AYDIN ŞİMŞEK/HER ZAMAN ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİLDİR

HER ZAMAN ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİLDİR

Yakın dönem öykücülüğümüze derli toplu olarak yaklaşıldığında bazı isimlerin geleneksel öykü çizgisini çeşitlendirirken kimi öykücülerimizin de yeni anlamsal arayışlara ve söyleyişlere yöneldiğini görürüz. Bu yönelişin içerisinde de bir tür iç çeşitlenme göze çarpar. Dile ve dilin olanaklarına-kurallarına bağlı kalarak yapılan arayışlarla yine dile yaslanarak ama dilin yerleşik kurallarını neredeyse ters yüz ederek ortaya çıkan yönelişler dikkat çekicidir. Giderek görselleşen bir dünyada, başta şiir olmak üzere öykünün de bu tür değişimlerden etkilenmesi kaçınılmaz gözüküyor. Özellikle de bu iki türün -şiir ve öykünün- yapısı gereği görselliğe uygun olması, şiir ve öykü yazarlarını bilinçli-bilinçsiz bu tür çabaya sürüklüyor. Bilişim teknolojisinde yaşanan büyük sıçramalar ve yeni uzmanlık alanlarının çoğalmasıyla birlikte, değişen ve çeşitlenen hayatları anlatabilmek için dilin yazarlar tarafından yeniden biçimlendirilmesini zorunlu kılıyor. Geleneksel anlatı biçimlerinin yerini, anlamakta güçlük çektiğimiz, çoğu zaman da ancak sezgilerimizle anlatılmak istenene doğru yöneldiğimiz türler almaya başladı denilebilir.

Hemen her öykücü; önünde somut bir olgu olarak duran, bu çok karmaşık ve giderek daha çok kaotikleşen ‘yeni hayatın’ tümünü bir anlatı biçiminin içeriğine sığdıramayacağını görüyor. Bu nedenle de öyküler de -yaşamın diğer alanlarındaki gibi- uzmanlaşmanın doğal bir uzantısı gibi davranıyor, bütüne değil de bir parçaya, bir duruma odaklanıyor. Bu parça aslında bütünün içinden çekip alınan en dramatik, en duygusal, en ekonomik ve en politik süreci imliyor. Bu nedenle de bir ‘an’a yaslanıyor gibi görünse de bütünsel akışın içerisinde kaybolmaya ya da silikleşmeye yüz tutmuş bir kesit tarih bilincine yaslandığı için hem geçmişi hem de şu ‘an’ı ve yer yer de geleceği içeriğinde barındırıyor. Bu nedenle kendisi giderek minimalize olurken içeriğinde sıkı sıkıya tutunduğu olgular, olaylar genleştikçe genleşiyor ve her okumaya yönelişimizde, anlam katmanlarıyla bize -okur-farklı duygular, düşünceler ve haz alanları açıyor. Yazın türlerinin geleneksel olarak sıkı sıkıya sarıldığı hiyerarşi ve konsensüs ideolojisinin farklı düşünce biçimlerine kolay kolay kapı aralamadığını düşündükçe sanat tarihinin -özelde de edebiyatın- her deviniminin sancılı ve tartışmalı olduğunu söylenmek mümkün.

Kavramsal olarak “kısa öykü” olarak tanımladığımız ve öykü yazarları için de son derece çekici ve eğlenceli gelen bu tür, eleştirmenler için geleneksek öykünün alt türü olarak tanımlanmaya çalışılmıştır. Ancak öncülüğünü Edgar Allen Poe’nin yaptığı ve başta Amerika olmak üzere tüm dünyada hızla yaygınlaşmış, bilinen birçok önemli yazar da bu türde ürün vermiştir. Böylelikle kendi meşruiyetini yavaş yavaş kazanan kısa öykü, öykünün bir alt türü olarak tanımlanmaktan da kurtulmuştur. Ve 80’li yıllarda tüm öykücülerin ilgi alanına girerek hiç beklenmedik kadar da popülerleşmiştir. Bu popülerlik kaçınılmaz olarak bu sefer de kısa öykünün kısalığının ne kadar olacağı, kısalığı belirleyecek ölçünün ne olacağı tartışmalarını getirmiştir. Kısa öykünün ilk örneklerine rastladığımız 1850’li yıllarda, zamanın ruhuna uygun olarak yüz ile iki bin sözcükle sınırlandırılmışsa da zamanın hızı arttıkça kısalık kavramı da bu hıza uygun olarak değişim göstermiş, günümüzde birkaç cümleye kadar inmiştir.

