İSA HACIHASANOĞLU/SU DA YAKAR

SU DA YAKAR

Suyun binlerce yıldır insanoğlunun yaşamını biçimlendirdiğini ikinci yılının sonunda babasının baskısı sonucu yarıda bırakmak zorunda kaldığı ortaokulda duymuştu. Ama sadece duymuştu. Bunu nasıl yaptığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Duyumu bilgiye dönüştürme isteği de olmamıştı hiç. Kim bilir? Belki de istese de olanağı olmayacağı için istememişti. Üstelik o günden sonra ne bir daha anımsamış, ne de bir başka birinin söylediğine tanık olmuştu. Bu yüzden olsa gerek kendi yaşamını değiştirmekten öte alt üst edeceğini aklının ucuna bile getirmemişti. Oysa akla gelmeyen başa gelirmiş. Meğer sadece ateş değil su da yakarmış.

Babası ölünce sürüyü satıp sevdiği kızın kendisine “varmasına” engel olduğunu düşündüğü çobanlıktan kurtulmaya karar vermişti. Karar vermişti ama ne yapacaktı? Bu sorunun yanıtı “ne yapabilirim”? sorusuna vereceği yanıtta saklıydı. Buna vereceği yanıtı da yoktu. Köyün birkaç kilometre aşağısındaki vadiden geçen yayla yolu şehirlerarası transit yoldu artık. Vadide derenin kenarında birkaç dönümlük bir çayırı vardı. Buraya bir alabalık çiftliği kurmayı ve eğer ruhsat alabilirse bir de içkili balık lokantası açmayı düşünüyordu. Ama bunu yapabilecek ne bilgisi ne de ticari deneyimi vardı. Yardım isteyebileceği tek kişi bilgisine ve kişiliğine çok güvendiği akrabası ve ortaokuldan sınıf arkadaşı olan elektrik mühendisi Altan’dı. İşin içinde para olduğu zaman kimseye güvenmezdi. Bir Altan vardı güvenebileceği. Daha doğrusu güvenmek zorunda olduğu. Ama O’da vadide kurulmakta olan HES e karşı daha proje aşamasından itibaren verdiği mücadelede kendisini yalnız bırakan köylülerine kırgındı. Üstelik komünistti de.

Bir akşam kasabanın tek ve izbe meyhanesinde karşılaştığı Altan’a bu düşüncesini açtı. Altan çoğu kez olduğu gibi arkadaşını dikkatle dinledikten sonra yanıtladı.

-Senin için yapabileceğim bir şey olursa elbette yaparım biliyorsun. Ama bu düşündüğün kadar kolay değil. Sizin çayır bu iş için uygun olamayabilir. Olmayabilir diyorum, zira su sorunu yaşayabilirsin.

Böyle bir şeyin olabileceği Muhammet’in aklının ucundan bile geçmemişti.

-Gürül gürül akan derenin kenarında neden su sorunu yaşayayım ki? Allah’ın suyu kim ne diyebilir?

Altan anlatmaya çalışacaktı. Kızgındı ama başka yolu yoktu. Elinden geleni yapacaktı.

-Azizim, suyun Allah’ınızın suyu olduğu tartışılır oldu artık. Hatta olmadığı tartışma götürmez de diyebiliriz. Su artık o çok sevdiğiniz HES şirketinin. Şirket izin vermezse Allah’ınızın suyunu kullanamazsınız. Siz dereyi o dalkavuk muhtarınızın peşine takılıp HES e destek verdiğinizde kaybetmiştiniz. Mevzuatı tam olarak bilmiyorum ama, HES projelerinde suyun kullanım hakkı ilgili şirkete devrediliyor sanırım. Kısacası dereyi satıyorlar belki de sattılar bile. Senin için fazla bir şey yapabileceğimi sanmıyorum. Hem burada uzun süre kalmayabilirim de. Mühendis Odaları seçimlerinde Yönetim Kurulu üyeliğine adayım. Seçilebilirsem Ankara’ya yerleşmeyi düşünüyorum.

Muhammet hala böyle bir şeyin olabileceğine ihtimal vermiyordu.

-Altan Bey olur mu öyle şey? Ne demek “dereyi satıyorlar”?  Allah’ın deresi nasıl HES şirketinin ve ya bir başkasının olabilir?

Altan gerilen sinirlerine hâkim olmakta zorlanmadı.

