AYDIN ŞİMŞEK/NİÇİN YAZIYORLAR?

NİÇİN YAZIYORLAR?

“Doğa bize her zaman ipucu sunar. Sürekli bir şeyler çıtlatıp durur. Ve derken birdenbire ipucunu yakalarız.”

          Robert Frost

Hemen tüm yazarlara yöneltilen; “Niçin yazıyorsunuz? Nasıl yazıyorsunuz?” sorularının can sıkıcı olduğunun bilincinde değilizdir çoğu zaman. Dahası, böyle sorular karşısında yazarın da  metnin de tüm yönleriyle kesinlemelere dayalı bir yanıt verebilmesi çok zor ne yazık ki. Her yazar kendince yaklaşabilir bu sorulara ve yanıtları da sınırlıdır.

Bilinir ki birçok yazar, niçin yazdığını ve nasıl yazdığını kesinliklere dayandırarak yanıtlayamaz. Çoğu zaman bunun üzerine düşünmek bile istemez. Hemen tüm yazarlar bu ve benzer soruları kendilerine yöneltmişler, çeşitli yanıtlar aramışlar; sosyolojik, psikolojik, politik yaklaşımlarla kendilerini açıklamaya çalışmışlardır. Ama her defasında da başka bir gerekçeyle kendi yanıtlarını çoğaltmaktan geri duramamışlardır. Önceki nedenleriyle çelişmişler, yazının devinimi ve deneyselliği karşısında yeni nedenlere sığınmışlardır.

Çoğu zaman yazarın kendisiyle de çatışıklı olduğu bilinmektedir; yazarın kendi yaşamıyla yazı yaşamının, kendi zamanıyla yazı zamanın uyumlu olmadığını düşünürsek birçok yazar “niçin yazdığını” tek bir nedenle açıklayamaz. Bütüncül olmayan gerekçeleri vardır yazarın ve bu gerekçeler sıklıkla başka gerekçelerle yer değiştirir.

Bir yazarı oluşturan şeyleri ve bunların yazarın yazı kimyasına nasıl katıldığını (genetik ve kültürel mirasının, içine doğduğu toplumsal hayatın, bilinçaltının, eğitim süreçlerinin, politik, ideolojik örgütlenmesinin vs.) tam olarak açıklayabileceğimiz bir olanağa sahip değiliz. Yazarın kendi süreçlerini de tam ve kusursuz olarak bilmesi olanaklı gözükmüyor. Böyle olunca yazara yöneltilen niçin ve nasıl yazıyorsunuz sorusu, sıkıntılı bir durum çıkartıyor ortaya.

Yazı söz konusu olunca en sancılı durum; yazarın kendisini, yazısını ya da nasıl yazdığını açıklamaya zorlanmasıdır. Açıklama, açıkça anlatma zorunluluğu birçok şeyin olduğu gibi yazının da yazarın da üzerinde dolaylı bir şiddettir. Çünkü hiçbir yazı serüveni kendisiyle tartışmasız ve nedensellikten arınmış olarak yola çıkamaz, tek bir nedene dayanarak açıklanamaz. Yazma sanatı da zamana bağlı ve kusurlu bir oluşumdur. Belki de yazar, yaşamı boyunca idealize ettiği bir yazıyı kuramayacağı için duygusal, düşünsel, fiziksel kusurlarını yazar. Bu bir bakıma yaşadığı dünyaya karşı duygularını ve düşüncelerini bildirmektir.

Yazarın itirazlarından, baş eğişlerinden, kendini kuşatan dış gerçeklikten hem de kendi gerçekliğinden oluşan kendisi ve ‘öteki’den kurulmuş bir üst dildir yazı. Bu dünyada yaşadığını, daha da önemlisi “nasıl yaşadığını” dilin olanaklarıyla ortaya koyarak duyumsatır yazar. Yazı hem şimdiye hem de geleceğe bir varoluş sorusudur. Bu yüzden araya girmek gibi bir işlevi vardır yazının. Gündelik ve sıradan akışın arasına girerek yeni bakış açıları, düşünme biçimleri sezdirmeyi sever. Yazmak, araya girerek dilsel-düşünsel-sezgisel eylemde bulunmaktır.

“Gerçek bir yazara ‘Niçin yazıyorsun?’ diye sormak, bir kuşa ‘Niçin ötüyorsun?’ bir güle ‘Niçin güzel kokuyorsun?’ ya da bir dalgaya ‘Kıyıya çarpınca neden kırılıyorsun?’ sorularını sormaya benzer. Elbette yan dürtüler de vardır.  Hepimiz para kazanma umuduyla üne kavuşma umuduyla yazarız. Ama en çok da yazmadan edemeyeceğimiz için yazarız. Bu içten gelen bir zorunluluktur, karşı koymak istesek de bu zorlamayı duymadan edemeyiz. Öylesine güçlü bir zorunluluktur ki bu, sayısız örnekte görebileceğimiz gibi insanlar yazarlık uğruna eşlerinden, çocuklarından, ana-babalarından, yazdıklarının getireceğinden çok daha fazlasını kazandıracak mesleklerden bile vazgeçmeye hazırdırlar.”

