısızca hayal kurduğum ağacın dibine dizlerimi karnıma çekip oturdum. Endişeli gözlerim doldu, doldu. Her yeri bulanık gören gözlerimden bir anda yaşlar boşanmaya başladı. Hiç kimsenin beni görmesini istemiyordum.
Olacakları bir tiyatro metni yazar gibi kafamda kurmaya başladım. Saatler geçmesin, akşam olmasın, ben de eve gitmeyeyim istiyordum. Korku, endişe ve suçluluk duyguları damarlarıma yürüdü. Ne kadar saat orada öylece kaldım, hatırlayamıyorum. Saatler geçti, güneş köye veda etmeye başladı. Karanlık bastırmadan eve varmalıydım. Avluya vardığımda içeriden gelen uğultulu konuşmalar beni daha da ürküttü. Tek katlı evimizin mutfak camından ürkekçe baktığımda gözyaşlarımın yanaklarımda açtığı tozlu yolların izlerini gördüm. Sonra mutfaktan bana bakan İsmail, dudaklarını ısırıp başını sağa sola hızlı hızlı sallıyordu. Sanki beni suçüstü yakalamanın verdiği haz yayılmıştı tebessümüne. Bir şekilde bu korkuyla yüzleşmeli, ne olacaksa olmalıydı.
Sofaya çıktığımda köyün önde gelen halı ustaları toplanmış halının kenarını tamir etmeye çalışıyor, birbirlerine çözüm önerilerinde bulunuyorlardı. Benim gelişimi fark etmeyecek kadar meşguldüler. O anda halının en kenarındaki zikzak şeklindeki motife gözüm takıldı. Testere diyorlardı ona. Kök boyasıyla yapılmış parlak kahverenginin içinde sarı zikzaklardan oluşan bu motif tam da testereyi andırıyordu. Oysa şimdi kırılmış bir testereye benziyordu benim yüzümden. Eve girdim. Küçük oturma odasında annemin işlediği kanaviçelerin şıklığıyla donanmış divanda, annemi sakinleştirmeye çalışan kadınlar, birbiri ardınca sıralıyorlardı teselli sözcüklerini. Kardeşim annemin yanına oturmuş, ayalarına kolonya boca etmekle meşguldü. Annem kafasını bir o yana bir bu yana çevirip söyleniyordu. Sonra gözleri aniden kapıdan tek gözüyle olanları izleyen benle buluştu. Biraz daha çekildim geri. Büyük bir sessizlik oldu. Annem beni yanına çağırdı beklemediğim bir sakinlikle. Sadece üç harfli bu kelimenin tınısı beynimde yankılandı durdu.
- Gel, dedi iki defa daha seslenerek.
Gittim. Tam karşısında durdum.
- Sen mi yaptın, dedi sakince.
Büktüm boynumu. Bir daha sordu. İstemsizce iki yana salladım kafamı. Başka hiçbir şey demedim. O da demedi. Sustuk. Sadece sustuk. Evde sadece durumu düzeltmeye çalışan komşu kadınların sesleri yankılanıyordu.
Uyuyamadım o gece. Kardeşimle yan yana yer yatağında yatmış birbirimize sırtımızı dönmüştük. Gözyaşlarımı içime akıttım o gece. Nefes alışım bile duyulmasın istedim. Suçluluk duygusu içime işlemişti. Keşke azarlasalardı, bağırsalardı. İçim içimi yedim. Söylediğim yalanın altında ezildikçe ezildim. Ertesi gün ve diğer hiçbir gün açılmadı bir daha bu konu.
O günden sonra olayla ilgili tek kelime edilmedi. İki ay sonra kök boyalarının güzelliği, motiflerinin inceliği ve zarafetiyle boylu boyunca uzanıverdi Milas halısı odamıza. Tüm heybetiyle doldurdu odayı. Diğer tüm eşyalar onun gölgesinde kaldı. Sadece testerenin boynu büküktü. Onun kusuru benim de boynumu hep büktü.
Annem dokuduğu halıları sattı. Kardeşimi ve beni rahatça okutmak uğruna el emeği göz nuru halılarını sattı. Sadece testeresi kırık Milas halısını satmadı. O hep bizimleydi. Benim gözümde her zaman capcanlı, üzerinde tüm anıları taşıyan en büyük yadigârdı.
Aradan yaklaşık yirmi yıl geçti. Artık, Anadolu’da gezinip bir köy türküsü tutturan, motif motif bilgi işleyen bir “Çalıkuşu”ydum. Bahar dallarıma yürümüştü. Çok mutluydum. Parmağımdaki kırmızı mürekkebe bakıp gülümseyen, saçıma sinen tebeşir tozunu yıldız tozu olarak gören bir öğretmendim.
Sıcak yaz günlerinden biriydi. Küçük kızım yeni yeni emeklemeye başlamıştı. Biz de annemle kahve kokusu eşliğinde geçmiş günleri yad ediyorduk. Konu dönüp dolaşıp çocukluğumuza geldi. Kızım küçük parmaklarıyla kırık testerenin üstündeki kabarık ilmekleri oynamaya başladı. Bir ara sessizlik oldu. Testeresi kırık halıdan kalkan gözlerim annemle buluştu. Kahveleri yudumlarken ikimizin yüzünde bir gülümseme peyda oldu. Gülümseme öylece dondu kaldı annemin yüzünde. Biliyordum, biliyordu. Benimki sessiz bir itiraf, onunki de sessiz bir affedişti.
Ne zaman bir halıcının önünden geçsem renklerini, motiflerini incelemeden edemem. Bilirim her bir desenin anlamı var, tadı var, ahı var. Bazen uymasa da birbirine yeşil, sarı, mavi, kırmızı; bir olup en güzel motifi oluşturma ihtimali hep olacak. Kırık testereli halıya çocukluğum sindi; renkler, motifler bir olup beni çocukluğumun anavatanına hep taşıdı.