-Önce adımdan önce kullandığın ‘bey’ sözcüğünü bir daha kullanmamanı istiyorum. Ben bey falan değilim olmak da istemem. Diyerek başladığı konuşmasını bir sigara yaktıktan sonra,

-Ne yani azizim? Siz bu HES şirketinin sahiplerinin “ Hele şu HES i bir yapalım, size dereden su bile vermeyeceğiz” diyecek kadar salak olduklarını mı sanıyordunuz? Diyerek tamamladı.

Siparişler gelmiş, ilk kadehler boşalmıştı. Altan ikincileri doldururken Muhammet’in içeri girip birilerini aranır gibi masalara bakan Muhtar’ı masaya davet etme önerisini kesin bir dille reddetti.

-Bu şarlatanı ayıkken bile çekemiyorum. Bir de içmişse vay halimize. İşimiz zor vallahi. Başlar şimdi “Sayın başbakanımız dedi ki…”

Altan henüz bitirmişti ki Muhtar,

-İyi akşamlar mühendis bey. Muhammet’i affettiniz demek. Darısı başımıza.

Ekseni etrafında döndü. Beraber olduğu HES projesinin başmühendisi İrfan’ı kolundan tutup sanki davet edilmişler gibi İrfan’ın yanına oturttu. Kendisi de Altan’ın yanına geçti. Yetmezmiş gibi garsona servis açmasını işaret etti.

Altan’ın canı sıkılmıştı. Bu davetsiz misafirlerin ikisinden de nefret ederdi. Masalarına gelmelerinden memnun olmadığını belirten bir tonda yanıtladı.

-Benim kimseyle kişisel bir sorunum yok. Hiç kimseyi de suçluyor değilim. Bütün çabam yakın gelecekte yaşayabileceğimiz olumsuzluklara dikkat çekip toplumu doğasına ve geleceğine sahip çıkması için bilgilendirmeye yönelikti.

Alışılagelmiş birkaç “merhaba, nasılsınız” dan sonra İrfan da söze girdi.

-Altan Bey, siz de her şeye ideolojik bakıyorsunuz. Böyle olunca da doğru tespitler yapma şansınızı daha başından kaybetmiş oluyorsunuz. İdeolojilerin öldüğünü kabul edin artık.

Altan devamını getirmesine fırsat vermeden muhtarı yanıtladığı ses tonuyla bir solukta yanıtladı.

-Bakın İrfan Bey. Dilinize pelesenk ettiğiniz “ideolojiler öldü” söyleminin kendisi ideolojik bir söylemdir ve düzenin devamında çıkarı olanlar tarafından bu soygun düzenini devam ettirebilmek adına üretilmiştir. İnsan ideolojik bir hayvandır. İdeolojisi olmayan kişi saman yığınıdır. Sık sık dile getirdiğiniz bu söylemi papağan gibi tekrarlayanlar ikinci bir cümleyi söyleyemiyorlar. İddialarınızı destekleyecek argümanlarınız da yok. Emperyalist merkezlerin propaganda aygıtlarından başka bir şey olmayan, kendilerine ‘düşünce kuruluşları’ denen propaganda kurumları tarafından üretilen ve hiçbir bilimsel ve sosyal gerçeklikle örtüşmeyen savlarınızı bilim diye halka dayatmaya çalışıyorsunuz. Maalesef başarısız olduğunuz da söylenemez.

Altan sigarasını küllüğe bastırırken söz alan İrfan,

-Yapmayın lütfen Altan Bey, bunun neresinde ideoloji var? Biz burada kaç kişiye iş olanağı sağlıyoruz, biliyor musun? Ayrıca enerjide dışa bağımlı ülke olduğumuz için elektrik üretimi başlayınca milli ekonomiye ciddi katkı sağlıyor olacağız. Dedikten sonra utku kazanmışçasına koltuğa iyice yerleşti.

Oysa Altan da Muhammet de onların bir an önce gitmelerini istiyordu. Ama onların gitmeye niyetleri yok gibiydi. Altan yeni bir sigara yakıp karşılık verdi.

-İrfan, birbirimize dürüst olalım lütfen. Asıl amacın elektrik üretmek değil, yakın gelecekte en az petrol kadar belki de daha değerli olacak olan su kaynaklarına henüz kimse uyanmada el koymak olduğunu ikimiz de biliyoruz. Ayrıca bilim insanı olarak doğayı ve ekosistemi korumak gibi bir sorumluluğumuz olduğunu da unutmamak gerek.

