ESİN GÜLÜMSER/ÖLÜM TARLALARINDA ZAMAN

ÖLÜM TARLALARINDA ZAMAN

Güneşin tam bağrında, derme çatma bir kulübenin varlığı kimi rahatsız edebilirdi ki o günlerde? Kulakları sağır eden cop seslerinin keskin sesi ara ara kesilecek olsa da yangından kimse mal kaçıramayacaktı anlaşılan. Kimsenin buradan bir avuç dolusu pirinçle evine geri dönme ihtimali dahi yoktu. O kadar zavallı ve masum olan bu insanların feryat figan ağlamasının ardındaki tek gerçek yedikleri onca copun acımasızlığının yanı sıra bir dilim ekmekle bir avuç pirinç lapasına olan muhtaçlıklarıydı. Zamanın bir tık ötesine geçemeyecek kadar çaresiz kalmak ise deyim yerindeyse tam da buraya ait ve asla aşılamayacak bir engeldi. Göz göre göre katlanılabilecek bir durum değildi nitekim burada yaşanılanların çoğu. Fakat insanlığın kendi türünden olanların soykırımını desteklediğini görmek ise içler acısıydı gerçekten. Bu kadar çaresizliğin istemeden de olsa insanlığın üstüne karabasan gibi çökmesi bize mevzunun asıl trajik boyutunu anlatıyordu. Bu tarlalarda yakarış ve feryatlar dikkate alınmayacak kadar zayıf ve çelimsiz kalıyordu. Akıp giden zaman içerisinde bu feryatlar ayyuka çıkmayı bekleyen en önemli hareket olabilmeliydi. Bu zamanla kendisini belli etmeli ve isyana dönüşmeliydi. Ne yazık ki o güç buraya ait bir eylem değildi henüz. Üstelik insanın kendisini dahi düşünmesinin bir önemi kalmıyordu kelimenin tam anlamıyla. İnsanlık tarihinin kendi süzgecinden defalarca geçirmek isteyeceği bir utanç tablosu tam karşımızda bütün çıplaklığıyla duruyordu. Katledilen sadece insanlık değildi; bilakis insanlık gururunu hunharca yok edip ayaklar altına alan acı bir soykırımdı buranın utanç tablosu. Yaşatılan ve izleri pervasızca yok edilen gerçeklerin resmiyete dökülüşünü ileride insanoğlu tarihin sayfalarında gezinirken kendi elleriyle koymuş gibi tam da burada bulacaktı. Yaşanılan utanç ise; insanlığın gözü önünde seyreden ve asla müdahalenin mümkün olmadığı vicdansızca bir zulmü gözler önüne seriyordu. Günün birinde tarihe intikal eden bu aybın şiddetini herkes öğrenecek ve işte o zaman insanlık kendi tarihini tekrardan sorgulamaya gidecekti. Üstü yıllarca örtülen bu katliamın toprak altında gizlice tutulmasına, içleri sızlatan acı bir hatıranın ait olduğu yerden açığa çıkartılmasına insanoğlu kendi idrakiyle karar verecekti. Sonra bir gün, gazetecinin biri buraya ayak basacak ve unutulmuş olan bu dramı tekrardan gün yüzüne çıkarmayı başaracak ve buranın ismini “Ölüm Tarlaları” koyacaktı!

Ölüm Tarlalarında zaman hiçbir şekilde geçmiyordu; dolayısıyla bu durum kimsenin yüzünü güldürmediği gibi kimsenin gururunu da okşamıyordu. Bu resmen iğrençliğin ötesinde mide bulandırıcı bir acımasızlıktan başka bir şey değildi. İnsanlığın düştüğü bu vahim durum, bir ölüm çukurundaki üst üste istiflenmiş cesetleri aktarıyordu.

Olup biten her şeyi bir kenara bırakıp beklenilen mola düdüğünün çalmasıyla birlikte sıralı bir şekilde, arkalı önlü hareket ederek tarlanın tam orta yerine doğru işçilerin toplanmaları tarihin en acı sahnelerinden birini resmediyordu şüphesiz. Bu tarlalarda dinlenebilmeleri için mola vermeleri gerektiği aslında patronların umurlarında bile değildi; lakin mola düdüğünün çalmasının altında yatan asıl neden, bu yolla tarladaki işçilere daha çok mesai yaptırabilmeleriydi. Onlara kan kusturmaları ise işin en acımasız tarafıydı. Derme çatma kulübenin yanı başında toplanmaları gerektiğinin otomatik bilinci; kendilerince “oh” bile diyemeyecekleri bir yaşam çizgisinin sınırlarının belirlendiği, bir dakikalık gökyüzü manzarasının dahi çok görüldüğü o acımasız bedelin dibine kadar ödendiği bir insanlık dramıydı. Bir grup tarla işçisinin dinlenebilmek için mola vermiş olmaları; onların değerini ikiye katlayan bir faktör değildi ne yazık ki! Bunun tam aksine onları belki yaşamak için mecbur bırakmış, acımasız bir meşguliyetin pençesine düşürmüş bir mağlubiyetin göstergesiydi. Dünyada örnekleri çok az olsa da zamanın çok acımasız geçtiği bu saatler, insanoğlunun hain bir kıyımla baş başa kalmasının çaresizliğini anlatıyordu bize. İnsanoğlunun bu durumla yüz yüze gelmesi onun canını tekrar tekrar yakmaktanbaşka bir şey değildi. İnsanın kendi varlığının burada acımasızca sorgulandığı karanlık saatlerin ve vicdansız bir yudumluk dünyanın varlığını resmen ortaya koyuyordu. Yaşam belirtisinin bile çok asgari olduğu bu insanlardan ayrıca işgücü beklemek ne kadar mantıklı ve ahlakiydi?

