MAVİ DÜNYAM VE ANNEM
Dışarıdan yumuşak bir ses, ‘Çık dışarı Özgün! Burası çok güzel, haydi gel birazcık’ diyor. Ben, kendi dünyamda mutluyum, rahatım iyi aslında ‘Gelmeyeceğim, gelmek istemiyorum’ desem de… O ses ‘Gel lütfen’ diyor’ ısrarla. ‘Beni duymuyor musun? Gelemem, acele dönmem lazım, beni bekliyorlar’. İçim acıyarak da olsa bu daveti tekrar geri çeviriyorum. ‘Anla artık beni! Lütfen anla! ‘Benim dünyamda güzel, beni kendi dünyana çağırma artık, kendi dünyamda iyiyim mutluyum ben. Bizim dünyalarımız farklı, benim dünyam mavilikler dünyası senin dünyan kırmızılar dünyası, senin dünyana gelmek istemiyorum’ diyorum o güzel sese. Cezbedici, iç gıcıklayıcı o yumuşak ses tekrar sesleniyor ‘Bak Özgün; laleler, papatyalar, orkideler var burada baksana’. Gitmemeye kararlı olsam da kalbim buruk. ‘Bakmayacağım, eminim hem de çok… gözlerimi açmak istemiyorum o dünyaya. Kendi dünyama gitmek istiyorum ben, çağırma artık beni, ben mavilikler içinde mutluyum. Senin dünyanda bana yer yok biliyorum, sen de biliyorsun lütfen yapma. Tekrar tekrar bu acıyla yüzleşmeyi bırak, kabul et artık, benim senin dünyana doğmamam senin suçun değil, sen beni başka bir dünyaya doğurdun. Çağırma beni, beni bir daha doğuramazsın. Kendi dünyanda yalnızsın, biliyorum hem de çok yalnız. Ben de mavi dünyamda yalnızım’. Sesdeki yumuşaklığın beni cezbetmesinden yorgun soruyorum; ‘Senin dünyan ne renk? ‘Sonsuz renk var benim dünyamda, ama en çok kırmızı ve beyaz, dünyamın yarısı yeşil üstüne kırmızı diğer yarısı yeşil üstüne beyaz ve biraz da eflatunlu’ Gördüğüm eflatunlar o kadar güzel ki gözü mü alamıyordum. Merakla sesleniyorum. ‘Dünyandaki o maviye dönen eflatun ben miyim, birazdan dökülüp savrulacak gibi duran? Biliyorum eğer senin dünyana gelirsem seni ve dünyanı çok seveceğim, bunu sen de biliyorsun, beni hep böyle kandırmaya çalışıyorsun. Fazla kalamayacağımı bile bile ısrarla çağırıyorsun, seni kendi dünyanda yalnız bırakıp kendi mavi dünyama çekip gideceğimi bile bile. Neden bana ve kendine bu sancıyı çektiriyorsun?’…
Ses uzaklaşıyor. ‘Yanımda olmanı istiyorum bir kez daha, birazcık dahi olsa dünyamda olman bana yetiyor’. Kuşlar cıvıldamaya başlıyor neşeyle. ‘Benim dünyamda kuşlar yok biliyor musun? sadece gülüşen martılar var. Tamam geliyorum biraz kalıp gideceğim’ diyerek ilk adımımı atıyorum ve orkideyi soruyorum. ‘Göremiyorum, nerede o orkide? ‘Bak şurada’. Beni kandırdığını düşünmeye başlıyorum o sesin. Tekrar soruyorum. ‘Nerede? Göremiyorum göster bana’. Ses yaklaşıyor ‘Bak burada gel yakından bak, tüh birisi kurumuş ama diğeri hala güzel ve canlı, gel bir bak, kokla nasıl da güzel kokuyorlar’. ‘Evet haklısın çok güzel kokuyorlar’. Kafamı kaldırıyorum, aman Tanrı’m şu göz alabildiğine uzanan sıcak, kadifemsi kırmızılık da ne? Şu beyazlıklar, papatya mı onlar? Çarşaf gibi serilmişler yere. Bu eflatun anemonlar ne kadar güzel. İçim buruk soruyorum ‘Ben gidince yalnız mı kalacaksın burada? Ne yapacaksın yalnız başına?’ Ses kendinden emin ‘‘Evet burası benim dünyam, ben burada kalacağım’ diyor ve uzaklaşıyor. Benim artık kendi dünyama gitme vaktim ama gidemiyorum. Sesleniyorum. ‘Ben artık daha fazla kalamayacağım sen de biliyorsun, gitmeliyim artık’ Cevap yok, bağırıyorum. ‘Anne! Anne! Ben gidiyorum. Kendimi tekrar doğmuş tekrar doğurulmuş gibi hissediyorum. Annemi orada bırakıp kendi mavi dünyama dönmeliyim ama dönemiyorum.
Annem elinde çapa zeytin ağaçlarını çapalıyor, kırmızı anemonlar savruluyor vurduğu her çapayla. Son kez sesleniyorum ‘Anne! Anne!’ Duymuyor, duymak istemiyor, tekrar bağırıyorum onu kaybetmiş gibi avazım çıkarcasına. ‘Sonunda cevap veriyor. ‘Gidiyor musun?’ ‘Evet artık gitmem lazım anne, git demiyor sessizce bakıyor, gözleri gitme kal diyor’. Kalamam ki anne koptuk biz hatırlasana; yıllar önce koptuk biz birbirimizden acıyla kan revan içinde. Anne iki gerçek var bu hayatta. Şimdi biz toprağı işleyeceğiz sonra da toprak bizi, sen kal burada toprağı işle, sonrada ben gelir işlerim. Yine kendime getirdin beni anne, papatyalar, laleler, cıvıldayan kuşlar bahar gelmiş, beni bahara getirdin. Senin dünyana bahar gelmiş anne. Ben gidiyorum, benim mavi dünyamda bahar yok, mevsim de renk de. Bir tane o da mavi, ben sade mavi olmak istiyorum anne’.
Düşünerek indim çam ağaçlarının arasından kıvrıla kıvrıla. Yitirmeden anlamaz insan, yolun sonunda sevdiklerini yitireceğini bilse de. Gözlerimde yaşlar sana sarılıyorum tüm sevgimle, arkandan ağlayanın olmak istemiyorum. Hayata geldiğim gün arkandan ağladığım gibi ağlayacağımı biliyorum. Bu, gün gibi açık, bugün olduğu gibi ortada. O gün ne kadar ağlasam da seni geri getirmez bana. Bugün gitmesem dururum belki birazcık daha baş uçunda, baksana abim bile elli iki yaşında. Güzel günlerimizin bittiğini sanma, belki böylesi bir daha olmaz ama her bir gün güzel aslında. Yakın durmanın zor olduğu ortada, uzak olmak her zaman en kolay ama en zoru yalnız olduğunu anlayınca. Yalnızlığa doğduk biz anne, beni yalnızlığa doğurdun. Hepimiz kocaman bir bütünün parçasıyız, yalnız olduğunu sanma anne hepimiz kocaman bir yalnızız. Kendini yalnız hissetmen doğal, sonsuz sayıda varlık birbirine sıkı sıkıya bağlıyken yalnız olduğu yanılgısına düşer.
O gün fark ettim on Mart, bahar gelmiş dünyaya. Peki, ben neredeydim?
Dünyama bahar gelmiş, ben neredeydim? Ben neden bu dünyada değilmiş gibiydim? Neciha Sultan yıllar önce beni dünyaya çağırdığı gibi çağırmasaydı bu sene de baharı görmeyecektim.