Bir süredir suskun dinleyen Muhtar daha önce birkaç kez tanık olduğu tartışmanın yeniden başlamasını engellemek ve gerginliği yok etmek istercesine,

-Beyler bırakın bunları lütfen. Haftaya mübarek ramazan başlıyor. Doyasıya içelim. Bir aylık stokumuzu yapmış oluruz.

Ama öyle olmadı. Muhammet önündeki kadehi bir yudumda boşalttı. Ardından hesabı istedi. Kalkması gerekiyormuş. Muhammet’in kalkma isteği Altan için kurtuluştu.

-Muhammet’i de bırakmam gerek.  Diyerek o da kalktı.

Yol boyunca Altan’ın “Muhtar da İrfan da pek hatta hiç tekin kişiler değildirler. İrfan’ı üniversiteden tanırım. Muhtarı sen de en az benim kadar tanıyor olmalısın. Sakın ikisine de güvenme” uyarısı dışında sessiz kaldılar. Ayrılırken Muhammet bu akşamı saymadığını yakın gelecekte bir akşam yeniden aynı yerde görüşmek istediğini söyledi. Altan “memnuniyetle” demekle yetindi.

Sonraki haftalar Muhammet için oldukça yoğun geçti. Balık havuzları ve tesisin diğer yapım işleri Muhtar’ın ve İrfan’ın beklenmeyen destekleriyle beklediğinden kısa sürede tamamlandı. Birkaç hafta içinde diğer yasal işlemler yapılıp belediyeden alınması zorunlu ruhsatı da alınca yaz sezonu başlamadan tesisi işletmeye açacaktı. Böylece hem kullandığı kredinin taksitlerini hem de Muhtar’ın kefaletiyle aldığı betonun borcunu ödemeye başlayabilecekti. Asıl önemlisi kendisini reddeden kıza artık çoban değil girişimci olduğunu kanıtlayıp şansını bir kez daha denemek olanağına kavuşacaktı.

İlk birkaç ay içinde işler beklediğinden de iyiydi. Ta ki, HES işletmecisinin yaz sonuna doğru derenin debisi azalınca havuzlara verilen su miktarında önemli miktarda kesinti yapacağını söyleyene kadar. İrfan’ın vadiye verilen can suyunu kullanma önerisi de olanaklı değildi. Zaten can suyu olarak vadiye bırakılan su miktarı olması gerekenin çok altındaydı.

Kısa süre sonra vadideki tek su değirmeninin de suyu kesilince işin şakasının olmadığını anladı. Değirmenin sahibi ve amcasının oğlu olan Yusuf’la birlikte daha önce taşlamış olmalarına rağmen başkanlığını Altan’ın yaptığı Doğal Yaşamı Koruma Derneğinden yardım istemekten başka umarları olmadığına karar verdiler.

Doğal Yaşamı Koruma Derneğine geldiklerinde Ankara’dan yeni gelmiş olan Altan’la karşılaştılar. Karşılıklı birkaç merhaba nasılsınız dan sonra Muhammet hemen konuya girdi.

-Siz haklıymışsınız Altan Bey. O gavur İrfan suyu keseceğim diyor. Böyle bir şey yapabilir mi? Buna hakkı var mıdır? Yaparsa ne yapılabilir, biz ne yapabiliriz? Sizin söyleyebileceğiniz, dahası yapabileceğiniz bir şeyler vardı umuduyla size geldik.

Altan bunu bekliyormuş da hazırlık yapmış gibi hemen yanıtladı. Oysa bunun için hazırlık yapması gerekmiyordu. Daha ilk günden beri bu ve buna benzer şeylerin yaşanma olasılığının oldukça yüksek olduğunu anlatmaya çalışmıştı.

-Söyleyeceklerimi iki başlıkta toplayabilirim. Birincisi derneğimizin kurumsal kimliği adına söyleyeceklerim. Yargıya başvurabilirsiniz. Bizde avukat arkadaşımızı size yardımcı olmak için görevlendiririz. Yargı sürecini takıp ederiz. Bir basın bildirisi hazırlar ve basın açıklaması yaparız. Kamuoyunu bilgilendiririz vs.

Acelesi varmış gibi hiç ara vermeden ikincisine geçti.

