ESİN GÜLÜMSER/116 NUMARALI ODA

116 NUMARALI ODA

Kafama çarpan bu metal levha da neydi böyle? Aman Allah’ım! Ben neredeydim? Neler olmuştu, ben nasıl buraya gelmiştim? Kim getirmişti bizi buraya? Ne olur, bana bir şeyler söyleyin! Birisi bir akıl versin!

İmdat! İmdat! Her yer yıkılıyor! Kurtarın bizi, çocuklarımı kurtarın! Çocuklar neredesiniz? “Sakin ol kızım, Sema, sakin ol! Bak, biziz komşuların, yanındayız.” Geçti kızım, geçti. Ne geçti Perihan Teyze, ne geçti? Her şey yok oldu bak!

 “Hadi bacım, sen de geç otur koltuğuna! Daha ne kadar arkanda bıraktıklarına bakacaksın ki öylece. Elden gelen bir şey yok inan bacım, bak çocukların daha çok küçükler; sana ihtiyaçları var; yazık, onları düşün lütfen! Çocuklar olmasaydı seni burada bırakır gider, asla da otobüse filan bindirmezdim. Tek başına kal, acılarını yaşa derdim hatta. Enkazın başında günlerce ağıt yak, yasını tut derdim. Ne yazık ki bunları sana şimdi diyemiyorum çünkü bu çocukların günahına asla giremem ben. Zaten enkazdan çıkanların ailelerine haber verecekler; sen merak etme! Kendi başına bütün tanıdıklarını enkazdan çıkartabileceksen çıkart. Sana bir şey söyleyeyim mi bacım: Bu yaşananların hepsi kader, Allah’tan gelen bu afete asla mâni olunmaz, sen de biliyorsun. Elimiz kolumuz bağlı bak, kimse hiçbir şey yapamıyor. Boşuna bu kadar çırpınma, bu kadar feryat! Görevlilerin gelmesini ve enkazı kaldıracak vinçleri beklemekten başka çare bırakmadılar ki bize…  Bak, burada kıyamet koptu bacım! Sana daha nasıl anlatayım bunu? Yasını doyasıya yaşa ve cenazelerin başında ağıtını yak! Bağır, çağır, yırtın, dövün; ama bunu şu gariplere yapma be bacım! Çocukların bunda ne günahı var, Allah aşkına? Hem bak, hala deprem riski devam ediyor diyorlar. Bu saatten sonra burada kalıp kendi başına ne yapacaksın, bana söyler misin? Yeterince kıyamet kopmadı mı daha senin için? Yetkililer ve görevlilerin işi bu! Senin yapabileceğin bir şey yok şu an bu kıyamet şehrinde.”

“Eşim, evim, anam, babam, onlar hala orada, enkaz altındalar ve ben hiçbir şey yapamıyorum şoför bey!

   Gözlerim uyumaktan şipil şipil olmamıştı, tam aksine ağlamaktan kan çanağına bürünmüştü ve sonra olduğum yerde öylece uyuyakalmıştım. Yolculuk ise oldukça suskun ve hüzün doluydu, otobüsteki herkesin sessiz çığlıklarıyla yankılandı zaman. Çocuklar ise olup bitenden habersiz sadece şaşkın ve garip gözlerle etraflarına bakınıyorlar ve küçük bir umut kıvılcımının doğmasını bekliyorlardı. Bu umut kıvılcımının ne olduğunu dahi bilmedikleri, çaresizce kurdukları bir eylemdi onlar için bu. Bu felaketin bir parçası olmanın verdiği acıyı küçücük kalplerine sığdırmaya çalışıyorlardı belli ki ve kendi başlarına bunu içlerinde çözmeye çalışıyorlardı üstelik. Bu felaketi yaşayıp sonrasında onu anlamlandırabilmek, onlar açısından çok zor bir durum olacaktı. Zaman ilerledikçe ve elimizden birileri tuttukça belki bir nebze kendimizi daha iyi hissedecek ve yaralarımızı ancak sarabilecektik. Fakat şimdi yapılabilecek hiçbir şey yoktu çünkü her şeyimizi kaybetmiştik. Bu felaketi yaşamak sanıldığı kadar kolay değildi. Ben ve çocuklarım ise ölümün o soğuk nefesini sırtımızda hissettik resmen. Çocuklar açısından bu durumu zamanla kabul edip yıllarca içlerinde yaşatacak olmaları ve bu acının hatırasıyla yaşamayı öğrenebilmeleri epeyce zaman alacağa benziyordu. Kıyamet boyutunda bir felaket olarak hafızalarda yer edinecek olması, zamanın süzgecinden geçerek insanlığa verdiği acı bir mesajla hatırlanacak olması ise şimdiden bellekleri sarsıyordu. Canlarımızı çokça yakan kötü bir anı olarak yer alacak; insanlık tarihine kalıcı bir travmayla iz bırakacaktı ne yazık ki… İnsanın yüreğine işleyen de buydu aslında.

