SERDAR EPÖZDEMİR/YANLIŞ GÜN

YANLIŞ GÜN

                                                                      “Meslektaşım Kemal Aslan’ın Aziz Anısına”

“İşler bir türlü bitmiyor!”

 Bu cümleyi en son ne zaman söylemişti? Çoğu zaman aklından geçirse de ortalıkta konuşmamaya özen gösterirdi. Ne de olsa özel hastanede ve anestezist olarak kalabalık bir ekip ile çalışıyordu. Hep başkasının gözünden olaylara bakın diyen hocalarını, ara sıra tatil kaçamaklarına göz yuman başhekimini ve ay sonundaki fatura komisyonunu hiç sebep yok iken düşündü.

“Bu ses hangi ventilatörden geliyor?”

O kadar da uyarmıştı yoğun bakım çalışanlarını!

“Arkadaşlar, ventilatör ötüyorsa lütfen bana bir bak diyordur.” diye.

Gözünü açmaya çalıştı. Hayır!..

Hasta yatağında olan kendisiydi. Ventilatörün alarm tuşuna basan ve sessize alan hemşireye zoraki kaldırabildiği göz kapakları ile bir şeyler söylemek istedi.

“Yalnızca erteliyorsun. Sorunu anla ve çöz!”

“Hadi, nefes al-ver, lütfen!”

Bu sesi tanıyordu lakin nereden? Boşluk kocaman geldi sanki başka bir evrende başka bir boyuttan sesleniyordu. En son, burun akıntısı olduğunu hafif vücut kırgınlığı ile zoraki çalıştığını hatta teknikerinin uyarısı ile N95 maske taktığını ve bu şekilde hastaları uyuttuğunu fakat kişisel koruyucu ekipmanı olmadığını hatırladı.

“Neler oluyor?”

Hafızasını zorladığında ancak birkaç görüntü hatırlayabiliyordu. Birincisi, çok üşüdüğünden üstünü örten karısı ve ertesi gün yaptırdığı korona testinin pozitif çıkması; ikincisi, hastane yoğun bakım yatağından yüksek akımlı oksijen ile yükseltmeye çalıştığı satürasyon için koşuşturan personel; üçüncüsü ise hayal meyaldı: çok yorulduğunu, uyutulması ve ventilatör tedavisine geçilmesi zorunluluğunu açıklarken  meslektaşının gözünde yakaladığı üzüntü dolu mahcubiyetti.

Nefes, umutlu olmak için yeterli gördüğü bir eylemdi. Ameliyat olmuş hastayı uyandırırken ve yoğun bakımda hastalarına seslenirken, “Nefes al-ver, lütfen.” ne de kolay söylenebiliyormuş lakin ne de zormuş bir nefes ile umut dolu olmak.

Yazdığı şiirleri düşündü. Karışık olan zihni uzaklarda sesler duyuyordu. Oğlu sesleniyordu:

 “Baba, lütfen, bu hafta sonu çalışma, gezmeye gidelim!”

 Gözbebeğinin isteklerini biraz daha fazla para kazanmak için ne çok geri çevirmişti. Öyle ya, ailesi daha iyi yaşasın ve yaşlılıkta rahat etsin diyeydi hepsi! Oysa yaşam ertelenmezdi! Çok tartışmalı olan bir virüsün, kendini nasıl da hayattan koparmakta olduğunu fark edince pişmanlıkları başına üşüşüyordu…

“Lütfen, bak, kan değerlerin düzelmeye başladı. Hadi, biraz daha gayret!”

Yoğun Bakım Servis doktorunun sesini tanımıştı. Söylemek istediği şeyi söyleyememek ne kadar zormuş! Hastaları şimdi daha iyi anlıyordu. Sanki kuyunun dibinde oturmuş, yukarda ama çok yukarda birisi sesleniyor:

 “Nefes al-ver! Hadi, daha güzel solu…”

 Güçsüz düşmüştü, göz kapaklarını açamıyordu.

Bahar aklına geldi. İlk aşkı, ilk öpücüğü ve ilk ayrılığı. Taşra yerinde kız öpmenin güzelliği de başka oluyor diye yıllarca içinde taşıdığı egosunu okşayan duygu ve sonrası… Gençliğin, heves ile karıştırılmış hormon arenası!

Gülümsediğini sanıyordu. Şu boğazındaki tüp de ne kadar acıtıyordu. Mesleğe dönerse ameliyat ve yoğun bakım hastalarının entübasyonunu daha da özenli yapacağına söz verdi. Yorgun, çok yorgun olduğu gecelerde nöbet tuttuğu günleri düşündü: Sabah olsa da eve gitsem dediği, sıcak pideyi alıp evde duştan sonra kahvaltı yaptıkları günleri anımsadı. Oğlu küçüktü o zamanlar, biberonu sallayarak kahvaltıda “agu” “gagu” sesleriyle eşlik ederdi onlara.

Söz verdi kendine; iletişim kurduğu insanlarla bir araya geldiğinde onları anlamak için dinleyecekti, konuşmalarıyla ikna etmek için değil!

Karmakarışıktı her şey, toparlayamıyordu! Bitmek üzere olan her şeyi hissetti. Oğlunu bir daha gezdiremeyecek olması acıttı canını. Zamanı böyle hoyratça kullanmasına hayıflandı. Öyle derinden hissetti ki bu pişmanlığı, yeni bir hayat diledi.  Bu hayatı para, şan, şöhret ve iş peşinde koşmak için değil kendi dünyasındaki önemli insanlarla zaman geçirip tembellik etme hakkı için kullanacaktı. 

“Ölüyorum işte, geride birçok gözü yaşlı insan bırakarak! Tamamlayamadığım şiirler ve okuyamadığım kitapları düşünerek ölüyorum. Pişmanlıklarımı bu saatten sonra söylesem ne olur, söylemesem ne olur. Yeni insan yaşayarak öğrenmiyor, onlar biliyor! En çok gezdiğimiz şehirlerde içtiğimiz kahveleri özleyeceğim…”

Monitör, hızlanan kalp atım sesini odaya yansıttıkça koşuşturan sağlık personeli de artıyordu. 

Dışarda yeni bir gün aydınlanıyordu.