-İkincisi Altan olarak söyleyeceklerim. Anımsıyor musunuz? Daha ilk gün su sorunu yaşayabilirsin demiştim. Bu falcılık falan değildi. Sürecin buraya gelmesi kaçınılmazdı. Köyde üç beş kişi, o da sadece inşaat sürecinde geçici olarak iş bulacak bir iki kişi kamyon alacak diye su kaynaklarımızın satılmasına sessiz kaldınız. Dava dilekçemize imza atacak kişi bulamıyorduk. Ama biz yine de geçici olarak ta olsa inşaatı durdurma kararı aldırdığımızda “işimizden olduk” diyerek derneği taşa tuttuğunuz günler ne yapmanız gerektiğini defalarca söylemiştik. Tekrara gerek yok sanırım. Avukat arkadaşımız yarın burada olacak. Gelirseniz size yardımcı olacaktır.

Altan’ın kendisinden beklenilmeyecek tavrı Muhammet’in moralini bozmuştu. Ama yine de ertesi gün derneğe gelip avukatla görüşmeye karar verdi. Köye dönünce eve gitmeden köy kahvesine uğrayıp Muhtar’la da konuşmak istiyordu ki, kahvenin kapısında Altan’ın kardeşi İlyas koluna girip kulağına bir şeyler fısıldayınca vaz geçti. Sinirleri iyice bozulmuştu. Ya İlyas’ın söyledikleri yalansa? Pek ala olabilirdi de!  Ama Muhtar’dan da her şey beklenebilirdi. Bir kulağında İlyas’ın söyledikleri diğerinde Muhtar için söylenenler hızla eve doğru yürümeye başladı. Eve geldiğinde İlyas’ın söylediklerinin doğru olduğuna çoktan karar vermişti. Her şeyden kurtulmanın çaresini uyumakta buldu.

Uyandığında İlyas’ın söyledikleri yeniden kulağına fısıldanıyordu sanki. Unutmaya çalışarak hazırladığı kahvaltıyı iştahla bitirip kasabanın yolunu tuttu. Dernek bu saatte açılmazdı. Hava soğuk değildi. Ara sıra yaptığı gibi bir gazete alıp deniz kenarında bir çay bahçesine gitti. Bu gazeteyi almazdı. Bazen Altan’da görür başlıklarına bakmakla yetinirdi. Dün de dernekte masanın üzerinde görmüştü. Okudukça sevmeye başladı. Bu güne kadar okuduğu gazetelerden çok farklıydı. Derneğin açılma saati yaklaşınca gazetesini alıp derneğin yolunu tuttu. On beş dakika sonra geldiği dernekte tanımadığı ama birkaç kez Altan’la beraber gördüğü avukat Taner kendisini bekliyordu. Selamlayıp karşısına oturdu.

Taner hemen konuya girdi. Anlaşılan fazla zamanı yoktu.

-Sanırım sorunu biliyorum. Dün Altan ayrıntılı bilgi verdi. ÇED raporunda usulsüzlük tespit ettik. İptali için dava açmaya hazırlanıyoruz. Sizin davanız için de dosya hazırlayıp ikisini bir işleme koyacağım. Hafta sonu gelin imzalamanız gereken bazı evraklar olacak. Vekaletname falan.

Muhammet kendisinin bile zor duyduğu bir sesle,

-Taner Bey, avukatlık ücreti ne kadar olacak. Nasıl ödeyeceğiz?

Taner sevineceği bir yanıt verdi kendisine.

-Yargı masraflarını başvuru sırasında ödersiniz. Ben bu tür davalar için ücret talep etmiyorum.

Cumartesi için sözleşip ayrıldılar. Muhammet davayı kazanacaklarından emindi. Öyle ya. Su Allah’ın suyu idi. Derelerin satılması ne aklın ne ahlakın ne de Allah’ın kabul edebileceği iş değildi. Dernekten çıkınca Yusuf’u arayıp bilgilendirdi.

Cumartesi gerekli imzaları attıktan sonra beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu. Ekim ayı sonlarıydı. Yakında başlayacak olan güz yağmurları derenin debisini yeniden yükseltecekti. Ama gelecek sezon için hazırlıklı olmalıydı. Yeni sezona davayı kazanmış olarak girmek istiyordu. İşlerin yoğun olacağı günlerde bunlara ayıracak zamanı olmayacaktı. Yazın su sorunu başlayıncaya kadar mümkün olduğu kadar birikim yapmalıydı. Haftalar derken aylar böyle geçti.

