MİNE DEMİR BALTA/ KOKU

KOKU

-Kahvaltı var, kahvaltı vaaar!

Birden etrafındaki kızlar, çığlıklar atarak sevinçle koşuşturmaya başladılar. Anlayamadı neler olduğunu. Şaşkın şaşkın bakındı sağında solunda koşuşan ablalarına. Saat akşamın yedisiydi ve etütten çıkmış, yatakhanenin giriş katındaki yemekhaneye gidiyorlardı. O da merakla koşmaya başladı. Yemekhanenin dışarı bakan pencerelerinden masalar görünürdü. Akşam yemeği olarak kahvaltı hazırlanmıştı.

Daha üç gün olmuştu babacığı onu yatılı okula bırakalı. Geldiği günden beri sabahları melamin bardaklardaki çayın yanında bir gün zeytin, bir gün peynir, bir gün gül reçeli ve yağ verilmişti. Anacığının hazırladığı ballı-kaymaklı, sütlü-yumurtalı kahvaltıdan sonra biraz hayal kırıklığı yaşamış; hatta doymamıştı bile. Masaların üstündekileri görünce anladı kızların neden bu kadar sevindiğini. İki çeşit peynir, zeytin, yağ, reçel, yumurta hatta haşlanmış patates bile vardı. Bolca ekmek de koymuşlardı masalara. Böylece, haftada bir gün akşam yemeğinde kahvaltı çıktığını öğrendi Şükran.

Ablaların gürültülü sohbetleri eşliğinde iştahla yemeğini yedi. Arkadaşlarına kavuşmanın mutluluk ve neşesiyle sesli sesli bir şeyler anlatıyorlardı birbirlerine. “Seneye biz de böyle olacağız herhalde.” diye düşündü, umutla gülümsedi.

Akşam yemeği sonrasında son bir etüt daha vardı. Günün derslerinin tekrarlandığı, ödevlerin yapıldığı, o okuldan mezun olup üniversitede okuyan büyük ablaların sınıflarda belletmenlik yaptığı etüt… Sonrasında yatakhanelerine geçtiler uyumak üzere. İlk gece kadar olmasa da gene zor uyudu Şükran.

Daha çok küçüktü. Anasını, babasını, minik kardeşini kasabasında bırakıp okumaya gelmişti başkente. İlkokul öğretmeninin teşvikiyle girmişti sınava. Kazanmıştı, devlet okutacaktı Şükran’ı. Kıyamamış, pek göndermek istememişti ailesi ama o çok istemiş, gideceği güne dek hiç görmediği büyük şehirlerin hayalini kurmuştu. İyi mi yapmıştı bilemiyordu şimdi. Zor geliyordu.

İlk gün bir abla onu yatakhanede sekiz ranzalı büyük bir odaya götürüp kalan yataklardan birini seçmesini söylemişti. “Belki düşerim!” korkusuyla ferah olmamasına rağmen ranzanın alt yatağını seçmiş, verdikleri çarşaf-battaniye ile beceriksizce yatağını hazırlamıştı. Annesi hiç kıyamamış, bu tür işlerle yormamıştı biricik kızını. Sadece sofra işlerinde yardım ederdi. Oturduğu yatağında şimdi ailesinden ayrı geçireceği ilk gecenin hüznü içindeydi. Annesinin ördüğü beliklerle duruyordu daha. Bir başınaydı artık. Büyük bir boşluk hissetmişti içinde. Gözünün önünde anacığı, vedalaşırken mahzun, endişeli yüzü… Sonra kardeşi Şükrü’nün “Nereye gidiyorsun abla, neden?” diye soran şaşkın bakışları… Birden yanık bir hasret türküsü dökülüvermişti dudaklarından. Sonunu getirememiş, hıçkırıklara dönüşmüştü türkü sözleri. Uyuyamamıştı, çok zor geçmişti ilk gecesi.

