SEVDA AKYOL BAŞTIMAR/UMUT IŞIĞI

UMUT IŞIĞI

     Gözlerini açtığında saat on üçü gösteriyordu. Başının da dölyatağının da gövdesini sarsan ağrısı daha geçmemişti. Bütün gece acıyla kıvranmış, bir sağa bir sola dönmüş; ancak sabaha karşı uykuya dalabilmişti.

Dışarıda delice yağan çıvgının ışıklığından içeriye sızan soğuk esintisini yattığı yerden duyumsarcasına üşüyordu gövdesi. Üzerine çektiği, yıllar önce kendi elleriyle yünden dokuduğu turuncu örtüsüne sıkıca sarındı. İçi titriyordu. Yorgundu Ece, çok yorgun!

 Boynuna doladığı, babasının kendisine son armağanı olan mavi atkısını avucunun içiyle okşayıp uzun uzun kokladı. Birkaç ay önce kollarında son soluğunu veren babasını çalıştığı hastanede tüm olanaklarını kullanmasına karşın bu kez yaşama döndürememiş, yaşamdan kopuşuna sessizce tanık olup göz çukurlarından yanaklarına umarsızca süzülen gözyaşlarını acıyla yüreğine akıtmıştı o gece.

     Gece, acının kucağında inim inim inlemişti. Bu acıyı anlatan tümceleri kurmak ne zor işti, böyle! Ece, çok sevdiği biricik babasının yasını tutacak, onu yüreğinde ölümsüzleştirecekti. Bu işin başka çıkar yolu yoktu.

Ece, meslek yaşamında ellerinden sonsuzluğa kayan insanlara kimileyin soğuk kimileyin de sıcacık vuran ölümle onlarca kez yüzleşmiş, yaşamın kıyısında iyileşmeyi umutla bekleyen birçok insana da bu yolda gönüllü yoldaşlık etmiş biriydi. Uzmandı bu konuda. Sözün özü, insanın gövdesini bir ağ gibi saran bu ayrılık ateşinden kurtuluş olmadığını çok iyi bilirdi. Eşitlikçiydi ölüm.

Genç kadın, yaşamla ölüm arasındaki o inişli çıkışlı yolda bolca güzellikler biriktirmişti yüreğinde. Bilerek kimseyi incitmemiş, özdeksel varsıllığını gereksinimi olan insanlarla paylaşmıştı yıllarca. Şimdi ölmek zamanı mıydı ki? Daha gerçekleştirmek istediği düşleri vardı oysa. Bir yıl önce yakalandığı bu umarsız hastalığa karşı bir yandan savaşım vermeyi sürdürüyor bir yandan da beynini kemiren sorularına yanıt arıyordu.

Yaşama gözlerini çırılçıplak açıp yaşamdan çırılçıplak kopmak gibi bir gerçeğin, ölüm olanağı ile yüzleşmenin hafifliğini duyumsadı ansızın belleğinde. Silkelendi. Bu konuda iç sesiyle aynı düşüncede olduğu için çok mutluydu. Ölümden korkmuyordu kuşkusuz. Bu yerkürede tek gerçek, ölüm değil miydi? Ece, bunun bilincindeydi.

Uzandığı yerden yavaşça doğrulup bilgisunarını açtı. İki yıldır üzerinde çalıştığı, yarın yayınevine göndereceği betiğinin son dizelerini yeniden gözden geçirdi. Öykünün sonunda ayrılık vardı. Mutlu sonları severdi oysa Ece. Uzun uzun düşündü. Öykünün başkişisi Esrigün, umarsız bir hastalığa yakalanıyor, genç yaşta yaşamdan kopuyordu. Birbirini seven iki tutkulu yüreğin düşleri böylelikle yarım kalıyordu. Yoksa sevenleri birleştirmeli miydi öykünün sonunda? Kararsız kalmıştı. Şu anki tinsel yapısı duygularına da düşüncelerine de yansıyordu kuşkusuz.

 Daha adını koymadığı bu betik, Ece’nin ilk göz ağrısı, ölmeden önce yayımlandığını görmekse en büyük dileğiydi.

