HEPSİ BENİM YÜZÜMDEN
Her tatilde olduğu gibi yine, ablamın yaşadığı Karadeniz’in küçük sahil şehrindeyim: Tirebolu’da. Ablam işi gereği burada yaşıyor ailesi birlikte. Evi, biraz yukarıda hâkim bir tepenin üstünde. Balkonundan bakınca koca deniz ayaklarınızın altında. Buraya her geldiğimde binbir türlü güzellik karşılıyordu beni. Ama bu senede bir tuhaflık var. Diğer senelere hiç benzemiyor. Her sene beni mavinin tüm tonları ile karşılayan Karadeniz, bugünlerde gri tonlarda. Üstelik de çok öfkeli. Gök gürleyip yağmur yağıp duruyor. Gittikçe sele dönüşen sular dağlardan kütükler, odunlar taşıyor durmadan. Kıyıyı dolduruyor.
Uzmanlar ise sürekli uyarıyor: “Deniz yüzmek için elverişli değil. Boğulma tehlikesine karşı lütfen dikkatli olun!”
Sadece havalar değil içim de öyle. Nedenini bilmediğim anlamsız sıkıntılar boğuyor beni. Tıpkı Karadeniz’in boz bulanık havası gibi. Dışımı kara bulutlar kaplıyor, içimi ise anlamsız sıkıntılar. Sanki bir şeyler olacak, hissediyorum. Odam bana dar geliyor. Yerimde duramıyorum. Rahatlamak için pencereye yöneliyor, perdeleri aralayıp dışarı bakıyorum. Hava yağmurlu, simsiyah bulutlarla örtülü gökyüzü. Sanki güzelliklerini gizlemeye çalışıyor. En çirkin, en kötü yüzüyle çıkıyor karşıma. Gördüklerim karşısında şaşakalıyorum. “Bunda bir iş var, bu denizde bu zamanlarda böyle bir şey olmazdı. Hiç bu kadar karanlıklar sarmamıştı etrafımı.” diyorum kendi kendime. Korkuyla perdeyi kapayıp içeri geçiyorum. Yavaş yavaş yatağıma uzanıyorum. Gecenin geç vakti huzursuz bir uykunun kollarına bırakıyorum kendimi.
Sabaha karşı uyandığımda akşamdan kalan ağırlık hâlâ üzerimde. Anlamsız sıkıntılar hâlâ içimde bir yerlerde duruyor. Geceler boyunca terk etmemişti beni. Bir daha uyuyamıyorum. Gözlerimi bir süre tavana dikiyorum. Yatağın bir kenarına büzüşüp herkesin uyanmasını bekliyorum. İçeriden gelen tıkırtılar, kendime gelmemi sağlıyor. Hemen silkelenip yatağımdan doğruluyorum. Saplantıya dönüşmüş anlamsız korkularımdan, içeriden gelen ses ile kurtuluyorum. Karadeniz’in son hâlini merak ediyorum. Korkup kapattığım penceremin perdelerini tekrar aralıyorum. Gözlerim kapalı, uzun süre açamıyorum. Korkuyorum! Karadeniz’in kötü yüzüne bakacak cesareti bulamıyorum kendimde. Vazgeçiyorum! Yavaş yavaş açtığım perdeyi bir anda bırakıyorum. İçeri geçiyorum.
Evin pencerelerinin çoğu denize bakıyor. Odalara giremiyorum bu yüzden. Koridorda bir ileri bir geri dolanıp duruyorum. Ne yapacağımı düşünürken eniştem koluma giriyor. “Güzel bir kahvaltıyı hak etmedik mi?” diyor.
Yanıtımı beklemeden balkona doğru sürüklüyor beni. Balkona vardığımda Karadeniz’in haşmetli dalgaları ile göz göze geliyorum. Öyle yükseliyorlar ki bulunduğum balkonla aynı seviyeye çıkıyor sanıyorum. Yazın tam ortasındayız fakat havanın akşamdan kalan yüzü hâlâ ıslak. Önceki ziyaretlerimde olduğu gibi misafirperver değil bu sefer. Havanın ciddiyeti karşısında ben de ciddileşiyorum.