Gerçekten de imkânsız mıdır, “Niçin ve nasıl yazıyorsunuz?” sorularını yanıtlamak? Birçok yazarın açıklamaları, yazı tarihinin mirasları arasında sayılan “Niçin ve nasıl yazıyorum?” başlıklı çalışmaları boşuna bir çaba mıdır?

Yazının zaman karşısında, yazarın da kendi yazdıkları karşısında nasıl bir sonla karşılaşacağını bilemiyor oluşu ilginç kılıyor yazı sanatını. İlginç, can sıkıcı, delirtici ve çekici… Öyle bir çıkmaz ki bu; günümüz için çok değerli, çok okunan, çok anlamlı bir metin zaman karşısında bir hiç oluveriyor. Zaman karşısında tutunamayan bir yazının yazarını çoktan terk ettiğini söyleyebiliriz. Aslına bakarsanız yazarın en büyük belalısı hatta yok edicisi yine kendi yazdıklarıdır. Birçok seminerde, panelde ve derste söylediğimi yineleyeyim: Yazı, yazarını yok etmeyi amaç edinir. Amacını zorlayan bir söz gibi görünse de gerçeklik taşıyor. Her yazı yazarıyla beraber ve yazarından bağımsız bir süreçtir çünkü. Yazının tarihsel, bilgisel, deneysel, sezgisel, akılsal süreçlerinde kendini eğitmemiş bir yazarın kaderi tamamen yazının eline geçer. Ve yazı yazarına sürekli, “Sen mükemmelsin, mükemmel bir iş çıkarttın… Mükemmel bir metin yazdın, böyle bir kurmacayı kimse denememişti…Sen olağanüstü bir yazarsın, vb.” duygusunu aşılar. Yazar da çoktan teslim olmuştur yazının bu tür okşayışlarına. Oysa kendisinden onlarca belki de yüzlerce yıl öncesinde yazarın biricik sandığı bir konu, biçim, imge, izlek başka bir yazar tarafından tü-ketilmiştir bile.

Yazının insanı büyüleyen bir dünya olduğunu söylemeliyim. Bu dünyada çekiciliğine ve kokusuna hemen teslim olacağımız yüzlerce zehirli çiçek vardır. Çiçeklerin çekiciliğine ve büyüsüne hemen kapılmak mümkün. Daha ilk dokunuşta, ilk koklamada zarar görebilirsiniz. Bu bahçeye temkinli girmekte, bu çiçeklerin koklanmadan önce yakından tanımakta, olası zehirlerinin nasıl çıkartıldığını öğrenmekte yarar var. Yazı serüveni bilgisizliği, öncesizliği, nedensizliği kaldırmaz. Yazan kişi, yazar kişi olacaksa tarih bilincine sahip kişi olmak zorundadır.  Bu nedenle de yazan hemen herkes, yazı serüveninde yazdıklarıyla arasında belli bir mesafe oluşturmak zorundadır. Bu mesafeyi yazarın bilgisi ve yazısının içerisinde eleştirel tutumlar alabilmesi oluşturur. Yoksa bu uzun soluklu serüvende yazarı yok edecek olan, ona tutkuyla bağlı olduğu yazının kendisidir. Diğer bir söylemle yazan kişinin cahilliğini, bilgisizliğini ve tarih bilincinden yoksun oluşunu yazı affetmez.

Konumuza geri dönecek olursak; yazarın serüveniyle yazının serüveni bilinçlilik hallerini de içerir elbette. Ancak edebi bilgi ve bilinç; “Niçin ve nasıl yazıyorlar?” sorularına sınırlı yanıtlar vermeyi sağlar. “Nasıl ve niçin yazıyorsunuz?” sorularına verilecek yanıtlar arasında da yazarların yazım deneyimlerinin kimi süreçleri benzerlik gösterir. Elbette ki yazı, birçok alanın ilişkilendiği bireysel bir süreçtir ve bu süreç yazardan yazara farklılığını da bireysel olarak ifade eder. Ancak yaşanılan toplumsal duyarlıklar, farklı anlayıştaki yazarları zaman zaman benzer izleklerde buluşturur. Böylesi durumlarda yazarın biricikliği ile toplumsal hayatın içerikleri yan yana gelir ve yazardan yazara benzerlikler, benzer izlekler ortaya çıkabilir. Ama bu durum çoğu zaman sadece içerikte bir buluşmaktır. Biçim ise yine yazarın kendisiyle yani biricikliğiyle ilgilidir.