Hocalarıyla, dersleriyle tanışıyordu Şükran. Beş yıllık öğretmenim burada hocam olmuştu, bir öğretmeni yerine artık birçok hocası vardı. Çok girişken biri değildi; küçük bir kasabada, üç-beş komşu çocuğu, birkaç ilkokul arkadaşıyla yaşamıştı bugüne dek. Şimdi ise kocaman bir okulda, kalabalık, gürültülü bir ortamda, altı yılını geçireceği yeni yaşamı başlamıştı. Alışacağını, belki de çok seveceğini umuyordu.

Öyle de oldu bir süre sonra. Kendi ördüğü belikleriyle yatağında oturup yanık türkülerle başlasa da neşeli türküler de söyler oldu. Kâh hüzünlenerek kâh gülerek ama hep çok çalışarak geçti günleri.

Yarıyıl tatiline iki hafta kalmıştı. Cuma akşamı beşe doğru belletmen, yanına gelip müdürün kendisini çağırdığını söyledi. Ödü koptu Şükran’ın. Ne yapmış olabilirdi ki? Dersleri fena değildi, hatırladığı bir yaramazlığı da yoktu. Ansızın o gün doğum günü olduğu aklına geldi. Yakın arkadaşlarının kutlama hazırlığı yaptığını duymuştu. Acaba yasak mıydı böyle şeyler? Müdür de duymuş onun için mi çağırmıştı.  Korku ve endişeyle müdürün odasına gitti.

Müdürden herkes gibi o da çok korkuyordu. Asık suratı ve kocaman sesiyle sadece Şükran’ın değil tüm kızların korkulu rüyasıydı. Müdür geçerken uzak-yakın demeden hazır ola geçer, selam verirlerdi. Yatakhanenin giriş katında, yemekhanenin karşısındaki özel bir odada kalıyordu. Bazı geceler koridorlarda kocaman sesiyle bağırıyor, hatta küfürler ediyordu. O zamanlarda çok korkuyordu Şükran. Battaniyeyi kafasına çekip kulaklarını tıkıyor, içinden türküler mırıldanıyordu. Sonraları yatılı kız okullarında erkek hoca veya müdür kalmasının aslında yasak olduğunu öğrenecekti.

Korkuyla çaldığı kapıdan usulca içeri girdi. Müdür ifadesiz asık suratıyla bir an Şükran’a baktı, sonra “Gel kızım, otur.” dedi, başı önde. Titriyordu Şükran, oturunca belki geçer diye aceleyle koltuğa ilişti. Müdür başını kaldırmadan konuşmaya başladı. “Söyleyeceklerimi anlamanı beklemiyorum ama görevimi ifa etmek zorundayım. Babana durumu anlatır bir yazı gönderdik zaten. Sorun şu ki bu okulda artık yatılı okuyamazsın.” Devamını duymadı, duyamadı Şükran, sadece bir uğultuydu artık müdürün sesi. Ancak, bir süre sonra uğultu kesildi. Şükran panikle müdüre baktı. “Son cümlesi neydi acaba?” dedi içinden. Müdür kafasını kaldırıp baksa gözleriyle soracaktı. Bakmadı müdür Şükran’ın yüzüne, gözlerine.

Bir süre kalkamadı yerinden, müdür son sözlerini tekrarlar belki diye bekledi. Derken, “Hadi kızım; eşyalarını topla, bu akşam veya yarın sabah ayrıl yatakhaneden.” dediğini duydu. Ayaklarını sürüyerek çıktı Şükran. “Neden, neden?” diye fısıldıyordu. Şimdi nereye gideceğinden ziyade “Neden?” diyordu kendi kendine. Ne yapacağını bilmez halde bir müddet kapının önünde durdu. Sonra kendisini bahçeye doğru sürükledi.