Elbette ekonomik ve siyasal küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni mekân kavramları da yeni içerik ve biçim arayışlarını zorunlu kılıyor. Geleneksel ahlâk anlayışları aşındırıldıkça kişisel özgürlük alanlarındaki yönelişler, alıştığımız kurallar ve değerlendirmelerle kavranamıyor. Diğer yandan psikolojik yaklaşımlarla anlamlı hale getirilmeye çalışılan ve kişisel gelişim kitaplarının temel konularına dönüşen ‘nedensiz davranışlar’ ve ‘hiçlik duygusunun’ günlük hayata açıkça eklenmesi ve bu olguların birer davranış biçimine dönüşerek yaygınlaşması şaşkına çeviriyor bizleri. Olağanüstü diyebileceğimiz ya da salt fantastik kurgularda gerçekleşebileceğini düşündüğümüz şeyler birer olağan davranışlar olarak karşımıza çıkıyor. Bir yandan şaşırma yetisini yitirip hemen her şeyi olağan karşılarken bir yandan da bu hızlı değişimin durmadan yenilediği talepleri satın alıyoruz. Giderek semboller altında toplanan ve aynılaşan hayatlarımızı tek düzeliğinden kurtulmak için bizi aşırıya yöneltecek, aşırıda sınayacak olayların beklentisi içerisine giriyoruz. Olayların ve imgelerin hızına yetişmek olanaksızlaşıyor, bu nedenle de tarih bilincine dönüşecek deneyimler, bilgi birikimleri ve ölçütler oluşamıyor. Geçicilik duygusuyla genelleştirme bir arada aynı amaç için çalışıyor sanki. Bilinçsiz bedenler çoğalırken bedensiz bilinç ataklarına hayatımızın hemen her alanında karşılaşıyoruz. Hemen her şeye genel bir bakış açısıyla çözüm bulma çabamız, genelin geçerliğini de hemen devreye sokuyor ve genel içindeki tüm özel durumları ve ayırt edici bilinci örtülüyor, zamanla da yok ediyor. Hayatımızdaki şeyler genellemeler üzerine oturuyor. Kalıcılık duygusu siliniyor; anılar ve hatıralara ilişkin edinimler ve geleneğin değeri azalıyor. Kuşakları birbirine bağlayan ortak kültürel miras zayıfladıkça tarih bilincinden de kopuluyor. Özellikle genişletilmiş sanallık ağı ile özel hayatlar seyirlik haline dönüşürken vitrinde olabilmek için insanlar birbirleriyle yarışıp özel yaşamlarını sergilemekten çekinmiyorlar. Mesafeler kısalıyor, nano teknolojilerin getirdiği yeni olanaklarla hayat bir yanıyla sıradanlaşırken bir yanıyla da yerleşiklik duygusu yitiriyor. Folklorik ve geleneksel olan değersizleşiyor, düşünsel ve yazınsal kaynaklara bağlanmak, bir geleneğe eklemlemek anlamını yitiriyor. Her şey kendisi için amaç oluyor ve her amaç kendi alanına kapanıyor. Küresel ekonomi küresel krizlere neden olurken üretim alanındaki aktörler de biçim değiştiriyor. Kol emeğine dayalı sanayiler yerlerini finans sermayesinin dayatıcı ve yönlendirici gücüne teslim ediyor; buna bağlı olarak işsizlik aynı oranda küreselleşiyor. İş bulma eğilimi ve arayışları da küresel ekonominin dev çarklarında hemen herkesi yerinden ediyor. İş bulmak ve aramak artık ulus kimliğinden sıyrılıp dünya vatandaşı olma eğilimiyle büyük bir devinime, göç dalgasına dönüşüyor. Özgün ve özerk kültürler giderek melezleşiyor ve yeni hayatların rengine ait bir kavram ve kavrayış olarak melezleşme başat hale geliyor. Sermayeler melezleşiyor, diller melezleşiyor, davranışlar melezleşiyor, görüntüler melezleşiyor… Çok yapılı, çok dilli, çok kişilikli çok kimlikli-kimliksiz basit ama tuhaf karmaşık bir durumla karşı karşıyayız. Çok yapılı; çünkü imgesini en basit şeylerden alıp toplumsal tepkileri ve karşı çıkışları hızla örgütleyebiliyor. Bunun son örneklerinden birisi de ‘Gezi Parkı’ olaylarıdır ki imgesi sadece iki ağaçtır. Öyle ki sol, sosyalist, anarşist, lümpen, ötekileştirilmiş, dindar-dinsiz, liberal, işsiz, çevreci, ulusalcı, milliyetçi, arayış içinde olanlar ve daha tanımlamasını yapmakta zorlandığımız gruplar, bireyler ve marjinaller… Bunca renkli, birbirinden bağımsız kimliğin bir araya gelişi de şaşırtıcı elbette. Çok dilli; konuştuğumuz ve anlaştığımız dilin dışında sembolleri ve kodlarıyla bir iç dil bu.