Stendhal, Balzac’a yazdığı bir mektupta; “Doğrusunu söylemek gerekirse, yazdıklarımı okutacak kadar yetenekli olduğumdan pek emin değilim. Bazen yazmaktan çok büyük bir zevk duyuyorum. Hepsi bu.” diyordu. Stendhal bir tutkuya işaret ediyor: “Gerçek tutkum, bilmek ve hissetmektir. Hiçbir zaman tatmin edemedim bu tutkumu… Kimdim? Kimim? Ne diyeceğimi bilemiyorum bu konuda.” diyerek sürdürüyordu yazma gerekçesini.

Genel olarak, dış dünyanın içerikleri, anlamları karşısında kendini ifade etme eylemidir yazı. Yazar hem yazı karşısında hem de dış dünyanın yerleşik anlamlandırmaları karşısında bütün cesaretini toplamak ve kullanmak zorundadır. Diğer yandan, yazan kişinin bilmesi gereken temel çıkış noktalarından birisi de hayat ya da yaşam onu söze-dile dökmek isteyen kişinin sandığından, gördüğünden, duyduğundan, duyumsadığından kaçınılmaz bir biçimde daha fazladır. Bu nedenle yazan kişi, yazdıklarıyla yaşama karşı yeni bir tavır alışı duyumsatmak zorundadır. Yazmak tekrar etmek değildir.

Kendini ifade edebilmenin amacı olarak yazı, kimi insanlara daha yakın gelmiştir hep. Atölyeye katılanların çoğunluğundan da benzer yanıtlar geliyor olması bir rastlantı değildir.

“Niçin yazıyorsunuz?” sorusu tuhaf bir sorudur ve bu soruyu yanıtlarken zorlanıyorsak, hayatla girdiğimiz karmaşık ilişkilerin, sonuçların bunda etkisi vardır. Hangi yazar hayat karşısında aldığı duruşun, okur ya da eleştirmen tarafından tümden ve önyargısız anlaşılabileceğini düşünebilir ki? Ya da yazısının içeriğini oluşturan sıkıntılı halleri, yazardan başka kim yeterince anlayabilir ki? Durum bu denli karışıkken, sanırım yazardan açıklama beklemek ya da onun kendisini bize anlamlı kılmasını beklemek, yazarı buna zorlamak ona uygulanan dolaylı şiddetten başka bir şey değildir. Ve çoğu zaman okur bu şiddetin neredeyse kendisidir.

Yazarın kendi hayatı ile yazı hayatının birikimleri, değerleri, yolları, gerçekle gerçeküstü halleri gibidir. Bu bir bakıma yazarın tümüyle ele geçirilemeyeceğinin, keşfedilemeyeceğinin de göstergesidir. Denebilir ki yazar, yazısının içerisinde bir “öteki”dir.

Yazının başına oturduğunda gündelik hayatın dışında, gündelik hayatın ilişkilerine pek de benzemeyen bir ruh halindedir artık yazar. Bu bir yabancılaşma olarak da algılanabilir. Yazı süreci çoğu zaman, yazarın kaderine razı oluş halidir ve yazı nereye götürürse yazar onun peşi sıra gidecektir. Bu hâl, ta ki yazarın metniyle arasına belli bir mesafe koyacağı ve yazısıyla yabancılaşma sürecine gireceği duruma kadar sürecektir. Bu durumun gerçekleşmesi ise yazının bitiş sürecinden başka bir şey değildir. Yazıyı, dolayısıyla da yazarı nedenlerini tam olarak bilemeyeceğimiz kayıt edici, kayıt tutucu olarak görmeye çabalarsak niçin yazıyorsunuz, nasıl yazıyorsunuz, gibi tutucu sorulardan da kaçınmış oluruz.

Birçok yazar bu ve benzer soruları, aslına bakarsanız niçin yazdığımı ben de tam olarak bilemiyorum, diye yanıtlamıştır. Bu yanıt ilk anda, sıradan okur için umarsızlığın ifadesi olarak değerlendirilebilir. Ancak her umarsızlık bir çözümsüzlüğün ürünüdür, diye de düşünülmelidir. Yazar kendini açıklama sancısını aslında her cümlesinde duyar. Bu sancı kendini yazıya taşıdıkça yazar kimi etik-politik duyarlılıklar geliştirir. Yazarın kendini açıklaması dünyaya bakışını, istençlerini, felsefesini metne edebi bir dille yerleştirmesidir. Yoksa kimilerinin yaptığı gibi özel hayatını yazı üzerinden vitrinlere taşımak, görünür kılmak/ görünür kılınmak değildir. Yazar giderek bir tutkuyla bağlanır yazıya, karşımıza bir tutku çıkar. Tutku yazının kendisidir. Tutku ise insanı körleştirebilir.