    Ben ise bu saatten sonra kendimi nasıl toparlayacaktım ve çocuklarıma nasıl kol kanat gerecektim hiçbir fikrim yoktu. Bunun hakkında hiçbir şey düşünmek dahi istemiyordum. Anne olmak elbette zordu ama asıl mesele şimdi anne olabilmenin sorumluluğunu katbekat üzerimde taşıyacak olmanın verdiği endişe ve kaygının telaşı iyice sarmıştı içimi, asıl bu düşündürüyordu beni. Allah’ım ne olur bu yaşanılanlar bir rüya olsaydı ve biz bunları hiç yaşamamış olsaydık. Bağıra bağıra ağlamak istiyorum hatta haykırmak istiyordum bütün dünyaya! Tüm bu yükü tek başıma taşıyacak olmanın vereceği zorluk ise beni derinden düşündüren kısmıydı. Ömür boyunca tek başıma bu sorumluluğu ve üzüntüyü taşıyor olacaktım bilakis. Yanımda kimseler olmayacaktı. Çocuklarımın varlığına ve yaşıyor olmalarına binlerce kez Allah’a şükretsem de bundan sonra eşimin ya ruhen ya bedenen bizimle olmayacak olması ve kendimizi onun yokluğuna alıştırmamız öyle göründüğü kadar kolay olmayacaktı bizim açımızdan, kesinlikle bunu biliyordum. Çocuklar ise “anne, babamız enkazdan çıkıp ne zaman yanımıza gelecek?”, diye sorular sordukça iyice kötü oluyor ve olduğum yerde ağlama krizlerine giriyordum. 

Onlar ise olup biten her şeyi kendilerince anlamaya çalışıyor ve neden burada olduğumuzu dahi pek anlamlandıramıyorlardı. Çocuklar, “bizim bir evimiz yok artık” diyebilmek çok acımasızlık olurdu onlar için. Henüz kaç yaşındalardı ki bu travmanın asıl muhatabı olsunlar. Bu onlara yapılabilecek en büyük kötülük olurdu üstelik ve benim onlar için yapabileceğim tek şey sadece yanlarında olduğumu -elim kolum tutmasa dahi- bunu onlara hissettirebilmekti ve “korkmanıza gerek yok çocuklar, bakın ben burada yanınızdayım diyebilmek” en büyük güç olacaktı aslında onlara.  Bu saatten sonra sadece avutabilirdim onları, onların beklediği tek şey de buydu kesinlikle. Bende ise o takat, o mecal yoktu. Artık kolay kolay toparlanacağa benzemiyordum. Meryem Ana’m kadar güçlü olamamıştım ben hayatta hiçbir zaman. Meryem Ana’m hayata karşı hep güçlü ve dirayetli olmuştu. Ben ise sürekli şikâyet eden bir kadın profili çizmiştim belki de yaşadığım hayatta.

 Çocuklarımın bunu benden beklemeleri ise asla gözümden kaçmıyordu. Büyük bir felaketin sonucunda oldukları şehirden kilometrelerce ötedeki başka bir şehre getirilmeleri hiç de alışık olmadıkları bir durumdu onlar için. Yaşadıkları evden ayrılıp ve farklı bir yaşama mecbur bırakılmaları, hayatta her ne olursa olsun yaşama devam edebilmenin, var olabilmenin önemini özümseyebilmeleri epey zaman alacaktı. Yattığım yerden kafamı yirmi otuz santim yukarı doğru kaldırır kaldırmaz ise hiç de alışık olmadığım bir durumda demirden bir levha üzerine tekrardan bir yatağın kondurulmuş olması bir üst katta da yatan birisinin daha olduğu ihtimalini artırıyordu. Anlamsız gözlerle odanın içindeki demir yığınlarına bakakalmıştım öylece. İçleri kıyafet dolu irili ufaklı poşetlerin ve ayakkabı olmaktan çıkmış yıprak, yamru yumru olmuş nesnelerin varlığı beynimi istemsizce tırmalıyor ve acımı katbekat artırıyordu. Valiz denemeyecek kadar kötü bir şeyin içine tıkıştırdığımız birkaç parça kıyafet bizi bir iki gün de olsa kurtaracağa benziyordu. Bizle bunların nasıl bir bağlantısı vardı? Bir yandan bunu anlamaya çalışırken bir yandan geçmişte burada, bu odada olma isteği yerle bir olmuştu bütün belleğimde. Şimdi her şey çok acımasız gözüküyordu. Gereksiz bir hayal, nasıl ve ne şekilde bununla yüzleşmemi sağlamıştı. Oysa ben hiçbiriyle yüzleşmeyi istemiyordum, hiçbiri umurumda bile değildi. Ellerimin arasından kayıp gidenleri; ailemi, sevdiklerimi, bu saatten sonra asla geri getirmeyecekti. Ve biz bir daha asla aynı şehirde ve aynı evde yaşayan kişiler olamayacaktık. “Bu felaket yaşamayanın anlayabileceği bir şey değildi.” İçimde dağlar kadar yanan bir ateş vardı.