Sonraki yıl Temmuz’un ortasına doğru derenin debisinin azalmamasına karşın kendisine verilen su miktarı önemli ölçüde azaltılmış, değirmene verilen su tamamen kesilmişti. Bunlar Muhammet için başlaması kaçınılmaz bir savaşın işaret fişeği idi. Önce Muhtar’la görüştü. HES başmühendisi İrfan, değirmenci Yusuf ve kendisinin katılacağı bir görüşme istedi. Muhtar tamam dedi. Görüşmede Altan’ın da olmasını istiyordu. Ama söylemedi belki de söyleyemedi

Muhammet buluşmaya çok geç gelen özgüveni oldukça yüksek İrfan’ın herkesi küçümseyen tepeden bakışını sorun etmemeye çalıştı. İrfan’ın bu kişiliğinin oluşumunda yoksul bir aileden geliyor olmasına rağmen kısa sürede azımsanamayacak bir servete sahip olması ve bu sayede polis müdüründen jandarma komutanına, kaymakamından belediye başkanına, savcısından hakimine kadar ilçe bürokrasisi ve siyasal iktidarın temsilcileriyle sıkı ilişkiler içinde olması olmalıydı.

Önce Muhammet ve Yusuf yaşadıkları sorunları anlattılar. Muhtar elindeki tesbihi şaklatıp durmasa varlığı belli olmayacaktı. İrfan’sa dinliyormuş gibi görünüyordu. Ama aslında kimseyi doğru dürüst dinlemiyordu. Muhammet’le Yusuf bitirince: 

-Benim işim ne pahasına olursa olsun çarkı çevirmek. İşte hâkim, işte savcı işte jandarma. Buyurun ne yapabilecekseniz yapın. Yusuf, sen suyu tamamıyla unut. Muhammet, sen de bu kadarıyla yetinmeye çalış.  Bazen bu kadarını da alamayacaksın. Hadi, iyi günler, diyerek arkasına bakmadan kalkıp gitti.

Muhammet’in içinden suratına bir yumruk patlatmak geçmedi değil. Hatta patlatmamak için zor tuttu kendini. Zira zamanı değildi. Gerekirse daha fazlasını da yapardı. Hem de hiç düşünmeden.

Muhtar’ın İrfan’ı desteklemesi Muhammet’e önceki hafta İlyas’ın kahvenin önünde kulağına fısıldadıklarını anımsattı. Artık kuşku yoktu. İlyas yalan söylememişti. Artık İrfan için düşündükleri Muhtar için de geçerliydi.

O günden sonra bu ikili ile karşılaşmamak için daima özenli bir çaba içinde oldu. Son yılların en yağışlı yazının yaşanması buna yardımcı oldu. Son bahar başından ilkbahar sonuna kadar su surunu yaşanmazdı zaten. İlk bir yıl banka kredisinin taksitlerini zor da olsa aksatmadan ödeyebildi.

Yılın son günleriydi avukat Taner arayıp davayı kaybettiklerini, artık İrfan’ın gerekli gördüğünde kendisine verilen suyu kısma, hatta tamamen kesme hakkına sahip olduğunu söyledi. Bir de gelecek bahardan itibaren tüm yıl boyunca yağmurların geçen yıllara oranla çok daha az olacağı tahmin ediliyordu. Meteorolojik veriler bu yöndeydi.

Öyle de oldu. Bu da Muhammet’in ödemeleri önce aksatmasını, sonra da tamamen durdurmasını kaçınılmaz kıldı. Artık Muhtar’ın sahne alma zamanı gelmişti. Muhammet’le görüşmeye bile gerek duymadan icra takibini başlattı. Muhammet için satmaktan başka seçenek yoktu. Ama Muhtar’a satmamak için her şeyi yapacaktı. Yapacaktı da su sorununu Muhtar’dan başka çözebilecek kimse yokken kime satabilirdi? Muhtar’la karşılaşmak istemiyordu. Ne zaman karşılaşsalar sinirleri boşalıyor, içine zor bastırdığı bir öldürme isteği doluyordu. Bu sorunu avukat Taner’e satış için vekalet vererek çözdü. Borçlar ödendikten sonra az da olsa bir miktar para kaldı.

Tüm kaybettikleri bir yana, asıl Sevim’i tamamen kaybetme korkusu çökmüştü yüreğine. Umarsız kaldığı her zaman yaptığı gibi Altan’la konuşmaya karar verdi.

Altan’la her zamanki gibi Liman Meyhanesi’nde buluştular. Muhammet çoğunu İshak’ın da bildiği olayları hiçbir ayrıntıyı atlamadan uzun uzadıya anlattı. Altan hiçbirini bilmiyormuş gibi kesmeden dinledikten sonra tana tane sözcüklerin üzerine basa basa konuşmaya başladı.