Tüm dünyada küreselleşme politikaları bir yandan sosyal devlet olgusunu yıpratırken diğer yandan özelleştirmeler ve uzmanlaşmanın zorunluluğu giderek işsizler ordusunu çoğalt-makta. Gelecek kaygısının üniversite mezunlarının bir sorunu olması kadar mevcut kurumlarda istihdam edilenlerin de her an işlerini kaybetme korkusu öfkeyi büyütmekte… Bu durum çoğu zaman hiyerarşi, düzen ve merkezileşmiş kontrol (devlet kontrolü) üzerine kurulmuş olan sisteme karşı bir tepki olarak anarşi, düzenin yıkılması, merkezi kontrolün kalkması gibi beklentileri beslemekte. Geleceğe özgür birey olarak girme istenci, modernizmin disiplinli/kontrollü devlet refleksini kırmakta ve bireysel özgürlüklerin ulus-devlet algısının üstüne çıkarak yerleşik mitleri deforme etmesi de gerilim unsuru olarak yarılmayı çoğaltmakta… Milli kimlik ve milli kültür söyleminin yerini lokal söylemlerin alması ve büyük kutsal söylemlerin ironik yıkımı daha çok gözlemlenir hale gelmiş gözüküyor. İletişim ve enformasyonun modernist kuruluşu olarak kabul edilen bilgide uzmanlaşma, her şeyi kapsama ve ansiklopedik bilginin yerine kılavuzluk, bilgi yönetimi, sadece ihtiyaç halinde bilgi, web, internet, yapay zekâ gibi yeni ve giderek güçlenen bir iletişim ağıyla karşı karşıyayız. Özellikle endüstride, “4. Sanayi Devrimi” diye tanımlanan, teknoloji ile sanayinin bütünleşmesini ve otomasyon sistemlerinin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan yeni tip üretim alanları, insansız teknolojinin kapımıza dayandığını duyumsatıyor. Bir yandan da toplumsal zekânın dijitalize edilmesine yönelik çalışmaları da okumaya başladık. Yapay Zeka, Trans Hümanizm, Sigor Manifestolar, Siber Dolaşımlar, Avatarlar, Algoritmalar bunlardan sadece şimdilik popüler olan birkaçı… Dijital dünyanın içine doğanlar için bu süreç beklenildiği gibi ilerliyor olsa da önceki kuşaklar için çoğu zaman içinden çıkılmaz, dehşete düşüren bir hâl oluyor.