George Orwell, kendinden söz edilmesi, akıllı birisi olduğunun algılanması, öldükten sonra varlığının sürmesi, geçmişte kendisini ezen büyüklerden intikam alma gibi birçok nedenler sıralar yazma gerekçesinde. Özellikle “Niçin Yazıyorum?” adlı makalesinde son derece açık yürekli davranmıştır. Ama sadece bunlarla da sınırlamamıştır kendini: “On altı yaşımdayken birdenbire salt sözcüklerin tadını, başka deyişle sözcüklerin sesleriyle çağrışımlarını bulguladım. Para kazanmak gereksinimini bir yana bırakırsak düzyazı için gerekli olan en az dört ana yazma nedeni olduğunu sanıyorum. Bunlar, her yazarda değişik ölçülerde bulunur ve bu oranlar yazarın içinde yaşadığı çevreye göre zaman zaman değişir.” der. Bu dört ana yazma nedenini salt bencillik, estetik merak, tarihsel dürtü, siyasal amaç olarak belirtir ve bu kavramların içini doldurur.

Birçok yazarın metinlerinde bu olguları açık/örtük olarak kullandığına tanık oluruz. Nasıl yazarlarsa ve hangi yöntemleri kullanırlarsa kullansınlar bir hesaplaşma içerisinde olduklarını, özellikle de kendilerine yöneldiklerini biliyoruz.

Yazar bilincini, bilinçaltını, sezgilerini sonuna kadar kullanma istemini göze alır. Buna neden olan şeylerin içerisinde yazarın en dikkat çeken özelliği, toplumsal bir kopuşu arzulanmasıdır. Örgütlü alanlara başkaldırısı bir kopuş, dolayısıyla tek başınalık istemindendir. Bu istemi kışkırtan ise çoğu zaman toplumsal hayat ve etik düzenlemelerdir. Bu kopuş giderek yazarın özel dünyasını oluşturacaktır. Hayatın sınırlarına karşı, kendi sınırlarını çizecek ve bu sınırların içine çekilecektir yazar. Bu çekilme, yazarın özel bir yalnızlığı talep etmesi olarak da düşünülebilir.

“Bir yalnızlığa niçin gerek duyulur?” diye yeni bir soru gerçekten de çok gereksiz olur. Bunu kim bilebilir ki? Tek bir nedene bağlı olmayan her şey, yüksek oranda olasılık taşır.

Marguerite Duras; “Bir yazarın yalnızlığında, canına kıyma vardır. İnsan kendi özündeki yalnızlığa varıncaya kadar yalnızdır. Her zaman akıl almaz bir şeydir bu. Her zaman tehlikeli.” der. Görünen ya da görülmeyen tehlikeleri, aşağılanmaları, horlanmaları, küçük görülmeleri ve daha birçok olumsuzluğu, çok farklı şiddetlerle karşı karşıya kalmayı göze almadan yazarlığa soyunmak olası görünmüyor. Gündelik yaşama biçimlerinden, gündelik akıl yürütme yöntemlerinden uzaklaşma çabasını, kime ve nasıl açıklayabilirsiniz ki? Ve yazarın bu özel yalnızlığını açıklama çabası herhangi bir sonuç verir mi? İşte böyle bir serüvenin içinde sürüklenir yazar. Kimsesizliğe, kendi kimsesizliğine… Bir yaratıcı olarak yazar, bir dizi vazgeçişin içerisinden yazar; okur ise onu yorumlar. Ne boş bir çaba!

Marquez, dostlarının kendisini daha çok sevmesi, daha ilginç bulması için yazdığını söylemiştir. Isaac Asimov ise; “Hangi nedenle nefes alıyorsam o nedenle yazıyorum; çünkü eğer bunu yapamazsam ölürüm.”  diyor.

Yazarı çevreleyen dış gerçeklikle, çok daha farklı bir şey olan yazı gerçekliği arasına sıkışmış olan yazar, kendi serüvenini sonlandıracak şeyin ne olduğunu da hiç düşünmez. Bir bağımlılıkla, derin bir tutkuyla kendini şiddetle çeken şeyin peşine düşer. Burada anlaşılmak yazarın medet umduğu bir şey olamaz.

 Alışılmış, yerleşik ve yaygın dili aşındırmak, hem de olasılıklar dünyasından sesler duymak, neredeyse olmayanlardan sıradan varoluşlarmış gibi bahsetmek, olsa olsa gerçek dışı bir şeydir. Aslında yazarın sürüklenmesinden bahsediyorum. Asla karşı koymayacağı-koyamayacağı böyle bir davet karşısındaki kaderciliğinden bahsediyorum. Yaratıcı bir kadercilikten… Tanrı’nın iradesini ele geçiren sezgilerden… Katolik eleştirmen Stanislaus Fumet, “Sanat, hedefi ne olursa olsun her zaman tanrı ile cezayı gerektirecek bir rekabet içindedir.” diyor.

