Satır Aralarının Belgeselcisi NEBİL ÖZGENTÜRK ile Söyleşi
*Adana deyince sanatseverler olarak hemen “Altın Koza Film ve Sanat Şenliği” geliyor aklımıza.Yönetim kurulundasınız.Söyleşiye Altın Koza’dan söz ederek başlayalım mı?
Altın Koza bizim çocukluğumuzun festivali. Sekiz dokuz yaşındaydım 1969’da Adana’da festival ilk kez yapıldı. Yılmaz Güney’lerle Türkan Şoray’larla Fatma Girik’lerle müthiş bir şenlikti. Adana sinemayı çok seven bir kenttir. Yıllar boyunca, yüzlerce yazlık sinema vardı burada. Örneğin bizim semtte her mahallede bir yazlık sinema vardı. Hiç unutmuyorum, bizim mahalledekinin adı Sema Sineması’ydı Vizontele film sahnesi gibi arkadan evlerden izlerdik filmleri. Bazen yabancı, Amerikan bazen Türk filmleri çok hoşumuza giderdi. İnanılmaz keyifli sinema günleri geçirdik. Festival 1969’lardan 1980’lere kadar yapıldı. Sonra bazı siyasi sorunlar yüzünden sanırım 12 yıl kadar durdu. 1990 yılları başında, o zamanki belediye başkanı benim gibi televizyona çıkan, ayrıca sinemada olan insanları davet etti, yeniden başlatıldı. Şimdi 55.yılı kutlanıyor. Ben de altı yıldır yönetim kurulu üyesiyim. Hem memleketime hizmet ediyorum bir anlamda hem de sinema severlere katkı sunmak istiyorum. Hem de sinema camiasına, film üretenlere… Festivalle bir anlamda sinerji yaratılıyor. Burada parasal ödül alan insanlar, yeni filmlerini daha heyecanla çekiyorlar. Çok iyi kadrolar kuruyoruz. Çok değerli jüri üyeleri olsun istiyoruz, hem de onur ödülleri alanlar. Yönetim kurulu olarak, her yıl yeni fikirler ürettik. Bu sene de iyi bir festival hazırlığı yaptık diye düşünüyorum. 23 Eylül’de başlayacak, 29 Eylül’de de son bulacak.
*Şimdi çocukluğunuza doğru gidelim isterim. Anadolu’da erkek çocuklar erken yaşta çıraklığa verilir. Sizin babanız berber olduğu için onun yanında çıraklığa başladığınızı öğreniyoruz, Bu dönemden söz edermisiniz?
Babam çiftçilik yapardı, daha doğrusu tarımla ilgilenirdi. Burası narenciye bölgesi. Portakal, imon, turunç ve mandalina üreten bahçeleri kiralardı. Çocukluğumda, yıllar boyunca ben onunla da çok ilgilendim. Hatta babamın bir de sünnetçiliği vardı, berberliğinin yanında. Üç ayrı mesleği vardı. Ben de böyle çıraklık derken, bizim dönemimizde pek çok çocuk biraz hayatı öğrensin diye babasının veya amcasının yanında, bazen de komşusunun yanında, işyerlerinde insani ilişkileri kurmayı öğrenirler. Ben de babamın yanında ilk ve ortaokulda, sembolik olarak ,okul çıkışlarında, yaz günlerinde çalıştım. Babamın berber dükkanı çok insanın geldiği bir yerdi. Dükkan çok kalabalık olurdu beni de patronun oğlu olarak önemser ve severlerdi. Bu dönem benim için önemli bir hayat tecrübesi oldu. Babamın dünyasını izlerdim, benim için çok değerli. Babamı da anladığım bir dönem oldu bu dönem. Çok güzel insanlar gelirdi hepsinden çok etkilendim. Adana’nın ileri gelenleri, edebiyat severler, sanatçılar, iş adamları gelirdi, tüccarlar gelirdi, iyi insanlar gelirdi . Mutlaka onlardan çok değerli şeyler öğrendim, onların dünyasından kelimeler girmiştir benim dünyama.
* Babanızın dükkanında ve abinizin sanat camiasında olmasından dolayı,çocukluk yıllarınızda pek çok sanatçıyla karşılaşma imkanınız oldu,bunlardan sizi en çok etkileyen kişiler kimler?