Bu durum bir kuşağın ilerleme söylemlerine karşı şüpheyle bakmasına ve teknoloji karşıtlığına dönüşürken burada oluşan boşluğu yeniçağ dinlerinin doldurma iddiasıyla karşılaşıyoruz. Alışılmış olan resmi, yüksek ve aşağı kültür ayakları üzerine kurulmuş olana karşı, popüler kültür atakları yüksek kültür hâkimiyetini de erozyona uğratıyor. Bunlara ekleyeceğimiz yeni ve anlamakta zorlandığımız dinamikler geleneksel bilgimizi ters yüz etti, etmeye devam ediyor. Böyle bir dünyada bireysel özgürlük arayışları daha anlamlı oluyor ve daha öne çıkıyor. İnsanlar öncelikle birey olduklarına ve her bireyin bir değer olduğuna vurgu yapmakta ısrar ediyor. Yaşam alanlarına getirilen sınırlamalara, kendisinden bağımsız ve kendi rızası alınmadan yapılan düzenlemelere itiraz ediyor. Egemen kültürlerin (Devlet, Sistem, İdeoloji vs.) kurucu yasalarla toplumsal düzeni sağladığı kurucu yasaklarına karşı başkaldırılar tüm dünyada yoğunlaşıyor. İradesinin ödünç alınamayacağına dair sesini yükseltiyor bireyler ve sivilleşme talepleri mikro devlet yönelimlerini artırıyor. Dolayısıyla dijital dönüşüm insanlığın etik ve estetik birikimleriyle iç içe gelişiyor, onlarla ilgileniyor ve bu dönüşümün sınırlarını da kestirmek pek mümkün görünmüyor. Anlaşılması gereken şu ki yenidünya bireyin yeteneklerini sonuna kadar gerçekleştirmek için önündeki sınırların hızla kaldırılması gerektiğini işaret ediyor. O nedenle kamusal alan adı altında, merkezin/ otoritenin yaşamı ve düşünceyi düzenleyen üst yapı kurumlarının tümü giderek zayıflıyor. Merkezin belirleyen-yöneten-biçimleyen biricik erk olarak sürdürme çabasındaki otoriter yaklaşımlar itirazlarla, ayaklanmalarla, isyanlarla karşılaşıyor. İzlenen politik/ ekonomik itirazların tümünde belirleyici neden olarak bireysel özgürlüklerin giderek güçlenmesi dikkat çekiyor. Yerleşik politik dille (sağdan ve soldan önerilen klasik politik çözümler de içinde olmak üzere) günümüzü kavramak olanaksızlaşmış gözüküyor.