“…yazma nedenlerinin kökünde bir gizem yatar. Kitap yazma, tıpkı çok acı çektiren bir hastalık nöbeti gibi berbat, insanı tüketen bir didişme. Karşı koyamadığı ya da anlayamadığı şeytansı bir güç tarafından sürüklenmeyen hiç kimse, böyle bir şeye girişemez. Bilindiği kadarıyla bu şeytanca güç, bebelerin dikkati çekmek için yaygara koparmasını sağlayan içgüdünün ta kendisidir. Ama hiç kimsenin, kendi kişiliğini sürekli ikinci plana itmeye çabalamadan, okunabilecek nitelikte bir şey yazamayacağı da doğru. Beni yazmaya iten amaçlardan, hangisinin ağır bastığını tam olarak söyleyemem.” diyor, “Niçin Yazıyorum?”  adlı makalesinde G. Orwell. Kaldı ki günümüz yazınının en politik yazarlarından birisidir Orwell. Metnin siyasal amaçlardan yoksun olmasına sıcak bakmayan bir yazarın, yazı serüvenini açıklama çabası da yeterince bilince yaslanamıyor.

Bir başka sorun da yazarın sınıflamaların dışında kalma istemidir. Toplumsal hayat genellikle yargılamaya ve sonuç almaya kodlanmıştır. Bir iktidar biçimi olarak sistem, yönetim aygıtları ve bunu işleten irili ufaklı mekanizmaların tümü, esas olarak düzenlemeye yöneliktir. Bir bakıma sıralamak, yan yana getirmek, aynılaştırmak, birleştirmek işlevi üstlenmiş olan bu mekanizmaların arasındadır yazar da. Bu mekanizmaların üstündeki mülkiyet güçlerinin, bu güçler adına eylem halinde olan kadroların umurunda değildir yazarın dünyası. Yazar kendisinin, kendisinden başka bir şey olmadığını bilir. Belli bir şey olmama iddiasıdır bu. Yönetsel ve sistemsel aktörler ise her şey olma iddiasını taşır. Her şey karşısındaki yazar, sığındığı yazıya gömülür. Çünkü her şey belirsizliktir ve içeriği tanımlanamaz. Böyle bir şiddet karşısında yazar kendine en yakın estetik itirazla ilişkiye girer ya da değerlendirmelerin, sınıflamaların dışında kalmaya yönelir. Yeni bir sancı!

Yazarın bir düşünceyi, duyguyu, bakış biçimini, algıyı, sezgiyi, sözü ve daha birçok şeyi edebi metin haline getirmesi oldukça zahmetli, ayrıntılarla dolu bir çabadır. Sıradanlığa, tekrara, karmaşıklığa, dolaylamaya, gereğinden fazla açıklamaya düşmeden bir üst dil kurma girişiminden bahsediyoruz. Yani yazarın dille girdiği ilişkinin sonucunda bir metin ortaya çıkıyor. Bir işbirliği söz konusu; ama sadece gündelik dile müdahaleler yapmayla sınırlı değildir bu işbirliği. Kavramların anlam haliyle, duygu halini aynı metin içerisinde kullanmak gibi zorluklardan tutun da metnin içerisinde yazarı sürükleyen kör noktaların çokluğu, yazarın dil karşısında kaldığı zorlukları düşündürüyor. Yazarın sadece yaygın dili edebi dile dönüştürmesi yetmiyor, kimi metinler dili yıkarak bambaşka bir dil kullanılmasını zorunlu kılıyor. Yazar kullandığı dile karşı yeterince bilgili, sorumlu, incelikli ve deneysel değilse kullandığı dil metninin edebi metin olmasına engel oluyor. Yazarın nasıl yazdığına, dili kullanmasına bakarak yaklaşabiliriz.

“ …kendinizi ifade etmek için bir dil seçmek şarttır bence, bu amaçla diğer dilden vazgeçebilirsiniz.” diyor T.S. Eliot.

“Yer Duygusu” adlı denemesinde Seamus Heaney,  Dante’nin şiirlerine yoğunlaşır ve şunları söyler: “Dante’nin pekâlâ bir yöre adamı olduğunu, cehennemin dolambaçlı ve karanlık yollarında ilerlerken lanetlenmiş arkadaşları ve düşmanları tarafından çoğu zaman görülmek yerine işitildiğini, onlar tarafından yerel dili sayesinde tanındığını ya da onları dilleri sayesinde tanıdığını hatırlatmak hoşuma gidiyor.”  Sadece bir ifade ve ifadelendirme aracı değil aynı zamanda bir kimlik edinme işidir dil. Dili anlatımın ve anlaşılmanın bir aracı haline getirmek de edebi metni sınırlayabilir. Ancak gündelik dil üzerinden paylaşım yapanlar için, anlatım ve anlaşılma aracı olarak görülebilir dil. Yazar için dil çok derin, sorunlu bir şey olduğu kadar, yazarın amaçlar bütünlüğünü oluşturan yüksek bir şeydir de. Çünkü yazar dünyaya (dili amaç edinerek) dilin içerisinden bakar.

Bilge Karasu; “Yazın yapıtı -bir daha söylüyorum şimdi- dünyaya, yaşama, dilin içinden bakmağa bir çağrıdır. Her pencere gibi de belli bir açıdan, belli bir biçimde bakmağı önermektedir. Öneriler de bildiğiniz gibi kabul edilebilir, reddedilebilir.”  derken yazarın bir dilin içine doğduğunu, o dille hayata bakmayı ve hayatı dönüştürmeyi öğrenmek zorunda olduğuna işaret ediyor. Edebi dil dönüştürücüdür.