Abim Ali Özgentürk’den dolayı evimize çok sayıda sanatçı gelirdi. Babamın da dükkanına çok sayıda sanatla ilgilenen insan gelirdi. Her yerde anlatırım, bizim evde yaşanan en önemli şey, Can Yücel cezaevine gelmişti ,burada sürgüne. Onun ailesi bizim evimizde kaldı. Abim “Selvi Boylum Al Yazmalım”,”Hazal “ filmlerini çekerken Türkan Şoray bizim evimizde kaldı. İki film de buralarda çekildi. Mardin’de çekildi ama Adana’dan geçildi. Yaşar Kemal’i buralarda tanıdım. Benim çocukluğumda Orhan Kemal İstanbul’daydı. Onu tanımayı çok isterdim ama onu duyardık. Efsanevi olarak Yılmaz Güney’i tanıdım tabii.1974 yılında burada o feci olay yaşandı, tanık olmadım ama cinayetten bir gün önce Adana’da yapılan “Arkadaş” filminin galasında Yılmaz Güney’i gördüm. Abim tanıştırdı. Küçük bir çocuk olarak tanıştım, sonra cezaevine girdi, yıllar boyunca.
* Çalışma hayatınız muhabirlik ile başlıyor, daha sonra savaş muhabirliğine geçiyorsunuz . Sonra bir gazetede her hafta röportajlar yayınlamaya başlıyorsunuz; röportajlarınızı “Bir Yudum İnsan “adlı kitabınızda topluyor, 1992’de belgesel haline getiriyorsunuz. Böylece belgeselcilik yolculuğu başlıyor. Bu yolculuğun dönüm noktalarından söz eder misiniz?
Uzun yıllar, gazetecilik tecrübesiyle yazı yazmaya çok önem verdim. Büyükler nasıl yazıyor,sevdiğim yazarlar nasıl yazıyor diye dikkat ettim. Aziz Nesin, Yaşar Kemal,Çetin Altan,İlhan Selçuk gibi yazarlar… Uğur Mumcu’nun yazılarını okuyordum; hepsi çok iyi köşe yazarları. Fikret Otyam da var tabii, onların içinde, sayamadığım çok isim de var. Onların hepsi gazetecilik yaptılar, sonra romanlar,t iyatro oyunları çıktı. Onlara biraz benzemek istedim. Bu isimler yanında edebiyatçılar da beni çok etkiledi.Edebiyata kaymak istedim. O yüzden yazılarımda dil olarak biraz romantik, daha edebi diller kullanmaya başladım. Bu yüzden de Sabah gazetesinde portre yazılar başladı. İşte o “Bir Yudum İnsan” kitabı oldu dediğiniz gibi. Özel televizyonlar daha yeni kurulmuştu,belgesel haline getirmemi teklif ettiler.Bunu önemsedim. Doğrusu Mehmed Ali Bİrand’ın belgesellerinden etkilendim. Röportajdan çok, anlatım dediğimiz; yani belgesel yönetmeninin anlattığı bir format daha çok beni çekmiştir. Bu da sinematografik oldu. Daha kalıcı hale geldi. Röportajlar değerli ancak anlatılan şeyi, öykü olarak ,belgesel yazarının yazması daha çarpıcı oldu. Ben de belgesellerde özellikle çok vurucu öyküleri olan, hayatında çok iniş çıkışları olan, darbeler görmüş,harpler görmüş,işkenceler görmüş,acılar görmüş ya da büyük başarılar elde etmiş, rengarenk insanların belgesellerini yapmaya çalıştım. O zamanların ATV’si gibi büyük bir kanalda ilgi çekti.Anlatılanlar,illa çok başarılı insanlar değildi.Hiç unutmuyorum,Turgut Özal döneminde dolandırıcılar kralı RAKİ vardı ,Sülün Osman gibi.Onları da anlatıyordum.Tabii, onların hayatını olumlu anlatmıyordum.İbret olsun diye. Şikeci Varol’un hikayesini anlatıyordum. Böylece nasıl öyle olmamak gerektiğini de anlatıyordum.Aslında sistemi anlatıyordum. Bir yandan da Yaşar Kemal gibi Attila İlhan gibi de değerli edebiyat insanlarının acılarını, işkencelerini, okuldan atılmalarını anlatıyordum İşte, Nazım şiiri okuduğu için Attila İlhan’ın okuldan atılması gibi. Kemalettin Tuğcu’yu ,ayağı sakat bir kişiyi , kendisini hayal kahramanı yaparak sadece çocuk öykü kitapları yazan bir insanı anlatıyordum. Böyle birbirinden farklı insanlar. .Her hafta özellikle çarpıcı öykü arıyordum. Tabii ki çok okuyan bir ekip olması gerekiyor. Bunların yapılabilmesi için çok okumak gerekiyor. Ocağın 15’inde yayınlanacak bir belgeseli biz eylül ayında düşünüyorduk. Biri bitiyor, biri başlıyordu. Sonra mart ayında yayınlanacak belgeseli, ekimde araştırmaya başlıyorduk. Etrafa bakarak kitaplardan yola çıkarak, satır aralarından yola çıkarak, bir isme karar verip o ismin etrafında dolanıyorduk. O ismi de bulup onunla uzun röportajlar yapıp ondan aldığımız cevaplar üzerine kitapları da okuyarak altmış dakikalık özel bir format çıkarıyorduk.
