NURDAN GÜNAY/YA HEPİMİZ BİRER YILDIZSAK…

YA HEPİMİZ BİRER YILDIZSAK

Geciktim bugün her zamanki gibi bilgisayarımın başına geçip yazılacak onca mevzuyu yazmak için. Ne zaman yazmaya çalışsam bu aralar kendi kendimi engelliyorum. Bunu fark ettiğimde ne yapacağımı ne yapmam gerektiğini bulmaya çalışırken içimdeki boşlukları hissettim. İçimdeki her boşluk kendi kendimle çatışır oldu. Geciktiğimi hissettiğim her an paniklememe yol açıyor artık, hayatı kaçırıyorum gibi geliyor. Bu da bende stres yaratıyor. Yazılacak onca mevzu, olay, yaşanmış hikayeler bazen sıradanlaşıyor, tekrara düştüğümü hisseder gibi oluyorum. Tekrara düşmek derken sadece ben değil, tüm canlıların tekrara düştüğünü, yaşamının döngüsünde debelendiğini görmek, bende sorgulamam gereken düşünceleri ortaya çıkartıyor. Düşünmek hangi zaman diliminde var olmak ya da var oluşumuzu hangi zaman dilimine sığdırmak. Düşündüğümü benden başka çoğu insanın düşündüğünü bilip hala net cevapların bulunamayışı ne kadar manidar. Bilgisayarımı açmak meselesi değil bu. Açtım ve elimin altında klavyenin tuşları. Gözlerim ekranda iken zihnimdeki sorular… Mesela her yerde aynı kediler var birbirine benzeyen, gözleri aynı bakan, kuşlar uçuyor milyonlarca kanat çırpan kuşlar, her biri birbirinin aynı. Başka başka ülkeler, başka başka şehirler köylerdeki yaşamları sorguluyorum.

Düşüncelerimden sıyrılıp kolumdaki saate gözüm kaydı, zaman ne kadar çabuk hızlı akıyor dedim içimden. Her gün kaç defa duvardaki asılı saate, kol saatime, telefonumdaki saate, masa üstü saatine bakıp zamanı güya kendi kontrolümüzde sanıyoruz. Oysa zaman kendi döngüsünde akarken seni beni belki de dünyayı önemsemiyor. Onu takip ettiğimizi bilmiyor. Saat zaman kavramlarının en ayrıntılı detayında ne kadar aciz kalır, bunu bilmiyoruz. Çatışmalarımız kendimizle devam ederken zamanı çoğu kere suçlu çıkarıyoruz, değil mi? Bu soruyu soran kim sizce. Bu sorunun cevabını veren kim sizce. Kolumuzdaki saat… Gökyüzüne her baktığımızda zaman kavramını anlayabiliyoruz mesela, güneş doğduğunda sabah, güneş tepede olunca öğlen, batarken akşamüstü, batınca gece… Tüm gece boyunca gökyüzündeki yıldızlar ve ay bize saatin kaç olduğunu anlatır. Okumaktır mesele, okuyabilmektir, gökyüzünü, dünyayı, yaşamı, kendimizi… Yıldızlar gecenin döngüsüne yazı yazan kendi aralarında oynaşan, haberleşen, cilveleşen irili ufaklı yanıp sönen gizemli yıldızlar. Ruhumu bana en iyi anlatan, gökyüzü şartlarına itiraz etmeden varlığını sürdüren yıldızlar. Üzerine şarkılar yazıldığı kadar fallara da imzasını atmış uğurlu yıldızlar. Ruhumun en derin mevzusunda bana eşlik eden milyonlarcasına tanık olamadan gözümüze ilişen parlak yıldızlar. Konuştuğunu düşünüyorum, yolumuza ışık saçtığını, rüyalarımızı hayallerimizi süsleyip çoğu kere konuşulanlara cevap verdiğini. Ve çoğu kere o cevapları, ben anlamak istediğim gibi yorumluyorum biliyor musun?

Senin çaresizliğini soran oldu mu hiç? Sıkıntılarını, bir var olup bir yok oluşunu, hatta başka başka evrenlere kayıp yok oluşunu… Biz insanlar buradan baktığımızda her gözümüze çarpan ışığın her defasında aynı şey olduğunu sanıyoruz ya, ne çok aldanıyoruz oysa. Uydudan bakıldığında insanların her birinin aynı oluşu ve seçilemeyecek kadar küçük görünmesine ne demeli. Sorgulanan her şey gibi şimdilerde, ben de seni sorguluyorum gökyüzü, senin baktığın yerden beni nasıl görüyorsan, ben baktığım yerden senin bana baktığın kadar görüyorum. Ufacık, belirsiz, silik, herkes birbiriyle aynı.  Evrende sana dair, bana dair her ne varsa yazılmış çizilmiş tüm detaylar da senin bize tepeden baktığın zamanlardaki gibi aynı. YA HEPİMİZ BİRER YILDIZSAK…