Yazarın işbirliği yapacağı diğer bir alan da özgünlüktür. Her yazarın önünde sonunda amacı özgün bir yazar olabilmektir. Yazı serüvenin ciddiyetini algılamış yazar kendi biçemini kurma çabasını önceler. Özgün bir biçem yaratabilmek için çok uzun bir zamanı, çabayı, çalışmayı sabırla göze almak gerekebilir.

“Benim tek bildiğim yöntem çalışmaktır. Yazmanın da resimde ya da müzikte olduğu gibi ışık  ve gölgeyle ilgili perspektif yasaları vardır. Doğduğunuzda bunları biliyorsanız o zaman tamam. Ama bunları bilmeden doğmuşsanız öğrenin. Sonra da bu kuralları kendinize uyacak şekilde yeniden düzenleyin. Joyce bile, ki kuralları aşırı derece umursamayanların başında gelirdi, ama eşsiz bir zanaatkardı, Dublinliler’i yazabildiği için Ulysses’i de yazabilmişti…” diyor Truman Capote. (Yazarın Odası, Timaş Yay. Syf: 19)

Yazar için özgünlük, “özgürlük” sorunsalı kadar önemlidir; hatta ondan daha yakıcı ve baş edilmesi daha zor bir alandır. Özgünlüğünü oluşturamamış bir özgürlük geçici, yanıltıcıdır. Yanılsamalı, sahte bir özgürlüktür. Zaman içerisinde tutuculaşır. Özgün olmayan bir metin de sahte, geçici ve aşırı yorumlarla doludur. Bu nedenle yazar kendisinden önce kurulmuş sanat yapıtlarıyla işbirliğine girerek yazmak zorundadır. Yazarın yeni ve devrimci kalmasını sağlayacak olanlar geleneğin içerisindedir. Dilin içerisinde üretilen ve kendi formuna ulaştığında da yine özel dil etkisi yaratan yazı sanatı, geleneğe en yoğun bağlanan sanat türüdür. Bu birikimin ve tarihselciliğin içerisindeki yazar, kendinden önceki parçalanmış, tamamen yıpranmış ve düzensiz parçalarda iz bırakan yazarlardan başka bir şey bulamıyor. Demek oluyor ki sanatlar içerisinde gelenekle en çok ilişkilenen edebiyat sanatı da “yazı” için bize kesinleşmiş kurallar, mutlak açıklamalar vermiyor.

İtalyan edebiyatının çağdaş yazarlarından Giorgio Manganelli’nin bu konuya bakışı şöyle: “…yazan biriyim; bu noktada direnmek gerekir yalnızca:  zamanla ‘yazan kişi’ bir ‘yazar’ olur:  İki sözcük yerine bir sözcük, bunun yararını görmüyor değilim, ancak ‘yazan birinin’ ‘yazar’a dönüşmesinin pek de kolay olmadığını kabul etmeliyim; çünkü yazar ahlâk bakımından kuşkulu şeyler yapan birisidir.”  Sanırım bu alıntı, yazarların ne zorlu dönemeçleri göze aldığını göstermektedir. Yazmak, yazar olmayı göze almak sadece ‘şimdi’ yi göze almakla sınırlı değildir, yazar adayının göze alacağı aynı zamanda tüm geçmiştir. Diğer yandan zamana yazıldığı da düşünüldüğünde göze alınan aynı zamanda gelecektir. Çünkü ancak neler yapıldığını bilenler yeni bir şeylere soyunurlar. Yoksa gidip gidip yeniden kendilerini tekrar ederler. Gelenek dediğim deneyimlerdir, denenmiş olanlardır ve sonuçlandırılmış olanlardır. Yoksa önerim geleneğe sıkı sıkı bağımlı kalmak ve o biçemlerle, kalıplarla yazmak anlamını taşımıyor. Geleneği bilmenin devrimcileştirici bir boyutunun olduğunu söylemek istiyorum. Yazarı tekrardan ve gereksiz laflardan korur gelenek.