İnsanlık tarihinde hiç görülmemiş ve insanlık gururunu zedeleyen onca eylemin gerçekleştirilme arzusu kimin veya kimlerin başı altından çıkıyordu? Ucu bucağı belli olmayan geniş ve sulak bir arazide canla başla çalışmanın karşılığının kimsenin aklına dahi gelmeyecek türden olması daha vahim bir konuydu. Ölüm tarlalarında, karın tokluğuna çalışan bu işçilerin mecburi hizmet akdi birileri tarafından çoktan imzalanmıştı bile.

Ağaçların dallarını sarıp sarmalayan yapraklarının dahi olmayışı, bu ağaçların çıplak gövdesinde cılız bir gölgeyi ancak oluşturabiliyordu. Burada dinlenebilmekten başka çareleri olmayan bu zavallı insanların günahı ise insan olma cüretini göstermelerinden başka bir şey değildi. Onlara bahşedilen en lüks saatlerden biri bu olabilirdi maalesef. Dinlenme molasında üzerlerindeki yorgunluğu atacak oldukları tek şey ise mataradan içtikleri birkaç yudum kara suyla birlikte birer dilim kuru ekmeğin ağızlarda takır takır dolanması ve midenin dolmayan boşluğuydu. Sindirilmesi için ağız yoluyla mideye gönderilen bu nimetin öğle öğününün yerine geçmesini saymazsak “zamanın” burada başka ne derdi olabilirdi ki? Görünürde bir patronları dahi yoktu. Lakin başlarında pürdikkat kesilen paralı birçok asker vardı. Soğuk ve sert mizaçlı bu adamların purolarından çektikleri kokainin grimsi dumanı ise havayı enteresan bir şekilde kaplamıştı. Paralı tutulmuş bu askerlerin evlerinde onları bekleyen birer aileleri ya da sevgilileri olurdu. Genelde berduş tipli, cehennem zebanisi gibi ortalarda gezinir dururlardı. İşçilerin kambur belleriyle doğrulduklarında, bir dakika denmeyecek kadar bir zamanda dinlenmeye çalışmaları esnasında kafalarına copları indirmek için fırsat kollayan canilerin küstahlığı ise gözlerden asla kaçmazdı. Tarladaki işçilerin başında asker gibi nöbet tuttukları hatta buna büyük bir görev süsü verip kendilerini ayakta alkışlatma cüretini dahi gösterdikleri kimsenin önüne geçemediği davranış şekillerindendi. Emir yağdıran, ahkâm kesen, kulakları sağır eden bu sövmeleri kimseyi yanıltmazdı. Bu hengâmenin bir tek sebebi kanlı canlı gömülen iskelete dönmüş insanların, ölüm ayininin gerçekleştirilebilmesi miydi? Yanlarında birer su matarası ve birer kurtlu elmadan başka yiyecekleri olmayan bu tarla işçilerinin acıları ise kâinattaki diğer gezegenlerden bile hissedilebilirdi. Bu canilerin yaşam felsefesi onları iyiden iyiye zalim kılıyor ve büsbütün canavarlaştırıyordu. Bu, bir nevi kendi cehennemlerini de kolaylaştırıyordu. İşçilerin ise tarlalarda ne zamana kadar çalışacağının bir süresinin bile olmadığı düpedüz bir zorbalıktı. Paydos düdüğü çalar çalmaz bu iğrenç balçıktan kurtulacak olan işçiler ellerinde ayaklarında güç kalmamış bir halde tarlalardan sırayla ayrılacaklardı. Bu düdükle birlikte ayrıca hiçbirinin özgür bırakılmayacağı tam aksine kölelik inzivasına çekilmelerinin bir başka zamanını anlatıyordu bilâkis. Buradaki bu işleyişin can pazarına dönüşmesi birçok işçinin can çekişen ve bir yudum ekmek diye çırpınan feryadıyla son buluyordu hayatları.

Hunharca katledilmelerinin arkasında yatan o amansız güçlerin zihinlerde bıraktığı o tarifsiz korkuydu her nefes alıp verişlerindeki karabasan. Açlığın o iğrenç çığlığıyla birlikte zulmün pervasızlığı tarihin utanç dolu sayfalarında cereyan ediyordu. Burasının bir pirinç tarlası olmaktan ziyade bir ölüm tarlası haline dönüşmesi, insanlığın içinde bulunduğu çaresizliğin ve acımasızlığın tekrardan duyulmaya, görülmeye ve hatırlanmaya değer olduğunun altını kesinlikle bir kez daha çiziyordu. Tarih en acı haliyle gözler önünde duruyordu. Burada siyahın, beyazın ve herhangi bir rengin dahi tanımının olmadığı, her şeyin unutulduğu sadece bir yudum nafakanın bedelinin çok acımasızca ödendiği bir uğultuyu anlatıyordu. Bu uğultu en derinlerde bir yerlerde insanın kendisiyle yüzleşmesini sağlamıştır.

İşte bu yüzleşme; tarihin sayfalarından karşımıza en acımasız haliyle çıkagelmiştir. Kamboçya tarihinin yüz karası olan “Ölüm Tarlaları” zavallı bir halka zulmeden “Kızıl Kimmerler”in acımasızlığını ve halkın çaresizliğini tarihe kazımıştır.