Yeni bir kültür akıyor artık; o da dünya vatandaşı olarak kendini adlandırmaya yönelen ve tam bir karnaval içinde yaşamak isteyen yeni bir kuşak… Kültürel aidiyet yerine melez bir kültür ortamında, dil-din-ülke-yaşam ve değerler olarak birbirine taban tabana zıt olmasına karşın hemen herkesin kullandığı ortak bir dil var. Bu dil uzlaşmacı ve fakat kuşatılmaya, sınırlanmaya karşı bir dil… Ötekileştirmeyi, aidiyet duygusunu sevmeyen, ulusal algıdan çok evrensel algısı yüksek, tek bir yere ait olmayı reddeden, sürekli çalışmak yerine, iş bölümüne indirgenmiş ve mutlak kendine ait bir zamanı korumak isteyen bir dil… Sokaklardan çok evde, mekân içlerinde olmayı seven, elektronik ve bilişimle, yüksek teknolojiyle mutlu olan, biat etmeyi sevmeyen yeni bir sıçrama… Yani yeni ekonomi politik dalganın bireyleri. Bu ortamda gelişen bireyler de biyopolitik bireyler olarak toplumsal-siyasal tercihlerini yerleşik olana açık açık duyuruyor. Anti-natalizm (Böyle bir dünyaya çocuk getirmek zalimliktir diyerek üremeye karşı çıkan düşünce akımı) giderek daha sık dillendirilip kabul görüyor. Yazılım geliştirme uygulamalarını tasarım, yapım, kodlama, test ve ayıklama aşamalarında yöneten Uygulama Geliştirme Şefliği (Lead Applications Developer), E-posta ve grup sistemlerini kontrol eden Mesajlaşma Yöneticisi(Messaging Administrator), organizasyon ile ilgili veri gereksinimlerini analiz edip veri akışı için modeller üreten Veri Modelisti (Data Modeler), şirketlerin ağ teknolojilerinin günlük işlem ve bakımlarını yöneten, Ağ Yöneticisi, Bilgi Teknolojileri Denetçisi, Web Geliştiricisi, İş Zekası Analistleri, Yardım Masası, Ekip Danışmanları, Dron Pilotluğu, Siber Güvenlik Uzmanları vb. yeni tür meslekler, modernizmin neredeyse tüm elitiz tavrını yerle bir ediyor. Kesişme Metodu, Yansıma Metodu gibi yeni görme biçimleriyle üç boyutlu görüntülerin gündelik hayatımıza hızla girmeye başlaması da alışık olduğumuz türden bakış biçimlerini değiştiriyor. Artık hiçbir şey sadece kendisi değildir, kendisiyle birlikte daha fazlasıdır. Böyle olunca da görünen gerçek ile algılanan gerçek arasında yeni bir boyut karşımıza çıkıyor.  Buradan yola çıkarak üç boyutlu görüntülerin yansıtıldığı resimler, resimli kitaplar, QR uygulamalarıyla hareketli görsellerin (videolar gibi) kitapların içine yerleştiriliyor olması, okumayı görüntüye dönüştürüyor. Kâğıt yavaş yavaş ölürken hız ile görünürlük arasındaki ilişki giderek güçleniyor. Ve nihayetinde de üç boyutlu kurgular taşıyan yeni anlatı teknikleri deneniyor.

Genel edebiyat-sanat dinamiklerini bir tarafa bırakacak olursak kısa öyküyü yeniden ve güçlü şekilde hayatımıza bu büyük değişim dalgasının soktuğunu söyleyebiliriz. Öyleyse değişime karşı gözleri kapatıp görmemek, kulakları tıkayıp duymamak bir tavır olsa da bize rağmen olan büyük sıçramaların bir süre sonra bizi de içine alacağını unutmamalıyız. Yakın zamana kadar, kısa öykü üzerine yapılan hemen her çabayı küçümseyen birçok yazarın bugün kısa öykü yazmaya soyunduğunu gördük. Çünkü konfor alanımızdan aniden çıkmak ya da çıkmak zorunda kalmak, alışkanlıklarımızdan birdenbire kopmak kolay değildir. Bu yeni durumu kabul etmekle reddetme arasındaki gerilim, geleceğini geleneksel olana bağlayanlar için hiç bitmeyecek ve onlar düşüncede olduğu gibi dilde de devrimci bir sıçrama yapamayacaktır. Böyle durumlarda sıklıkla bir tür inkârla, inkâr etmeyle karşılaşırız. Kendisini yeni ve hızla gelmek olana hazırlayamayanların, kendisini yeniden yapılandırmaya açık olmayanların duygusal bir travmayla da karşılaşacağı kesindir.

“Kısa öykü, gücünü yer vermemekten alır, hüneri indirgemekte yatar. Kısa öykü yazarı için ima etmek açıklamaktan daha önemli, yer vermemek vurgulamaktan daha içeriklidir.”

                                                                                                                      Wolf Dietrich Schnurre