*Hazırlarken sizi en çok etkileyen, içine çeken belgeselleriniz hangileri?
Her zaman söylüyorum, aslında bu ülkenin sanat insanlarının çoğunun hayatında hüzün var. Düşünsenize ,Yaşar Kemal’in çocukluk öyküsü beni çok etkilemiştir. Gözlerinin önünde babasını öldürüyorlar. Bu çok çarpıcı, acı bir şey. Ve babası öldürülen, babasız kalan bir çocuğun o köyde ağıtlar, destanlar okuyarak sonra dev romanlar yazması beni çok etkiler. Lise ikide Nazım Hikmet şiiri okudu ya da bir ders notuna veya sevgilisine bir mektupta yazdı diye okuldan atılan bir Attila İlhan, beni çok etkilemiştir. Bunun yanı sıra Gazanfer Özcan gibi çok değerli tiyatro oyuncusunun bir zamanların “avantür sex” gibi anlatılan filmlerde farkında olmadan oynatılması, biraz da tiyatrosunu ayakta tutmak için oynatılması beni çok etkilemiştir. Orhan Kemal, başlı başına bir öyküdür. Onunla bir röportaj yapma şansım olmadı ama Orhan Kemal belgeselimi çok önemserim; çünkü babası adalet bakanlığı yapmış 1925 yılında. Ama daha sonra sürgüne gönderilmiş. Babasıyla beraber Halep’e gitmiş, bir süre sonra kaçıp ülkesine dönmüş. Babası ise ülkesine yıllar sonra dönmüş. Bunca güçlü görünen, bakanlık yapmış biri olmasına rağmen yoksullaşmışlar ve Orhan Kemal sıradan bir fabrika işçisi olmuş, sonra hayata bakın ki askerken Nazım Hikmet kitabını bulundurduğu için hapse düşmüş hem de Nazım’la aynı koğuşa. Böyle ilişkiler, ilginç hayat izdüşümleri. Bunlar beni hep etkilemiştir, say say bitmez. Etkilemeyen portreleri yazamıyordum, sadece başarı öyküleri anlatamıyordum . O başarı yolunda giderken ilginç hikayeleri olanlardı beni etkileyen. İyi resim yapan, iyi şarkı söyleyen değildi benim konularım, bunu yaparken o yol nasıl oluştu, o yolun sonuna nasıl geldi diye bakıyordum.
* Çok sayıda ödül aldınız, en son da uluslarası bir ödülünüz var. Nasıl bir duygu bu kadar çok ödül almak?
Almadığımız ödül yok gibi , Türkiye’nin bütün ödüllerini aldık. En son iki gün önce bir ödül daha aldık, böylece uluslararası ödül de aldık diyebilirim; gerçi daha önce de almıştık.
Hindistan’da mükemmellik ödülü aldık. “Cumhuriyet kadını Madelet” adlı bir hanımefendinin öyküsü. Bremen’de yaşayan bir Cumhuriyet kadınının hüzünlü sonu olan bir öykü. Yönetmenliğini yaptığım belgesel, Hindistan’da TRT yapımcısı Hüseyin Başusta tarafından “12. Noida Uluslararası Festivali”nde yarışmaya katıldı. Madelet Hanım, Hüseyin Bey’in eşidir zaten, onun belgeselini yapmamızı istedi.