Yazarın işbirliği yapmak zorunda olduğu alanların belki de en önemlisi hayâl gücüdür. Hayâl gücünün yazarı ne zaman ve nereye doğru sürükleyeceğini, derinliğini nasıl hesaplayacağız? Düşünün ki kendisi için tasarladığı imgenin bir elini hayâllerden almış bir yazara, “Bu imgeyi nasıl buldun?” ya da “Bu imgeyle neyi anlatmak istedin?” dersek nasıl bir yanıt bekler bizi? Kaldı ki iyi bir imge zaten akla yatkın değildir. O ancak duygularımızda yazarından bağımsız bir dolaşıma girer ve yine ancak “bizce” bir anlama dönüşür. Çünkü yazar bizden biri değildir, halktan biri de değildir. Biz onu yanımızda görmek istediğimiz için ona böyle kimi sıfatlar yükleriz. Nedenleriyle bize katılabilir ama bize ait olmaz yazar. Onun ait olduğu yer kendi dünyasıdır. Bilinçliliğini, duyarlığını sadece dış dünyada oluşturup geliştirmez. Birçok nedenleri vardır. Öyleyse hayal dünyasında sandığımız yazarı, gerçek dünyaya davet etme hakkımız yoktur. O, kendi dünyasına, dış dünyanın “gerçekleriyle” girmiştir. Orada bizim için, bizim cesaret edemediğimiz, imleyemediğimiz şeyleri edebi dilin yapısıyla örgülüyordur. Yazarın hayal dünyası, dış dünyanın gerçeklerinin parçalanmasından başka bir şey değildir.

Bu nedenle de yazar oluşturduğu metinde (şiir, öykü, roman) okuyucuya yönelmez. Aslolan metne yönelmek, metni derinleştirmek ve metin için derinleşebilmektir. Yoksa okuyucunun önceden beklediği, bildiği, deneyimini yaşadığı, bilgisine sahip olduğu bir şeyi gerisingeri ona aktarmak, boşa harcanan zamandan başka bir şey değildir. Sanatçının sanatsal işlevi; bilineni, tüm olanağı tüketilmiş olanı sunmak değil, bilinmeyene yönelmek, karanlıkta olana ışık tutmaktır. İşte hayal gücü burada oldukça değerlidir. Böylelikle okur gerçek dünyada var olan ama kendisinde olmayan bir şeyi sezer, bulur ve şaşırır. Yazar da dünyada olan ama keşfi kendisine ait bir özgünlüğe ulaşır. Ferit Edgü; “Şimdi Saat Kaç” adlı yapıtında şunları söylüyordu: “Ben, bana, beni anlatan bir sanat yapıtının peşinde olamam. Tam tersine, bana; belki bende olduğu halde bilmediğim, bilincine varmadığım, duyumsamadığım, ayrımsamadığım şeyleri duyumsamak, ayrımsamak, bilincine varmak için okurum bir yazınsal yapıtı. (…) Colomb, Hindistan’a gideyim derken Amerika’ya ayak basmıştır. Okur için de durum budur. Bir yapıt (bu yapıt ister yazınsal bir yapıt; şiir, öykü, roman olsun ister görsel bir yapıt, ister bir müzik yapıtı) bir bilinmeze yolculuk gibi yaklaşır. Sonunda ise, o yapıtta kendimizi bulmaktan çok benliğimizin, kişiliğimizin, yaşam deneylerimizin, anılar birikimimizin küçük parçacıklarını buluruz. Siz siz olun, hiçbir sanat yapıtıyla, hiçbir roman kişisiyle özdeşleşmeyin. Yoksa Hindistan’a doğru yola çıkar ve… Hindistan’a varırsınız.”

Diğer yandan sezgi, duyarlık, gözlem, bilgi, susma, geri çekilme, kendini saklama, doğayı dinleme, yalınlaşma istemi de yazarın işbirliği yaptığı öğelerdendir. Ayrıca her yazarın kendine ait bir biçemi vardır ve bu durum her yazarın işbirliği içinde olduğu alanları değişken kılabilir.

Bir yazarı en çok bunaltan sorular, kendini açıklamak zorunda kaldığı sorulardır. Yazan kişi açısından kendini açıklamak hem zordur hem de bütünüyle açıklanamaz bir şeydir yazı. Daha fazla zorlamayın.

Yazarın yazının ince, dar, uzun yoluna girmesiyle birlikte, kendini oluşturan kimi şeylerden vazgeçmesi gereklidir. Yazı, yazan kişinin fazlalıklarını, ağırlıklarını, kalabalıklarını kaldırmaz. Dış gerçeklik, imaj, özel hayatın sergilenmesi ve daha bir sürü fiziki-maddi özelliklerin terk edilmesini bekler yazı. Yazar bu yola her çıkışında hangi özelliklerinin yazıyla özdeşlik kuracağını, hangi özelliklerinin yazı tarafından reddedileceğini kestiremez.

Sanırım edebi metinlere yaklaşırken hem birbirini tanıyan ve tamamlayan hem de birbirleriyle çelişen şu iki olguyu göz önünde bulundurmalıyız: Bunlardan ilki; okumanın, bilginin, aklın ya da akıllı olmanın yazmayla bir ilgisinin olmadığıdır. Diğeri ise, okuyup yazarak kazanılmış bilgilerin, tarihsel aktarımların, öğrenilmişlik süreçlerinin ve bilinçlilik durumunun yazıyla olan ilgisidir. Bu iki olgu yazarda bir arada bulunur. Her iki durumda gösteriyor ki yazı içerisinde yazar, tüm olanaklarıyla açıklanamaz, kavranamaz.