O sırada zil çalmıştı. Yatılı öğrenciler sonraki etüde kadar dinlenmek üzere bahçeye çıkarlarken, gündüzlüler de evlerine gidiyorlardı. Şükran ağır, endişeli adımlarla yatakhaneye yöneldiğinde arkadaşları çevresini sardı. “Eve gidiyorum.” diyebildi sadece, kendisi gibi herkesi de merakta bırakarak. Ne diyebilirdi ki? Devamında gelebilecek sorulara verecek cevabı yoktu. Her an hıçkırıklara boğulacak haldeydi. Koşarcasına yatakhaneye gitti. Artık kendine ait hissetmediği yatağına oturdu. Burada kalamayacaktı, kalmak da istemiyordu zaten. Birden onca endişe ve korku, kızgınlığa ve hırsa dönüştü. Kaçmak istiyordu; hatta koşarak kaçmak istiyordu olabildiğince uzağa, kimsenin olmadığı uzağa. Ve “Nedeeeeen!” diye boğazı yırtılana dek bağırmak istiyordu o kimsenin olmadığı uzakta. Hayır, yarını beklemeyecekti, hemen gidecekti istenmediği bu yerden. Hırsla kalktı, dolabındaki tüm eşyalarını alelacele çantasına doldurdu. O sırada ablalarından özenip aldığı hatıra defterini gördü. “Bana bu sayfayı ayırdığın için…” le başlayan, her biri birbirinden değerli bir dolu yazı vardı içinde. Boğazına hıçkırık düğümlendi yeniden, elinde defter bir dolaba, bir çantaya baktı. Kıyamadı, çantaya attı. Meraklı gözlerle kendisini izleyen arkadaşlarına bakmadan fırladı odadan, koşarcasına indi merdivenleri ve dışarıya attı kendini.

Başkentte hava kararmak üzereydi, kış ayazı aman vermiyordu. Soğuk iyi geldi Şükran’a. Okul kapısının yanındaki kulübede yatılıların dışarı çıkmamasından sorumlu bir bekçi olurdu daima. Öyle sert ve hızlı adımlarla geldi ki kapıya Şükran, şaşırdı bekçi. “Yurttan atıldım, aç kapıyı!” dedi, yüksek ve kızgın bir sesle. Daha önce hiç böyle bir durumla karşılaşmamıştı bekçi. Yatılılar kalem-silgi almak, telefon etmek gibi sudan bahanelerle bakkala gitmek isterlerdi en fazla. Akşamın bu saatinde küçücük bir kız “Gideceğim, aç kapıyı!” diyordu. Okul boşalmış, hocalar gitmişti. Ne yapsa, kime sorsa bilemedi. Şükran az önceki sözlerini emir gibi yineledi. O kadar kararlı, gergin ve kızgındı ki bekçi karşı koyamayıp açtı kapıyı.

Arkasından kapanan sürgülü demir kapının gıcırtılı sesini duyunca birden durdu Şükran. Sırtını döndüğü okuluna yüzünü dönüp kalakaldı. Biraz önceki kararlı Şükran yerini şaşkın, çaresiz, ürkek bir kıza bırakmıştı. “Sabah çıkmak üzere geri mi dönsem acaba?” diye düşündüyse de ayakları onu yokuş yukarı, otobüs durağına doğru sürükledi. Ağır adımlar, boş bakışlarla…

Yol boyunca, geçirdiği üç ayı düşündü, bir sebep aradı. Aklını, hafızasını zorladı. Birden sınıftaki bazı gündüzlü kızların yatılıların yanına oturmak istemediği geldi aklına. “Kokuyorlar!” dediklerini duymuştu. Sağını solunu kokladı telaşla. Katlardaki banyolara su çıkmıyordu. Şükran da diğer kızlar gibi, haftada bir kez alttaki çamaşırhanede iplere serdiği çarşafların arkasında alelacele yıkanıyordu. Yoksa yıkanamıyor muydu? Annesinin yıkadığı gibi olmuyor muydu acaba? Çamaşırlarını da çok sık yıkayamıyordu, beceremiyordu elinde çitilemeyi. Siyah önlüğünü mesela daha hiç yıkamamıştı. Ama siyahtı o zaten. Kirlenmezdi ki!

Koktuğu için bir kız çocuğunun okuldan atılabileceğini aklı almıyordu. “Öyle olsa bile niye ben, sadece ben mi kokuyordum acaba?” diye düşündü. Başka bir neden olmalıydı. Ama bulamıyordu.

Yorulmuştu düşüncelerden, “Özür dilerim anne, beceremedim kendime bakmayı, temiz-pak bir kız olmayı.” dedi, ince ince süzüldü yaşlar yanaklarından.