Daha önce de Sedat Simavi ödülünden tutun Cumhurbaşkanlığı ödülüne kadar pek çok belgeselimiz iyi ödüller aldı. Sanırım benim yönetmenliğini yaptığım programlar ve belgesellerin ödüllerinin toplamı üç yüz diyebiliriz. İrili ufaklı ödüller bunlar. İnsan onurlandırıldığı zaman tabii ki mutlu olur. Alkış ve ödül, roman yazan ,sinema eseri yapan, belgesel üreten, resim yapan sanat insanlarını motive eder. Aldığımız ödüller bizi motive etti daha iyi şeyler yapmaya götürdü.
8 Mart 2023’te harika bir belgesel çekerek kadınlara armağan ettiniz. Bu belgesel fikri nasıl oluştu?
Çok ilginç bir öyküsü var onun. Belgeselden çok kısa film diyebiliriz. İş adamı çok değerli bir dostum var, Hasan bey. Beni izleyen , bana ulaşan bir insan. Hasan Basri Aksu, ODTÜ mezunu bir mühendis. Dedi ki kardeşim ben üniversite yıllarından beri Nazım Hikmet’in “Kuva-yı Milliye Destanı”nın “Kadınlarımız” bölümünü yüreğime nakşettim. Karıma okudum, dostlarıma okudum. Yıllardır okuyorum, istiyorum ki bunu bir belgesel ve sinema tadında canlandırsak oyuncular kullanarak çekebilir miyiz? Bütçesi bana ait bir şey istemiyorum sizden , adımı bile koymanıza gerek yok. Ama abi sizin adınızı röportajlarım da en azından söyleyeyim dedim, ona evet dedi. Böylece sekiz aylık bir hazırlıkla, meşhur şiirde olduğu gibi “ Akşehir üstünden Afyon’a doğru” der ya, biz de o bölgede yani Afyon Ovası’na yakın Kula bölgesinde köylü kadınları kullanarak Meltem Cumbul’dan Salih Kalyon’a, Onur Akın’a kadar pek çok dostumuzun bir anlamda oyuncu olarak değerlendiği, sanırım 60-70 kişilik bir kadınlar grubuyla Anemon Otel’e bağlı yanık ülke bağlarında çekildi. Haluk Bilginer, Mehmet Aslantuğ, Selçuk Yöntem seslendirdiler. Böylece 8 Mart’a hiç kimsenin çıkar elde etmediği, bütçenin tamamen harcandığı, çok değerli 75 kişilik bir teknik ekibin çalıştığı toplamda üç ay süren bir kısa film çektik. Mustafa Kemal Atatürk’ü de Hakan Bilgin kardeşim canlandırdı, Derya Ergün kardeşim de makyajları yaptı, yardımcı oldu. Böylece hayata, tarihe kalan “Kadınlarımız “ şiirinin klibini ama kısa film tadında, 15 dakikalık bir kısa film belgesel yapmış olduk.
* Çok sayıda kitabınız var ,kitap yazmak mı belgeselcilik mi? Hangisi sizi daha çok heyecanlandırıyor.
Aslında ben belgesellerimin kitap olmasını seviyorum. Söz uçar yazı kalır, belgesel yıllar boyunca döner, kuşaktan kuşağa. Tabii, kitap da kalır zaten ama ben belgesellerimi ya da kamera arkasını kısa kısa beşer sayfalık öyküler halinde, diyelim ki 60 portrelik kitaplar yaptım .Bugüne kadar gördüğünüz pek çok kitabımın özeti belgesellerden yapılmıştır . Kimi insan telefon izlemez, kitaba sarılır kimi de kitaba sarılmaz ekrana bakar, birbirini tamamlar. Daha çok belgesel yönetmeni olarak algılandım bugüne kadar, sorduğunuz için söylüyorum, belgeselle anılmak benim çok hoşuma gidiyor. Bana yarın yarışma programı sun deseler ,sunmam. Benim için bir konuda daha iyi hatta en iyi olmaya çalışmak daha mutlu ediyor . Belgesellerde iyi şeyler kalıcı şeyler üretmeyi seviyorum; hatta yeni kuşakların da anlayabileceği onların da dünyasına girecek ama ülkeyi, tarihi, hayatı anlatan, bize iyiliği ,güzelliği ,vicdanı, özgürlüğü, barışı çağıran belgeseller yapmak istiyorum ömrüm boyunca.
*Bugünkü Türkiye’de belgeselcilik sizce ne durumda?