Düşüncelerinden bir çırpıda sıyrılıp ocaklığa doğru ilerledi. Kendine çay demledi. Bir dilim ekmeğe çilek reçeli sürüp ağzına götürdü. Yutmayı denedi. Karnı acıkmıştı. Uzun zamandır ilk kez karnı acıkmıştı. Gövdesindeki ağrıyı duyumsamayışının ayırdına varınca ansızın çocuklar gibi sevindi. Bu duyguyu yaşamayan bilemezdi. Geçen gün kendine bir yumurta kırmış, yutamadığı için kokusunu içine çekmekle yetinmişti. Kimi şeylerin değerini insan yitirince anlarmış ya, işte öyle bir duyguydu bu yaşanan.

Ocaklıktan çıkıp geçeneğin biraz ilerisinde duvarda asılı duran gözgünün önünde duraksadı. Yüzüne baktı uzun uzun. Yeni yeni çıkmaya başlayan saçlarını iki parmağının yardımıyla yokladı. Benzi solgun, yanakları çöküktü. İyi olacaksın, dedi kendi kendine. Gücünü toparlar toparlamaz işine geri döneceksin. Umudunu yitirmek zamanı değil şimdi. Ansızın çalan telefonun sesiyle irkildi. Arayan, aynı hastanede yıllardır birlikte çalıştığı iş arkadaşı Soner’di.

Soner, hastalık sürecinde kendisiyle yakından ilgilenmiş, Ece’nin iyileşebilmesi için elinden gelen tüm olanaklarını kısıntısız kullanmıştı.  Acı acı çalan telefonu açmak istemedi Ece. Elleri geri geri gitti. Geçen gün hastanede kan vermiş, sonuçlar daha çıkmamıştı. Kesin onun için arıyordu Soner kendisini. Yüreği ağzına geldi. Telefon birkaç dakika sonra durmaksızın yeniden çalmaya başladı. Kendini toparlayıp telefonu kulağına dayadı.

 – İyi günler Ece. Ben Soner.

 – İyi günler Soner, diyebildi Ece yavaşça.

Sözcükler diline dolanıyordu sanki. Duyacaklarından korkarcasına başını öne eğdi. O an başının ağrısı da dölyatağındaki sızı da ansızın yok olmuştu.

 – Bugün sana güzel sonuçlar ileteceğim, dedi Soner. Sesi oldukça yorgun geliyordu.

 – Dölyatağını saran kötücül ura karşı uyguladığımız sağaltım yanıt verdi. Çok mutluyum. Sonuçlar temiz çıktı Ece. Kısa zamanda olağanüstü bir gelişme var. Haftaya bana uğrayabilir misin? Bundan sonra nasıl bir sağaltım uygulayacağımız konusunda seninle konuşmak istiyorum. O zamana kadar ilaçlarını düzenli bir şekilde al, olur mu? Haftaya görüşmek üzere…  Şimdilik hoşça kal.

Tümceleri ardı ardına soluklanmadan sıralayan Soner, Ece’nin kendisine yanıt vermesini beklemeden telefonu kapattı. Ece, donakalan gövdesiyle olduğu yerde yanındaki koltuğa yığıldı. Göz pınarları çağladı istemsizce. Kırpıştırdığı gözlerinden akan yaş, kirpik uçlarına dağıldı. Genç kadın bir şeyler söylemek istedi. Ancak ne ağzından bir söz ne de dilinden ses çıktı.

Ansızın kalkıp bahçeye doğru açılan kapıyı araladı. Dışarıda delice yağan çıvgın, yerini kar tanelerine bırakmıştı. Islak otların üzerine uzandı. İçine düştüğü bu boşluk Ece’ye anlamlandıramadığı duygular yaşatıyordu. Bu duyguyu şimdiye değin hiç tatmamıştı genç kadın. Üşümüyordu da üstelik! Sırılsıklam olduğunu duyumsamayacak kadar şaşkındı. Kollarını yana açıp gökyüzünden üzerine döne döne düşen kar tanelerini izledi uzun uzun. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Eliyle bir tutam ıslak ot koparıp yüzüne değdirdi.

-Sen yaşamsın, diyerek fısıldadı otlara ışıldayan gözlerle. Bense bu yaşamın kıyısında soluklanan yalnız bir yolcu…