Kahvaltı masasına oturuyoruz hep beraber. Suskunum! Eniştem de hissetmiş olmalı ki gülmeyi bırakıyor. Ondan da çıt çıkmıyor. Çayını her yudumladığında bakışları ufka doğru kayıyor. Haşmetli gri dalgaların gelgitlerini izliyor uzun süre. Sanki uzaklarda onu çağıran biri var. Ablam bu durumdan rahatsız oluyor. Hemen sessizliği bozuyor. Hafif gülümsemelerle yüzümü okşuyor, “Ne olursa olsun!” der gibi. Ah ablam! Beni rahat ettirmek için elinden geleni yapıyor. Yumuşacık sesiyle tane tane öylesine güzel konuşuyor ki içimdeki hırçın sıkıntılar yerini huzura bırakıyor.
“Buraya eğlenmeye geldin, tadını çıkar!” diyor.
“Haklısın.” diyorum.
Ablama katılıyorum. Buraya tatil için gelmiştim. Saçma sapan kuruntularım yüzünden, tatilimi mahvetmemem gerektiğini düşünüyorum. Hafta sonunu birlikte geçirmeye karar veriyoruz hep beraber. Çocuklar çok seviniyor. Eniştem dalgın! Ablam ise belli etmemeye çalışsa da en az benim kadar huzursuz. Davranışlarından anlıyorum. Garip bir çekingenlik çöküyor üstüme. Bu sefer uzaklara dalan ben oluyorum. Karadeniz gözlerimin içine içine bakıyor, Karadeniz dev bir cadı, eteğinde ne varsa döküyor. Dalgalar öylesine yükseliyor ki bir an, bizi de içine alıp olmadık yerlere fırlatacak sanıyorum. Ona bakmaktan vazgeçiyorum. Yine içeri geçiyorum. Benim için en güvenilir liman, evin koridorları.
Ne tuhaf! Bir yandan da ona kavuşmak için sabırsızlanıyorum. Her zamanki gibi dalgalarına bırakmak istiyorum yine kendimi. Buraya bunun için gelmemiş miydim? Kıyıda duran kayalarına yaslanıp serinliğine sığınırken içten içe korkulan öfkeli bir sevgili gibi olduğunun da farkındayım Karadeniz’in. Öfkesini tattırmamıştı bugüne kadar. Sağdan soldan duyuyorduk başkalarına ne yaptığını. Öfkeden kabarıp nasıl yuttuğunu. Onları kabullenememişti besbelli, sevmemişti. Herkese kötü davranacak değildi ya! Kanatlarının altına alıp korumasını da bilirdi elbet. Beni de koruyup kollayacak, biliyorum. Umarsız bırakmayacak.
Böyle düşününce rahatlıyorum. Koridorda dolanmayı bırakıp balkona geçiyorum. Enişteme plaja inmek istediğimi söylüyorum. Yüzmeyi çok seven eniştem hemen yerinden fırlıyor.
“Tek başına olmaz!” diyor.
Araya ablam giriyor:
“Şaka gibisiniz. Bu havada ne yüzmesi?”
Eniştem küheylan gibi kendinden emin.
“Benim gibi profesyonel yüzücülere bir şey olmaz. Sen kardeşinden kork!” diyor.
Ablam elini başına götürüyor:
“Delirdiniz mi siz?” diye bağırıyor.
İkimiz de onu dinlemiyoruz. Hemen yola koyuluyoruz. Ayaklarım mı beni taşıyor, ben mi onları, anlayamıyorum. Eniştemle birlikte umarsız girdaba doğru yürüyoruz. Kararmaya yüz tutmuş havanın tüm ağırlığı omzumda. Geri geri gitmek istiyor ayaklarım. Attığım her adım, “Yanlış yapıyorsun!” diye haykırıyor. Onları duymuyorum. Yol boyunca yürürken karşılaştığımız insanların da ayaklarımdan farkı yok. Direkt dalıyorlar konuya, sanki başka konu yokmuş gibi.
“Nereye gidiyorsunuz bu havada?” diye soruyorlar.
Eniştem giriyor araya.
“Kayınçom geldi. Yüzmek istiyor, onu kıramadım.” diyor.
Aldıkları cevap karşısında daha da şaşırıyorlar.
“Uyarıları duymadınız mı? Denize girmeyin diyorlar.”
Eniştemin kendine güveni sonsuz. Aslında, yüreği ona bunu emrediyor.