Kötü durumda değil, her yerde belgesel yine var. Bizler yapmaya devam ediyoruz, sizinle konuşurken bile ben üç belgeselle ilgili çalışmaları sürdürüyorum. 6 Eylül’de yeni bir belgeselin galası var: “Vicdanımızın Hatıra Defteri “.Basın gösterimini yapacağız davetli şekilde. Kuva-yi Milliye dönemindeki fırtınalı günlerde , kan ve ateş günlerinde; ayrı dinde ayrı dilde insanların kardeşlik öykülerini anlatacağız. Sonra Atatürk İzmit’ini yaptık. Zülfü Livaneli belgeseli yapacağız, bitmek üzere. Yeni belgeseller yolda. Belgesellerle yolculuğa devam
*Altıncı Edremit kitap fuarında bize Nazım Hikmet belgeselinin kısaltılmış şeklini sundunuz, teşekkür ederiz .Bu, Nazım’la ilgili altıncı belgeseliniz. Nazım Hikmet’in mezarı Türkiye’de bir çınar altına taşınana kadar Nazım belgeselleri yapmaya devam edecek misiniz?
Nazım her zaman büyük hikayeler barındıran bir kahramanımız ,değerimiz. Bir gün Nazım’ın bir arkadaşının hikayesini belgesel yapmıştım, Sibirya’da sürgünde kalan, orada ölen birinin Nazım’la ilişkisini. Bir başka gün Nazım’ın şiirlerini anlatmıştım. Size bir başka Nazım belgeseli hayalimden söz edeyim. Nazım’ın şiirlerindeki kalp veya yürek meselesini anlatacağız hem de kalp profesörü kardiyolog Bingür Sönmez’ le.
Nazım hani der ya “Hoşgeldin Bebek “şiirinde -seni bekliyor ince hastalık, yürek enfarktı, kanser falan- Nazım’ın yine beş şiirinden birinde yüreğiyle ilgili bir dize yazar . Neden biliyor musunuz? Yirmili yaşlardan itibaren cezaevinde, otuzlu yaşlara geldiğinde yüreğinde bir sızı başlar, yürek yarası, yürek hastalığı başlar. Bu arttıkça artar ve altmış bir yaşında kaybederiz onu yüreğinden dolayı . Bu yüzden hastanelere ,doktorlara çok sık gitmiştir, yüreğiyle hesaplaşmıştır hep. Bu yüzden Nazım’la ilgili konu bitmez. Nazım, Türkiye gibidir. Mezarını taşıma konusuna gelince ben, bu konuda vasiyetin uygulanmasından yana olan biriyim. Ancak benim elimde değil, Nazım’ın ailesi de yok biliyorsunuz. Vasiyeti var ama bunu sadece ailesi isteyebilir, ailesinden kimse kalmadı. Devletler arası protokol imzalanırsa belki. Kimisi karşı çıkıyor Türkiye’de mezarına bakılmaz falan diye. Kısmet olursa bir gün. Çünkü ben babamın vasiyetinin yerine gelmesi için de elimden geleni yaptım. Yaşadığımız evi okul yapın dedi, şu anda Adana’da bizim doğduğumuz, büyüdüğümüz ev altı yüz çocuğun girip çıktığı, yoksul çocukların ders gördüğü, kurs gördüğü, bilgisayar eğitimi, resim dersi aldığı Süleyman Özgentürk adlı bir eğitim birimi.
Çığ Dergisi için bir mesajınız var mı?
Ben bu tip dergilerin hep büyümesinden, kalmasından yanayım. Adı Çığ olan, güzel bir ismi var bu derginin. Yıllarca internette olsun, basılı olsun, desteklenmesini isterim. Edebiyat dergileri çok iyi bir araçtır, hatta okullara girsin isterim. Okulların müfredatında edebiyat ne yazık ki üvey evlat. Edebiyatı anlatmak gerekiyor bir şekilde ya da bulunduğumuz çevrede .Yerel şehirlerde bazen belediye başkanının masasında bazen bir esnafın masasında dergiler görüyorum ve gelenler tarafından da okunması gerektiğini düşünüyorum. Başarılar diliyorum.
Kitap fuarları ne güzel buluşma alanlarıdır. Altıncı Edremit Kitap fuarında ,yoğun temponuz arasında sizinle buluşmak,söyleşi yapmak olanağı bulduğum için çok mutluyum. Çığ dergisi okuyucuları adına teşekkür ederim. Yenilerinde buluşmak dileğiyle…
Hikmet Işık Cankat