Karanlık bastırmış, sisle ağırlaşan ayaz iyice çökmüştü başkentin üzerine. Durakta iş çıkışı kalabalığı vardı. Sanki herkes pis kokusunu duyuyor, ona bakıyor gibi geliyordu. Çok utanıyordu. Kafasını eğdi, kimselere bakamadı. Nasıl dönecekti kasabasına, ne diyecekti herkese. “Ben bir şey yapmadım.” dese de kim inanacaktı ki! Yıkanmayı beceremediğim için beni okuldan attılar diyemezdi ya… Utanç ve suçluluk duygusuyla ufaldı iyice, küçücük kaldı, hatta yok olmak istedi Şükran. Uzaktan tam seçemediği büyük bir aracın geldiğini gördü birden. Şuursuzca yürüdü, bir anda yolun ortasında buldu kendini. Boş boş bakıyordu gittikçe yaklaşan büyük araca. Kocaman ışıklar ve korna sesiyle irkilip son anda çekti kendini yoldan. Keskin bir fren sesi kapladı ortalığı. Çok sonraları, o anda yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgiyi yaşamış olduğunu idrak edecekti.

Yaşanan telaş ve korku geçmiş, duraktaki herkes sakinleşmişti. Şükran da biraz kendine gelmiş, şimdi ne yapacağını düşünüyordu. İlk geldiklerinde babasıyla kaldıkları uzak akrabalarına gidecekti. Başka seçeneği de yoktu zaten. Bindiği otobüste onlara ne diyeceğini düşündü, cevaplayamadı.

Neyse ki akrabaları fazla sorgulamadı. Çok iyi karşılamış, hemen karnını doyurup yatak sermişlerdi. Utana sıkıla yıkanmak istediğini söyledi. Doyamadı yıkanmaya. Ayların pisliğini söküp atarcasına; hatta derisini yüzmek pahasına hınçla her yerini ovaladı. Sonra beliklerini ördü özene bezene.

Ertesi akşam geldi babası neyse ki. Şükran’daki gerginlik kavuşma anına gölge düşürse de baba-kız sarılıp hasret giderdiler. Kızının başını okşarken gülümsedi babası. “Ne güzel örmüşsün, annen görse seninle gurur duyardı.” dedi. Mutlu oldu Şükran; sanki annesinin, kardeşinin kokusunu duydu babasının kucağında.

Pazartesi sabahı okula gittiler. Babası müdürle görüşecekti. Meğerse Şükran da derslerine girebilecekmiş. Dersleri bittiğinde babasını kendisini beklerken buldu. Babası merak ve endişeyle kendisine bakan Şükran’a; yatılı okuyabilmesi için aile gelirinin belli bir miktarın altında olması gerektiğini ancak bordrosundaki bir yanlışlık nedeniyle gelirinin fazla çıktığını, sorunu bakanlıktan çözebileceğini söyledi. Anlamamıştı. Nedir bordro, bakanlık kim? Ama babasına daha temiz bir kız olacağına dair söz verdi.

İkinci dönemin başlamasıyla nihayet yurduna döndü Şükran. Kendisi dışında her şey bıraktığı gibiydi. Yurttan ayrı kaldığı süre boyunca, müdürün istese kendisini yurttan atmadan bir çözüm bulabileceğini düşünmüştü. Müdüre çok kızmıştı; böyle olmamalıydı. Öğretmen olmaya karar vermişti. Hatta nasıl olunur bilmiyordu ama müdür olacaktı. Kızları yurttan atmayan, güler yüzlü, sevecen, tatlı dilli bir müdür.

Sevinç ve hasretle kucaklaştı arkadaşlarıyla. Ayrı kaldıklarında neler yaptıklarını anlattılar birbirlerine. Bitemedi bir türlü sohbetleri. Ertesi sabah kahvaltıda çay ve zeytin vardı. Bir başka lezzetli geldi Şükran’a. Akşam etüdünden sonra fırladı yemekhaneye, akşam yemeğinde ne olduğunu ilk gören olmak istiyordu. Nihayet, üçüncü günün akşamında bağırdı peşinden gelen kızlara.

-Kahvaltı var, kahvaltı vaaar!