HİKMET IŞIK CANKAT/SENİHA

Seniha

    Sabah doktor ziyaretleri bittikten  sonra hastane bahçesinde  gezinebilen  hastalar, rengarenk güller ve çam ağaçları arasında soluklanıyorlardı. Yaşamın günlük koşuşturmacasına yeniden kavuşma özlemlerinin yazıldığı bu saatlerde güneş, saçlarını şefkatle okşuyordu. Çimenlerin arasından başkaldıran kır çiçeklerinin duruşu artık onlara daha anlamlı geliyordu.

     Ufak bir operasyondan sonra ben de birkaç gün konuğuydum bu bahçenin. Kuşların doğada henüz kendisine yer bulabildiği, özgürlüklerinin betonların arasına sıkıştırılmadığı, bizleri terk etmedikleri zamanlar. Temiz havayı gözlerimi kapayarak onların şarkıları eşliğinde derin derin soludum.  

     Kızıl kahverengi saçlarına aklar düşmeye başlamış, giysisinden hastabakıcı olduğunu anladığım kadın, hızlı adımlarla bana doğru yürürken durakladım bir an; daha merhaba demeye kalmadan sıkıca sarılıverdi. Saçlarındaki sabun kokusundan tanımıştım Hatun Hanım’ı. Öylece kaldık uzun bir süre. Seniha’nın özlemle  sarılıp kalan gövdelerimizin arasına, başını annesinin yüreğine dayamaya geldiğini ikimiz de hissettik o an.

     Yedi yaşındayım, babam “kızım, seni yarın hastanemizde konuk, çok tatlı bir kızla tanıştıracağım. Biraz canı yanıyor, Ona ve annesine moral verirseniz daha çabuk iyileşecek.” dedi. Babam benden ilk kez böyle bir şey yapmamı istiyordu. Annem, ” biz alışverişe çıkalım o zaman” dedi.

     Belli ki annemle bu konuyu daha önce konuşup değerlendirmişler ve listeyi hazırlamışlardı. Hemen alışverişe çıktık. Seniha, evcilik oynamayı özlemiş olmalıydı. Yaşadığımız kasabada 1960 ‘lı yıllarda bulabileceklerimize öncelikle ”1001 Çeşit” adlı dükkandan bakardık. Sanırım o yıllarda her kasabada birbirinden bağlantısız, böyle dükkanlar vardı. Minik, renkli plastikten yapılma çay fincan takımı aldık. Sonra tek kırtasiyemize uğrayıp resim defteri, çeşit çeşit boya kalemleri, öykü kitapları seçtik. Benim plastik bebeklerimden götürmek istedim. Sanki onlar aramızdaki bağı güçlendireceklerdi. Fatoş’ la Ayşegül’ü yıkayıp temizledik, hareketliliği sağlayan, kolları ve bacakları birbirine bağlayan lastikleri yeniledik. Annemin oyuncak bebeklerim için ördüğü ya da diktiği bazı giysileri yıkayıp ütüledik. Anneciğime yardım etmeye çalıştım, bir çocuğun bize gereksinimi vardı ve onun biran önce iyileşmesini çok istiyordum.

Beş yaşlarındaki Seniha’yı ilk kez hastanenin soluk beyaz örtüleri yerine, anasının dikip mavi bulutlar işlediği yatak örtüsünün üstünde görmüştüm. Kızıl kahverengi saçları, yağmur yemiş bakışlı koyu kahverengi gözleri, bembeyaz teniyle; acılarına rağmen melek gibi, sakin ve kocaman gülüşüyle hep benimle.

    Seniha’nın karın bölgesi ve bacakları kaynayan süt kazanının devrilmesi yüzünden ciddi şekilde yanmıştı. Babamın dediğine göre köylerdeki süt kazanları, çocuklarda pek çok sayıda yanık vakasına neden olmaktaydı. Dağ köylerindeki çocuklar bu konuda daha şanssızdı çünkü önce bazı koca karı ilaçları uygulanıp durumu kötüleşince hastaneye getiriliyorlardı. Ne yazık ki Seniha da onlardan biriydi.

Kayınvalide ve kayınpederiyle oturmak zorunda olan gelinlerin işlerinin çok zor olduğunu söylüyordu babacığım. Yöresel, töresel baskılar yüzünden analar yürekleri yansa da çocuklarına yeterince zaman ayıramıyorlardı. Bu durum ailemizi derinden üzüyordu.

   Hatun Hanım, on sekiz yaşlarında var mıydı bilemiyorum. ilk göz ağrısı ve tek evladı Seniha’nın başına gelenden sonra, yanında kalmak için onunla birlikte hastaneye gelmişti. Seniha, annesine çok benziyordu. Okuma yazma oranının özellikle kadınlarda çok düşük olduğu bir dönemde ilkokuldan mezun olmuştu Hatun Hanım. Köyün kadın öğretmeni bu zeki kızın ilkokula gönderilmesi için pek çok kez görüşmeye gelerek babasını razı etmişti. Okuyan bir kadının iyi evlatlar yetiştireceğine onu inandırmıştı. Babasının okula gitmesine razı olduğu günü anlatırken gözlerinde rengarenk kelebekler uçuyordu Hatun Hanım’ın. Yaşamının en güzel yıllarının ilkokulda okuduğu dönem olduğunu anlatıyordu. Seniha, bu zorlu öyküyü bildiği için ben kadın öğretmen olacağım diyordu. Hastanede annesiyle okuma yazma dersleri çalışıyorlardı.