“Profesyonel bir yüzücüye dalgalar ne yapabilir ki?” diyor şakayla.
Bütün bu sözler ağzından dökülürken bakışları yine uzaklara dalıyor. Haşmetli dalgaların üstünde duran gökyüzüne bakıyor. Sanki uçsuz bucaksız ufuklar yolunu gözlüyormuş, yüreği bir an evvel onlara kavuşmayı arzuluyormuş gibi.
Eniştemden umudu kesen bakışlar, bana dönüyor.
“Onu oraya götürme, sebep olma adama!” diyor.
Hiçbirine cevap vermiyorum. Yolumuza devam ediyoruz. Yağmur yine başlıyor. Yazın ortasında bu yağmur da neydi? Tamam, Karadeniz’in yağmuru yağışı bitmez, biliyorum ama bu aylarda genelde sakin olurdu. Gökyüzündeki gürültüye ne demeli? Hiç susmuyor. Karadeniz ile dans edilmeyeceğini biliyorduk ama yine de durmadan yürüyorduk ona doğru. Umarsız girdabın içine doğru. Bir şeyler eniştemi çağırıyordu sürekli. O yüzden ardına bile bakmıyordu.
Kıyıya indik. Bir süre haşmetli ve öfkeli dalgaları seyrettik. Daha doğrusu ben seyrettim. Onun bakışları yine uzaklardaydı. Durdu bir an. Eğildi. Ayaklarına çarpan dalganın suyunu avuçladı. Islak ellerinin içi ile yüzünü sıvazladı. Tekrar daldı uzaklara. Ayaklarına vuran dalgaların farkında bile değildi. Bir süre daha böyle devam etti. Sonra bakışlarını indirdi uzaklardan. Arkasına baktı. Yukarıda duran evinin balkonuna şöyle bir göz attı. Eşi ve iki yavrusu balkondan ona bakıyordu. Gök gürültüsü ve şimşekler eşliğinde.
Sanki bir an ablam bakışlarını bana çevirdi: “Senin yüzünden!” diyordu o bakışlar, “Senin yüzünden!”
Ama bilmiyordu ablam, eniştem ondan ve iki yavrusundan çoktan vazgeçmişti. O meçhul bir cazibeye kapılarak buraya geldi. Ellerini tutan ben değildim, kaderiydi. Aklı hep uzaklardaydı. Uzaklar çağırıyordu onu. “Dur!” desem de durmazdı. Ablamın bakışları ürpertti beni. Çocuklarını alıp içeri giren ablamın bakışlarından nihayet kurtuluyorum. Benim yüzümden eniştemin başına bir şey gelmesinden korkmaya, herkesin yaptığı gibi kendimi suçlamaya başlıyorum. Haksız da sayılmam. Umarsız girdaba beni kırmamak için gelmişti eniştem. Bu yükten kurtulmam lazımdı. Hemen eniştemin yanına koştum, kolundan tuttum. Bu serin havada teni ne kadar da sıcaktı. Onu kendime çekerek, “Hadi dönelim eve.” diyorum.
Eniştem gülümsüyor,
“Korktun mu?” diyor.
“Evet korktum. Dalgalar çok kötü, benim yüzümden başına bir şey gelmesin.” diyorum.
Bu sefer beni dinlemiyor. Bir anda soyundu ve kendini dalgaların içine attı. Bir süre dalgalarla başa çıkmayı başardı. Sonra… Sonrası malum. Umarsız girdap…
Ardından seslendim, avazım çıktığı kadar. Sesime ses veren olmadı. Peşinden gitmeye, yakalamaya çalıştım. Dalgalar geçit vermedi.
“O bizim artık!” dediler.
Bir anda gözden kayboldu. Günlerdir yağan yağmur, yağmayı bıraktı. Gürleyen gökyüzü sesini kesti. Alacaklarını almışlardı. Bana da günahını bırakmışlardı. Ne dalgaların ne yağmurun ne de gök gürültüsünün suçu yoktu. Hepsi benim yüzümdendi. Pişmanlık bir canavar gibi yakama yapıştı. Bu günahın, omuzuma çökmüş vicdan azabının altında duramaz oluyorum. Onu bulmalıydım. Onu bulup tüm dünyaya karşı kendimi aklamalıydım.
