ARABA
Yerin dibine geçesi. Kolay olur geçmesi. Eti ne, budu ne? Takastan kaldı bu Zass. Rus Mercedesi, derlermiş. Şu Astra, şu Hyundai, şu Mercedes… Bunlar dursun durağında, Zassı beğendim, demiş değilim.
Bir gazete yirmi kupona vermiş Zassı. Bilgiç bir arkadaş, şöyle olmalı, diye izah etti: “Rusya’da Zass ütü fabrikasında ütü kalıbı biraz bombeli çıkınca dört tekerlek takıp doğru Türkiye’ye… Sen de almışsın.”
Sevimliliğine kimse toz konduramaz ama. Süt beyazı, ufacık, peynir tenekesinden hallice. Bir zamanlar “Murat 124”ler vardı, şimdilerde piyasadan çekildi, yarısını düşünün. Vitesi oldukça zarif, diş fırçası kadar. Bir gün vites değiştiriyordum, vites elimde kaldı. O sinirle kapıyı çarpınca kapının kolu öteki elimde…
Sağ olasıca durak görmüş gibi iki de bir dururdu, yakışı azdı o sayede. Silecekler mi, dediniz. Onlar fabrika hatası. Çözüm bulduk. Bir gün nasıl yağmur yağıyor, arkadaşları maça yetiştireceğim. Önümüz yok, göremiyoruz. Yanımdaki tuzu kuru:
“Çalıştır şu silecekleri!” dedi. Olsa… Hemen sağa çektim. Elimde bez, yağdıkça siliyorum. Şanslı gündü, maççılar eğlendiler.
Enteresan bir araçtı, “araba” demeye dilim varmadı. Gerçi ben malımdan memnunum, kime ne?
Bir gün yokuşta frene sertçe bastım, fren yola düşmesin mi? Fizik bilmek lazım, hacim küçük tabii. Kapıyı açtım, ayağımı basınca lök gibi durdu Zassım. Araba dökülüyor, her tarafından ses geliyor ama kornanın hakkı lazım değil.
Arabaya bir gün hırsız girmiş. Ne alacak? Torpido gözünde gazetenin verdiği buharlı ütü kuponları vardı, onları almış. Bizim buharlı ütü, Zass ütü yüzünden buharlaştı.
Nasıl da yorgunum. İş yerinin önünde yatan arabayı çalıştırayım, dedim. Olmadı, haydi dayanın gençler, yine olmadı. Bu tip arabaları çalıştırmak için önce debriyaja pompa yapıp ısıtacağız. Yap yap, ısıttım, yine yok. Paltolu halimle ısınmışım, ısınmışken yürüyüp gittim.
Bir gün uzak semtten akrabalar geldi, arabaları yok.
“Dönüşte ben bırakırım sizi.” dedim. Yorgun olsam da bizim makineye güveniyorum, nasılsa çalışmaz. Günlerdir evin önünde kös kös yatıyor. Kontak vazifesi gören kırmızı düğmeye bastım, hay aksi şeytan, birden çalışmasın mı? Mecburen götürdüm. Yırtılan Hacı Bekir Ağa’nın yakası oldu. Dönüşte yapacağını yaptı, yürümez de yürümez. Yürüyerek döndüm tabii. Ferah bir yürüyüş oldu, Zassla harp etmekten daha iyi geldi. Araba mı, baş belası mı? Şunun parçasına bakın, kendisinden pahalı.
Mahallemizin bazı veletlerine sinir olmuyor değildim. Bakıp bakıp gülüyorlardı arabaya. Zaten eşe dosta da gidemez olmuştuk. Ne yapıp edip konusunu açıyorlardı. Bizden önce Zassın hatırı sorulur oldu.
Laf çıkarmışlar. Vay efendim, ben iki yüz yirmi beş kilometreyi, elin oğlu iki buçuk saatte giderken on yedi saatte almışım, hızım yirmiyi bulmamış falan. Külliyen yalan. Ne yirmisi? Yokuşu inerken otuzu vurdu be! Gözüm çıksın, sekiz saatte yol tamamdır. Bizim Zass, biraz toz duman salıp titredi o kadar.
O sırada bizi sollayan lüks arabadaki küçük afacan:
“Aaaa!” diyerek babasına bizim Zassı göstermez mi? Ne de olsa dikkat çekici. O kadar cakamız olsun.
Bir gün bakıma götürdüm. Usta, arabadan önce beni bir süzdü. Nereden bulmuşum gibisine. Zavallı adam aküyü arıyor, yer yarıldı sanki. Ben de katıldım aramaya, neden sonra arka tekerleğin hemen üstüne gizlenmiş aküyü görünce sanki kaybettiğimiz bir şeye kavuştuk. Farkında değilim, ustaya sarılıvermişim.
Usta, arabayı yerden yere vursa da o benim canım, elim, kolum, ayağım.
Memnun pozda:
“Hiç değilse ayağımı yerden kesiyor.” deyince:
“Hemşehrim sen sat bunu, nereye gideceksen yürü git.” demesin mi?
Benim hoşlandığım bir şey, başkasını niye mutsuz eder? Hele bir ara herkes üzerime gelmeye başladı, dalga yani. Borcun iyisi ver kurtul, arabanın kötüsü sat kurtul, sözü denk geldi. Ver elini araba pazarı!