    Ev halkı, “eve dön! hastanede ona bakarlar” demişti; ama Hatun Hanım” evladım yoksa ben de yokum! “diyerek cesurca reddetmişti. Evladını kayınvalideye emanet edip evin, bahçenin temizlik işlerine koşmak zorunda olduğu güne, süt kazanının devrildiği güne lanet ediyordu.

   Beklenen an gelmişti. Seniha’yı ziyarete gidiyorduk. Çok korkuyordum. Hastanede, derin acıları olan bir çocukla ilk kez karşılaşacaktım. Onu gördüğümde gülümsemek ve moral vermek zorundaydım. Kendimi buna öyle bir koşullamıştım ki…

    Her zaman güle oynaya gidip bahçesinden güller topladığımız, asmalı çardakta oturup çay, meyve suyu içtiğimiz; ancak içeriye girmemize pek izin verilmeyen hastaneye doğru yol alıyorduk. Bu kez ayaklarım geri geri gidiyordu. Bahçenin hastalara, “bir an önce iyileşin, bakın sizi güzelliklerle bekleyen bir doğa var dışarıda” diyerek gülümsediğini ilk kez fark ettim.

    Babam, acının genellikle pansuman yapılırken çok yoğun çekildiğini, bu nedenle biraz gecikerek gelmemizi istemişti. Anlamıştım, Seniha’ya pansuman sırasında bizi anlatıp dikkatini başka yöne çekerek umudunu diri tutmasını sağlayacak ve  varlığımızı hissettirerek  acısına ilaç olmaya çalışacaktı.

    ”Leblebi koydum tasa gız annem” türküsünü söyleyerek ellerimizde giydirilmiş oyuncak bebekleri sallayarak girmiştik odasına. Çünkü Seniha’nın en çok sevdiği türkü buydu. Hemen bize katılmıştı. Nasıl da güzel söylüyordu.

”Leblebi goydum tasa gız annem

Doldurdum basa basa gız annem

Benim yarim çok güzel gız annem

Azıcık boydan kısa gız annem…”

     İlkin, onunla ve annesiyle birlikte gözlerimizden yaşlar dökülmüştü; ama hep birlikte kahkahalarla gülmeye başladık ardından.

    Annesinin yardımıyla biraz zorlanarak da olsa yatağının içine oturup, armağan paketlerini tek tek açarken öyle mutluydu ki… Bize fincan takımıyla hayali çay ikram etti. Fatoş’la Ayşegül’ü iki yanına oturttu, onlarla biraz sohbet etti. Anneciğim de ona ve bana bilmeceler sorup öyküler okumuştu. Zaman nasıl geçti fark etmedik.  Ne zaman gitmeye kalksak sanki bir daha hiç görüşemeyecekmiş gibi “ne olur gitmeyin” demişti. Biz de olabildiğince geciktirmiştik  dönüşümüzü.  

     Bir başka ziyaretimizde, köyde annesine nasıl yardım ettiğini anlatmıştı. O da ocağa minik odunlardan  taşıyıp çalı süpürgesiyle bahçeyi süpürüyormuş. Annesinin işleri çabuk biterse, saçlarına küçük örgüler yapıp uçlarına renkli yün iplerden takıp hem de masal anlatıyormuş. Bazen de babaannesi komşuya gidince kendisi de annesinin saçlarını tahta tarakla tarıyormuş. Yoksa babaannesi annesine hep iş buyuruyormuş. Annesinin saçları mis gibi sabun kokarmış. “Anne gelsene onlar da koklasınlar saçlarını” demişti. Ne çok gülmüştük, tatlı bir gülpembe utangaçlık oturuvermişti güzel yüzüne.

     Birkaç kez tekrarladık bu oyunu. Seniha’ya çok alışmıştım. Bugün ne götürsem ya da  ne oynasak  diye düşünüyordum. Ailemizin bir ferdi olmuştu sanki. Yine sahne alacağımız bir gün, babam “bugün sen gelme kızım, annen gelecek ” diye haber yolladı. Bunun ne demek olduğunu anlamıştım. Melek gülüşü geldi aklıma. Sessiz damlalar yuvarlandı önce arka arkaya, sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım bu haksızlığa. Ölümün sonsuz ayrılık olduğunu biliyordum.

   Günlerce doğru düzgün sofra kurulmadı evimizde. Yutma ve gülümseme yeteneğimizi kaybetmiştik sanki.

  Seniha’nın minik yüreği bu acıya dayanamamıştı.

”Beni elinden alırlar gız annem, Boynunu büke gorlar gız annem”…

diyordu sevdiği türkünün devamı. Bu bölümü hiç söylememiştik oysa.

  Anacığı Hatun Hanım, hastanede görev alıp yaşamını bütün hasta çocuklara adamaya karar vermişti. Bir daha da köyüne, evine dönmemişti.

   Vedalaşırken Hatun Hanım’ın saçlarındaki sabun kokusunu Seniha’nın yerine bir kez daha, bir kez daha içime çektim.