Onu aramaya koyuluyorum. “Belki bir kıyıya vurmuştur.” diyorum. Dalgaların aralarında dolanıyorum. Baş edemeyince yüksekçe bir kayanın üstüne çıkıyorum. Denize yukarıdan bakmak için bunu yapıyorum. O sırada, çırpınışımı görenler yardıma koşuyor. Yolda karşılaştığımız insanlar da koşuyor. Bir anda plaj adamla doluyor. Neler olduğunu sormuyorlar bile. Bunun böyle olacağını zaten biliyorlar. Hiç oyalanmadan aramaya koyuluyorlar. Hem arıyor hem söylenip duruyorlar:
“Senin yüzünden… Senin yüzünden… Onu buraya sen getirdin!”
Bu acının altından nasıl kalkarım ben? Kendimi geçtim, ablama nasıl anlatırım olanları? Gitti babanız, gelmedi geri, nasıl derim yavrularına? Hâlâ umudum var, bulacaklar onu diye düşünürken kendi umutlarımın yanında onlarınkini de yıkmak. Acıların en büyüğü bu işte! “Beyninin o karanlık köşesini yok saymalısın.” diyorum kendi kendime. Kesinleşene kadar çalkantılı ruhumu, karadan daha kara düşüncelerimi, korkularımı dondurmaya karar veriyorum.
Allah’tan ümit kesilmez, diyor, umutsuzca beklemeye koyuluyorum. Dalgalar daha da yükseliyor, kıyıya daha sert vuruyor, kendini aklamak ister gibi üstüme yürüyor. Benim suçum yok, onu buraya sen getirdin, hepsi senin yüzünden, diyor.
İşte o anda, tüm ümidimi yitiriyorum. Ablamın ve iki yavrusunun yüzüne bakacak yüzüm yok. Pişmanlığın verdiği vicdan azabı buna izin vermiyor. Hepsi benim yüzümden, onu oraya ben götürdüm! İstesem vazgeçirebilirdim. Kolundan tutup geri çevirebilirdim. Hepsi benim yüzümden!
Kahrımdan kendimi yollara vuruyor, hiç durmadan yürüyorum. Şuursuzca, nereye gideceğini bilmeden… Önüme çıkan herkesin bakışları üstümde. Birbirlerine beni gösteriyorlar sanki. İnsanlar, hayvanlar, ağaçlar… “Hepsi senin yüzünden!” diyor öfkeli bakışlar. Bir yerde yaşlı bir kadın kesiyor yolumu. Eski zaman kadınlarından, beli kuşaklı. Gözlerinde dirhem acıma yok. Oysaki kaybım çok yeni, acımsa büyük. Önüme bir duvar gibi dikiliyor.
“Geri dön! Bu hikâyeyi sen yazdın.” diyor, “Hikâyeni tamamla!”
“Acılıyım be kadın! Çekil önümden.” diyorum.
Duymuyor bile! Gitmem için yolumdan çekilmiyor. Kolumdan tutup beni umarsız girdaba sürüklüyor, başladığım noktaya. Bir kez daha sızlıyor içim. Ablama olayı nasıl anlatacağımı düşünüyorum. Bir hikâye anlatmam lazım ona, ama nasıl? Adı “Pişmanlık Hikâyesi” olmalı. Abla, diyeceğim, artık bekleme, gelmeyecek. Ablam şaşkın şaşkın bana bakacak. Daha da üzüleceğim. Tekrar diyeceğim, artık bekleme. Acıdan sağır olacak ve beni hiç duymayacak. Ama ben kelimeleri duyacağım. Eniştem benim yüzümden öldü, çok pişmanım, diyeceğim. Yaklaşma, git buradan, diyecek. Evinin içi neden bu kadar kalabalık, diye soracağım. Öfkeyle yüzüme bakacak. Bakışlarımı ondan evin içine çevireceğim. Her yerde eniştemi arayacağım. Alışkanlık olmuş bir kere, onu aramadan olmayacak. Asla göremeyeceğim. Onun yerine ağlayan kadınları göreceğim. İşte o zaman anlayacağım. Eniştemin sonunun, benim hikâyemin başlangıcı olduğunu.
Ve sonu hiçbir zaman gelmeyecek, biliyorum.