-Muhammet kardeşim, yaşadıklarını bu ülkede sadece sen yaşamadın. Tamamen aynısı olmasa da benzer şeyler birçok yerde yaşandı, bundan sonra da yaşanacak. Bunlar sonuçtur ve sonuçlardan hareketle sorun çözmeye çalışmak çoğu kez sonuçsuz kalmıştır. Başka türlü olmasını beklemek de doğru olmaz zaten.

Altan başucunda dikilen garsonu fark edince sustu. Siparişler verilince yeniden başladı.

-Kapitalizm dünyada ve ülkemizde özellikle de 90’lardan sonra yeni bir yola girdi. Daha önce krizlerini devletin kaynaklarını kullanarak aşan kapitalizm bu kaynaklar tükenince kamunun kaynaklarına yönelmek zorunda kaldı. Önce emekçilerin bedeller ödeyerek kazandığı ekonomik ve sosyal haklarını tek tek ellerinden alan egemenler artık kamunun ortak malı olan doğal kaynaklara saldırmış durumdalar. Su da bunlardan biridir.

Söylediklerinin etkisini ölçmek istermiş gibi susup Muhammet’i süzdü bir süre. Lavaboya gidip geldi. Oturunca bir sigara yaktı. Garson ilk servisi yapmıştı. Birasından ilk yudumu alıp devam etti.

-Devlet dediğimiz yapı ise yasaması, yürütmesi ve yargısıyla egemen sınıfların sopası olmaktan başka bir işlevselliğe sahip değildir. Halkın demokratik kitle örgütleri aracılığıyla emeğine ve doğasına sahip çıkmaktan başka umarı yoktur. “ Bunlar bilmediğimiz şeyler değil” dediğini duyar gibiyim, ama görüyorsun ki bilmek yetmiyor. Mücadele etmek gerekiyor.

Muhammet gardı düşmüş bir boksör gibi olmuştu, ama çabuk toparlandı.

-Söylediklerine çok da yabancı değilim biliyorsun. Yine de aydınlatıcı oldu, teşekkür ederim. Ben bundan sonra ne yapabilirim? Onu konuşmaya geldim. Biraz param kaldı. Bununla ne yapabilirim? Biliyorsun, yılladır kışları sürüyü ağıla koyduktan sonra kış boyunca balıkçı gemilerinde tayfalık yapıyorum.

Altan bunu bekliyormuş gibi hemen yanıtladı.

-İyi ya.! Deneyimin var gene yap.

-Ben tayfalık yapmak istemiyorum. Küçük bir motor almayı düşünüyorum. Ama biliyorsun icra sorunlarım var. Diyorum ki motoru senin adına alsak.

Bunun olmayacağını o da biliyordu aslında ama söylemişti bir kere. Altan’da zaten hiç duymamış gibi bir başka seçenek sundu kendisine.

-Bence güvenilir bir ortak bulup en azından orta boy bir motor almalısınız. Küçük motorla para kazanmak sandığın kadar kolay değildir. Biliyorsun, babam da balıkçıydı. Bunu söyler dururdu hep.

Biraz düşündükten sonra gözleri ışıldadı. Aklına yatmıştı ama o arkadaş kim olmalıydı?

-Aslında olmayacak iş değil. Geçen yıl bir tayfa arkadaşım bu yıl için bir motor almaktan söz etmişti. Yarın bir görüşeyim.

Altan, Muhammet’in keyfinin katlanmasına destek olurcasına kahkahayı patlattı.

-İyi olur. Bundan sonra biralar benden, balıklar senden yaparız.

Gülüştüler. Birer bira daha içip kalktılar. Muhammet’in hesabı ödeme önerisine Altan sert çıkıştı.

Muhammet ertesi güne Murat’ı arayarak başladı. Limanda buluşmak için sözleştiler. Aslında liman dedikleri küçük bir balıkçı barınağıydı. Ama ne önemi vardı böyle olmasının. Şansı ilk kez gülecek gibiydi. Murat olumlu yaklaşmıştı.

Limana girerken tam istediği büyüklükteki bir motorda asılı “satılık motor” ilanını okuyunca çocuk gibi sevindi. Balık sezonunun başlamasına bir ay vardı. Yetişebilirlerdi. İlandaki telefon numarasını kaydedip adımlarını sıklaştırdı. Limana geldiğinde Murat tanımadığı bir kişiyle konuşuyordu. Murat hemen tanıştırdı.

-Bahsettiğim arkadaşım Muhammet, almayı düşündüğümüz motorun sahibi Orhan Bey.