“Edebi duyarlık, bilinçli ve bilinçdışı bir gerilim içinde birlikte var olur çoğu zaman.” diyor S.Heaney. Bu nedenledir ki okur ya da eleştirmen sorusunu yazara değil, ancak metne yöneltebilir, yazarı değil ürettiği metni tartışabilir.

Bu konuyu M. Duras ile bitirelim: “Yazı, yabanıl kılıyor insanı. Yaşam öncesi bir yabanıllığa ulaşıyorsunuz. Ve bu size her seferinde aşina geliyor, ormanların yabanıllığı bu, zaman kadar eski. Her şeyden korkmanın yabanıllığı, farklı ve yaşamın özünden koparılamaz bir yabanıllık. Bütün varlığınızla sarılıyorsunuz. Tuhaf mı tuhaf bir şey bu, evet! Yalnızca yazma edimi değil, yazılan şey de gece ortaya çıkan hayvanların çığlıklarıdır; hepimizin, sizin ve benim, köpeklerin… Toplumun kitlesel, umut kırıcı sıradanlığı… Aynı zamanda mutluluğun en şiddetli sancısıdır. Böyle olduğuna hep inandım.  İnsan, içinde bir yabancıyı barındırır: Yazmak işte o yabancıya ulaşmaktır. Budur ya da hiçbir şey değildir. Yazı bilinmeyendir. İnsan, yazmaya başlamadan önce ne yazacağı hakkında hiçbir şey bilmez. Kafasının içi dupduru da olsa…Yazmak; insan yazsaydı ne yazardı, bunu öğrenme çabasıdır -ancak yazdıktan sonra öğrenebiliriz bunu- öncesindeyse, insanın kendi kendine sorabileceği en tehlikeli sorudur bu.  Ama aynı zamanda en çok sorulan.”

 Yazar mutlak anlamda anlaşılmayı beklemez, böyle bir çabayı aklının ucuna bile getirmez. Yola çıkmıştır ve geri dönülmez bir boşluğu adımlamaya başlamıştır. Yazı adımladığımız ve asla geri dönemeyeceğimiz bu boşlukta oluşur. Bu boşluk önceden keşfedilmiş, bilinen bir şey değildir ama yine de tüm yazarlar onun varlığından kendilerince bahsederler. Sadece büyük bir tutkuyla o boşluğa doğru yöneltir yazı yazarı. Bu nedenle de tam olarak bir şeye bağlı olarak yazmaktan öte, birçok nedenle, birçok şeyle birlikte yazar. Yer yer bunları açıklamaya çalışır, ancak açıklama içerik ve anlam kazanmaya başladıkça başka bir neden yazarı bağlanmak istediği içerik ve anlamlardan uzaklaştırır. Aslında yazara yöneltilen her soru, yazarın da yanıtını bilmek istediği sorudur.

Eugene Ionesco, “…Oysa ben başka bir yere ait olduğumu sanıyorum. Nereye olduğunu bilsem her şey düzelecekti ama bu soru nasıl cevaplandırılabilir göremiyorum. Öğretici yazarlar yola çıkmadan bilirler rotalarını. Onların bulacakları bir şey yoktur. Yolculukları da gerekli değildir, çünkü aslında başkalarının yolculuklarını, buluşlarını anlatırlar. Zaten bilinenle, hazır malla uğraşırlar. Böyle yazıların verecekleri bir şey yoktur; sayıları da gerektiğinden fazladır; yaşantılarını bize anlatamazlar; çünkü yoktur zaten yaşantıları.” diyor, Yazar ve Sorunları adlı deneme yazısında.

Peki, yazarın bütün dünyasını ve yaratıcılığı sadece sezgisel olanlar mı kuşatmıştır? Elbette böyle değidir. Yazar bu dünyanın, gerçek dünyanın öznesidir. Orada olan her harekete kulağı gözü odaklanır. Yaşama arzusu kadar yaşam alanlarının özgürlüğü için de duyarlıdır. Her an bir tepkilenmeye hazırdır zihni. Onu -en bireyci yazarda bile- sık sık toplumsal alanlarda görürüz. Bazen eylem adamı olarak bazen de bir düşünsel proje olarak.

Yazar metninde her bir sözcük için büyük bir savaşım verirken toplumsal vicdanı da bu sözcüklerin içindedir. Merak etmeyin yaratıcılığın derinleri yine insanın derinlerine bakıp kendi sağlamasını yapar.

Öyleyse özetleyelim: Evet, yazar bir metinde tümüyle ne yazacağını biliyor olsaydı yaratıcılığını sınırlamış olurdu. “Hayır, ben biliyorum!” diyenler de çıkabilir, çıkmıştır da. Onlara da bir çift lafımız var: Edebi metin yazar için ne yazdığından çok, nasıl yazdığıyla ilgili bir alandır.

Okura gelince… umudumuz odur ki yazarın ne yazdığı kadar, nasıl yazdığıyla da ilgili olsun.