İnsanlar tuhaf, sanki uzaydan geldi bizimki. Etrafını sarmışlar, dokunmaktan ne anlıyorlarsa?
“Ne yakar?”
“Parçası var mı?”
“Zaten kendisi parça.” dedim içimden.
“Kilometre kaç?”
“Markası acaba?”
Satılır diye korku sardı, alıştık ne de olsa, birbirimizi çekip gidiyoruz işte!
İçlerinden genç olanı gülmeye başladı, katıla katıla hem de. Sonra diğerlerini gezdi gülüşme. Bir genç, rahat gülebilmek için çimenlerin üzerine bıraktı kendisini. Çok sinirlendim, sertçe:
“Çekilin, satılık arabam yok.” dedim.
“Araba neşe saçıyor, fiyatını artırayım.”
Sonra arabaya hiç gülmeyen, ciddi bir müşteri çıktı. Karısı vardı yanında. Tek kapılı olması hoşuna gitmiş hanımefendinin. Ne sebeptense kadın sonradan birden şerit değiştirdi:
“Ben buna binmem İsmail, yok yok İsmail, çocukları da bindirmem.” deyince İsmail’den de olduk.
Çok geçmeden başka bir İsmail çıktı. Yeni katarakt ameliyatı olmuş, iyi seçemeyen bir İsmail. Görür görmez vuruldu Zassa. Ne tatlı, dediğini hatırlıyorum.
Arkadaşı, kenara çekip kulağına bir şeyler üfledi. “Yürümez bu!” dediğini duydum sadece. Kıskançlık diz boyu. Bir alan, bir caydıranla doluydu pazar. Müşteri, dediğim dedikçi biri, beğendi bir kere bizim külüstürü, zor cayar:
“Kaça bu?”
Kalıbımı basarım, o anda yüz seksen derece değiştim. Bir güzel tok satıcı pozundayım. Hüt Dağı gibi şişerek en klasiğinden başladım sıyırmaya:
“Şu kadar veren oldu, vermedim; döküntüler bile kaç bine gidiyor.”
Arkadaşı:
“Yürümez.” dese de fark etmez, diyerek bizim yürümezi satın aldı. Haydi hayrını gör!
Meğer adam yürütmeyecekmiş Zassı, köyüne götürüp içinde civciv besleyecekmiş.
O an boşta bulunup:
“Ben de onu düşündüm, ama kuş gribinden tırstım.” deyince adam da aynı meseleden korktu.
Ertesi gün gazeteye koştum ilan için. Telefon patladı.
“Acaba benim göremediğim bir şey mi var bu arabada?”
Uzatmayalım lafı, gazete ilanı da fos çıktı. Dursun, dedim kenarda, şikâyetim mi var, ayağımı yerden kesiyor. Gerçi çalışmayınca tekrar basıyoruz yere.
Yazın bir akrabamızın sünnet düğününe gitmiştik. Nasılsa Zass da gitti bizimle. “Har har!” diye bağırdığını duydum. Dönüşü sormayın, kalakaldık. Yürümeye tövbeli külüstürün yerinde yeller esiyor:
“İyi araba ki çalındı.”
Bir gurur, bir poz takındım. Kazın ayağı öyle değilmiş meğer. Muzip iki arkadaş, iki kuvvetli gencin yardımıyla dört ucundan tutup Zassımın tayinini yan sokağa çıkarmışlar.
Dert biter mi, baktım bir gün komşu yanımda durdu. Yüzünde bir gâvurluk :
“Satıyorsun he?” dedi. “Ne ediyorsa komşular aramızda toplayıp sana verelim; elleme, şu köşede dursun, bakar bakar güleriz.”
Sonra dünden farksız, benzer gülüşler bindi arabaya. Müzmin evde kaldı, diyecekken körler cemiyetinden bir bey çıkageldi. İki lafın ardından ayaküstü el sıkıştık. Parayı elime saydı. Cebine geri koyduğu para, süzdüğüme göre bana verdiğinin dört beş katı vardı.
Tebeşire peynir bakışlı alıcı, peşin minnetle baktı Zassa. Destekçisi de vardı yanında. Sonra onu kolundan çekti. İkisi de arabayı şöyle bir sıvazladılar. Dört el, aracın yarısına yetti.
Yüzüm, cayarım hattına geçti. Apar topar Zassa bir atlayışları vardı… Arkadaşı hemen direksiyona oturdu. Ayna, vites aradı, marş düğmesine bakındı. Çalıştırmaya çalışıyordu.
Birden aklıma düştü:
“Hey, bir dakika!” diye bağırdım.
“Korna ötmüyor, diyecektim.”
“He he, biz öttürürüz.”
Son kez baktım. Yaktığım benzin helalühoş olsun. Eğildik, büküldük; göbeğimizi tuta tuta güldük. Bizi götürmede naz etse de kaygımızı götürdü hız ile.
Canlı mahluk gibi çıkardığı ses hoşuma gitti. Radara yakalanmasalar bari. Motorun sesine el salladım:
“Tekeri çok dönsün!”
En son Ulus’ta, heykelin yakınlarında görülmüş dururken!