Kolay anlaştılar. Motorun biraz bakıma ihtiyacı vardı, ama olsun sezon başlarken hangi motorun olmazdı ki.

Tam yedi ay süren sezon boyunca gazete ve rakı almak için çıktıklarını saymazsa karaya hiç çıkmadan aralıksız çalışmalarına rağmen motorun borcunu ödeyebilecek kadar para kazanamadan balık sezonu bitmişti. Motoru alırken paranın yarısını peşin ödemişlerdi. Kalan yarısını da bir yılı geçmemek koşuluyla kazandıkça ödeyeceklerdi. Bu durumda kış daha aynı tempoda çalışmaları gerekiyordu.

Muhammet denizde geçirdiği yedi ay içinde birçok kez Sevim’i arayıp iyi kazandığını, isterlerse bir yıl daha çalışıp birlikte kente yerleşebileceklerini anlatmaya çalıştı. Sevim ne evet ne de hayır diyordu. Sevim’in hayır dememesi Muhammet’in azminin, mutluluğunun ve güzel olan her şeyin sebebi idi. Boş geçen yaz döneminde köye hiç uğramadı. Birkaç kez kaçamak da olsa Sevim’le buluşmak için yaylaya gitti. Sevim’i evliliğe ikna etmesi kolay olmadı. Ama evlilik için gerekli parayı biriktirebilmek için bir hatta iki yıl daha kış aylarını denizde geçirmesi gerekiyordu.

Sonraki kış yine önceki kış olduğu gibi aylar boyunca karaya çıkmadan aralıksız çalıştılar. Muhammet bu kez Sevim’i daha sık arayıp onu kentte yaşamaya ikna etmeye çalıştı. Sevim’in onca ısrarına rağmen köyden ayrılmak istemesinin nedenini söylemedi. Zamanı gelince söylerim deyip kesti her defasında. Sezon bitince borcunu bitirdikleri motoru sattılar. Muhammet için köye dönme zamanıydı.

Köye döndüğünde ilk birkaç hafta kimseyle görüşmek istememesinin nedenini kendisi de bilmiyordu. Uyudu, çocukluğunda gezip dolaştığı sürüyü otlattığı yerleri gezdi. Sonra yine uyudu, sonra yine gezdi. Denizde olduğu aylarda sık olmasa da fırsat buldukça kitap okumuştu. Kasabaya inip, birkaç kitap alıp yaylaya çıkmak için evden çıkmıştı ki, İlyas’la karşılaştılar. Kasabaya birlikte indiler. Kasabanın tek kitap evine uğrayıp kitap aldılar, sahilde uzun uzun yürüyüp çay bahçelerinde oturdular. Denizde geçen aylardan, köyde olan bitenlerden ve az da olsa okudukları kitaplardan konuştular.

Ertesi gün yaylaya da birlikte çıktılar. İlyas birkaç gün sonra döndü. Muhammet İlyas’tan sonra kaldığı yirmi günde çobanlara yoldaşlık etti, aldığı kitapları okuyup rakıları içti, dağ tepe demeden her gün kilometrelerce yürüdü. Bir iki kez de Sevim’le buluştu. Okuyacak kitabı, içecek rakısı kalmayınca da köye döndü. Birkaç gün köy kahvesine gidip oyun oynadı.

Kasabaya indiği bir gün uzun zamandır uğramadığı Liman Meyhanesi’ne girdiğinde akşam olmak üzereydi. Çoğunu tanıdığı on beş ya da yirmi kişi vardı meyhanede. Bazılarıyla selamlaşıp denize bakan masalardan birine oturdu. Rakı ve balık biraz da meze söyledi. Telefonunu şarja takması için garsona verdi.

Bir süre sonra Muhtar’la İrfan’ın da gelip arka masaya oturmaları keyfini kaçırdı. İkisi de ukala ve patavatsızdılar, söyleyecekleri bir söz istenmeyen şeylerin yaşanmasına neden olabilirdi. Kalkmayı düşündü bir an. Sonra hemen vazgeçti. Hayır, neden kalkacaktı? Önce kendisi gelmişti. Hem neden korkacaktı ki? Ne olacaksa olsundu.