Garip bir tuhaflıkla pencereye doğru baktım ve pencerenin önünde duran o hayalin yabancı birisine ait olduğunu hatta benden çok uzakta kurulmuş bir hayalin meğerse bir kız çocuğuna ait olduğunu şimdi anlamıştım. İşin en acı tarafı da buydu. Ben böyle olacağını bilseydim, bu hayali o vakitler asla kurmak istemezdim. Bu şekilde sonuçlanacağını bilseydim o vakitler, on beş yaşındaki bir genç kızın tek hayali olmaktan alıkoyardım kesinlikle. Şimdi ise geçmişte bana acı veren saçma sapan isteklerin ve hayallerin bedelini kendi gözyaşlarımla ödüyordum. Oysa senelerce bu odada güne uyanmanın bir kız öğrenciye verilen en güzel armağan olduğunu düşünmüştüm. Şimdi ise tam da hayalini kurduğum bu odada, hayallerimin bittiği noktadaydım kelimenin tam anlamıyla. Bu reva mıydı bana? Nasıl olur da bu odanın erişilmez ve ulaşılmaz olan şanına böyle bir kara leke düşmüştü şimdi. Bu kadar acının ardından yıllarca hayalini kurduğum bu odaya nasıl olur da böyle bir sebepten dolayı ve böyle bir yıkımdan sonra ulaşabilmiştim. Şimdi bu bana reva mıydı? Bir genç kızın kurduğu masum hayalin içine, felaketin tam ortasından ürkek ve korkak bir şekilde getirilmiştik. Ayaklarım geri gidiyordu. Şehirlerarası otobüslere tek tek bindirilmiştik. Yaşlı, çocuk, genç ve orta yaşlılardan oluşan bir grup depremzede… Yüz bilemedin yüz elli kişiden oluşan grup ve bir mahalleden geriye kalan enkaz yığınlarıydık işin açıkçası biz. Acımız büyüktü ve bizler bu acıyı tarif edemeyeceğimiz kadar yüzyılın felaketi diye tanımlayabilirdik sadece. Savaşlar, afetler ve salgınlar… Geride bıraktıkları ise sadece bu felaketlerin kalıntılarıydı. Burnumun direği dahi sızlamıyordu tam aksine yüreğim kan ağlıyordu. Arkamızda bıraktığımız o kadar çok hatıramızın oluşuna mı üzülmeliydim yoksa bu felaketten canlı canlı enkazın altında ölüme terk ettiğimiz canlara mı yanmalıydım? Oysa biz beş altı kız, her eylül ayında, otobüslere biner; yeni bir eğitim yılına güle oynaya hayallerimizi bu odaya peşimizden sürüklerdik.

Ranzalar değişmiş, bina ise elden geçirilmiş olmasına rağmen eskisi gibi havalı değildi haliyle ya da bana öyle geliyordu ne bileyim… Sanki her şey anlamını yitirmişti. Bütün güzellikleri bitmiş tükenmişti. Sadece geride bıraktığı duvarlarındaki kız çocuklarının neşeli sesiydi. Hangisinin sesini duyabilecektim ki bu saatten sonra? Kulaklarım sağır olmuştu artık. Sadece çığlık sesleri vardı kulaklarımda “İmdat! Sesimizi duyan birisi var mı?” Allah kahretsin! Kulaklarımda hala o acı ses vardı. Kulaklarımdaki bu acı cümleler şimdi boğazıma doğru kayıyor ve orada zehir zemberek olup bir düğüm atıyordu, çözülmemecesine!

Eskiden buranın her şeyi havalı gelirdi oysa bana. Burun kıvıracak kadar sığ bir tutum sergilememin kıvamını belirleyen şey neydi acaba o günlerde? Peki bunu yapabilecek küstahlık ve hadsizlik biraz daha farklı biraz daha insafsızca mıydı herkese ve her şeye rağmen? Zamanın eksik parçaları pervasız bir şekilde kendi kafasına göre tamamlanıyor ve biz bunun önüne bile geçememenin ıstırabını yaşıyorduk şimdi de. Çocuklarım ise acı acı gözümün içine bakıyorlar ve bir daha asla geriye dönemeyecek olmanın acı ihtimaliyle boğuşuyorlardı.

O günlerde bu odanın çok hayalini kuruyordum. 116 numaralı yatakhane benim için prestij meselesi haline gelmiş ve ben bunu yıllarca içimde bir sır gibi tutmuştum. Ben 116 numaralı yatakhanenin daimî talebesiyim diyebilmek sanırım o günlerde gurur verici bir duygunun öne çıkmasıydı hepimiz için. Yatılı okulda okumanın artıları ve eksileri vardı çoğu zaman. Kendini bu gibi durumlarda dışlanmış hissetmenin yarattığı duygusal boşluğun şimdi bambaşka bir duyguyla karşılık bulması inanılır gibi değildi. İçten içe kendimle hayatın muhasebesini tekrar etmiş ve geldiğim bu noktada isteklerimizin aslında yaşadığımız mekanların, zaman ve kişilerle ilintili olduğunu ve bunu gözler önüne düpedüz serdiğini fark etmiştim.