Muhammet istemese de ara sıra arka masada konuşulanları duyuyordu. İlerleyen saatlerde gece hayatlarından, yaptıkları hovardalıklardan konuşmaya başlamışlardı. Bir ara Sevim’in adını da duyar gibi oldu. Sanki İrfan Muhtar’a Sevim’in kimin kızı olduğunu soruyordu. Alkolün etkisiyle olmalı tam emin olamıyordu. Yoksa ortalığı darmaduman ederdi kuşkusuz.  Birden Muhtar ayağa kalktı. Hemen ardında kolundan tuttuğu İrfan’ı da kaldırdı. Birlikte eğreti ve yapmacık olduğu kadar alaycı da olan bir gülüş eşliğinde müziğe eşlik etmeye başladılar.

        …

“Değirmenin üstü her gün yel olmaz,

değirmenin üstü her gün yel olmaz.”

Bu son dizeyi daha yüksek sesle ve alaycı bir neşeyle yinelemeleri, ardından da Muhammet’e bakıp kahkahayı basmaları zaten gergin olan Muhammet’i iyice çılgına çevirdi. Rakısından bir yudum alıp garsondan şarja koyduğu telefonu getirmesini istedi. Ağır ağır sahneye yürüdü. Müzisyen ara vermişti. Telefonun sesini sonuna kadar açıp mikrofona dayadı.

           …

“Dinle ağa dinle paşa dinle bey,

dinle ağa dinle paşa dinle bey,

Sen söylersin o susar mı bel’lolmaz,

sen söylersin o susar mı bel’lolmaz…

Türküye avazı çıktığı kadar yüksek sesle eşlik etti. Herkes şaşkındı. Bir pandomin sanatçısı izler gibi Muhammet’e bakıyorlardı. Bu bildikleri tanıdıkları Muhammet değildi. Döndü müziğin sesini önce kıstı, hemen sonra tamamen kapattı. Meyhanedekiler izlemeye devam ediyordu. Evet yanılmamışlardı. Bu kesinlikle bildikleri Muhammet değildi. Herkes soluğunu tutmuş olacakları merakla bekliyordu. Garsonlar aşçılar ve diğer çalışanlar dahil herkes bir Muhammet’e bir Muhtar’la İrfan’ın masasına bakıp duruyorlardı. Muhammet bunu fark etmişti. Artık zamanın geldiğini düşündü. Muhtar’la İrfan’ın oturdukları masaya döndü.

 -Ulan orospu çocukları.! Değirmenin üstü her gün yel olmaz da sizin HES’inizin gölü her gün su dolar mı sanıyorsunuz, diye haykırırken önce İrfan’a ardından silahına davranmaya çalışan Muhtar’a ikişer kurşun sıktı. Pek kalabalık olmayan meyhane bir anda boşalmıştı.

 Muhammet her gün aynı şeyi yapıyormuş gibi sakindi. Masasına dönüp kalan rakıyı bir yudumda içti. Telefonu yeniden mikrofonun önüne koyup sesi sonuna kadar açtı. Hoparlörler yeniden patlarcasına bağırmaya başlamıştı.

            ….

“Dinle ağa dinle paşa dinle bey,

dinle ağa dinle paşa dinle bey.

Sen söylersin o susar mı bel’lolmaz,

sen söylersin o susar mı bel’lolmaz.”

Ağır adımlarla dışarı çıktı. Ahmakıslatan sağanağa dönüşmüştü. Hiç bir şey olmamış gibi kimsenin yüzüne bakmadan, kimseye bir kelime olsun bir şey söylemeden kutsal bir görevi yerine getirmiş bir keşiş rahatlığında denize doğru yürüdü. Kimse de ne ağzını açıp bir kelime söz etti ne ayağını kaldırıp ona doğru bir adım attı. Komutanı selamlayan asker mangası gibi Muhammet’i gözleriyle takip etmekle yetindiler. Görenler her birini binlerce yıl öncesinden gelmiş Terracotalardan ya da biraz önce çıkan fırtınanın dükkanların önlerinden sürükleyip getirdiği cansız mankenlerden biri sanabilirdi. Sessizlik Muhammet gözden kayboluncaya dek devam etti. Sonra gök gürültüsüne benzer bir motor sesi geceyi de sessizliği de kalabalığı da ikiye böldü. Muhammet sanki anahtarını motoru değil de o ana kadar canlı olup olmadığı belli olmayan kalabalığın ağzını çalıştırmak için çevirmişti. Muhammet’e sövgülerle övgüler birlikte duyuluyordu. Kısa süre içinde ambulans sesleri kimin ne dediğini anlaşılmaz kıldı.

Ertesi gün gazeteler “Dün gece bir meyhanede bir kişiyi öldürüp bir kişiyi de ağır yaralayan balıkçı sürat motoruyla kaçtı.” yazdılar.