SIDDIK SERT İLE SİNEMA VE EDEBİYAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Turgut Alp Eroğlu: Sizi roman ve öykü yazarı olarak biliyoruz. Yayımlanmış iki roman ve bir öykü kitabınız var. Ayrıca Çığ Dergisi, Güney, Varlık, Oggito, Lento, Kibele, İshak Edebiyat gibi matbu ve dijital dergilerde öykü ve denemeleriniz yayımlandı. Senaryo yazımı ve sinemaya da ilginizin olduğunu biliyoruz. Farklı disiplinler gibi gözükse de bütün bunları uyum içerisinde yürütmek zor olsa gerek. Başka neler yaparsınız, bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Sıddık Sert: Öyle “hayatım roman gibi” büyük laflar gevelemeyi pek sevmem ama böyle diyenlerle de alay etmem. Herkesin kendi yaşamında önemli dönüm ve kırılma noktaları olduğu gibi benim de hayatımda önemli olaylar olmuştur. Ancak ben bu olayları akranlarımla aynı doz ve süre boyunca yaşadığım için kimseye haksızlık etmeden yoksul bir ailede ortalama bir yaşam sürdürdüğümü söyleyebilirim.

Büyük üstat Nazım’ın dediği gibi “Sekizinde işe girip yirmisinde evlenen, kırkında ölen!” nesilden geliyorum. Kıbrıs Savaşı’ndan tutun 12 Eylül Darbesi dahil bizim nesil çok şey gördü ve yaşadı. İşte bu yaşadıklarımızla mütenasip bir birikimle üretim süreci de zengin ve derinlikli oluyor. İnşaat demircisi bir babanın yedi çocuğunun beşincisiyim. Sekiz yaşımda öğleye kadar babamla inşaatta çalışıp öğleden sonra okula giderdim. Ortaokul sonrası 14 yaşımda askeri liseye başladım. Katı hiyerarşik yapı ve askeri disiplinli yatılı okul benden çok şey aldığı gibi çok şey de kazandırdı. İlk öykülerimi hasretlik çektiğim o yıllarda yazdım. Çünkü ailene, sokağına, arkadaşlarına duyduğun hasret -o vakitler- öyle üç ayda bir gelen mektupla giderilemiyordu. Geceleri koğuştaki ranzamda gizli gizli ağladığım çok olmuştur.

Turgut Alp EROĞLU: Romanlar, öyküler, senaryolar, kısa   filmler bütün  bunları birkaç  yıla sığdırmak nasıl bir motivasyonun ürünü? Bize eserlerinizden ve içeriğinden bahseder misiniz?

Sıddık Sert: Sanata ve edebiyata açlık diyelim. Sanat, ruhun sefaletine ait olan farkındalıktan, benlikteki boşluklardan ve bu boşlukların ateşlediği kendini gerçekleştirme arzusundan doğuyor. Büyük bir heves ve iştahla başlıyorum yazmaya. Saatler sürdüğü de oluyor, haftalarca bir şeyler yazamadığımda. Senaryo yazmak kuşkusuz bir matematik gerektiriyor. Bu konuda dünyada çok çeşitli yaklaşımlar olmasına rağmen genel kabul görmüş haliyle serim, düğüm, doruk, çözüm ve final gibi aşamaları yine kendi içinde çeşitli sıralamalar yaparak senaryoyu tamamlayabilirsiniz. Ama öykü ve romanı edebi kuralları ve birtakım teknikleri (Sahneleme, Gösterme, Anlatma, Tasvir Etme, Bilinç Akışı, Kısmi ve Bütüncül geriye dönüşler vs.) ölçülü kullanarak aklınıza estiği gibi yazabilirsiniz. Şu an üçüncü romanımı değerlendirilmek üzere basımevlerine gönderdim ve dördüncü romanımı yazmaya başladım. Son romanımı aynı zamanda uzun metraj senaryoya çevirip filme aktarmayı düşünüyorum.

Yazarın/sanatçının otobiyografik öğeler eserlerinde barındırdığını bir parça hepimiz biliyoruz.  Ülkemizde bu durumun yazarlar üzerinde bir baskı oluşturduğunun da farkındayım. Yani kendimden biliyorum. Her şeyi açık seçik olduğu gibi yazamıyorsunuz. Zaten yazarın gerçekten yaşadığını birebir yazması da güçtür. Ama onu başarabilenler yok mu, var tabii. İlk romanım Ayın Karanlık Yüzü’nde töre, namus cinayeti, bastırılmış cinsel arzular ve feodal toplumda geçen çocukluk ve ergenlik döneminde yaşanan yasak cinsel deneyimin bir öğretmenin bütün yaşamını etkilemesi, suçluluk duygusunun etkilerinden kurtulması ve bilinçaltındaki iç çatışmalarla gelecekteki yaşama tutunmasını konu olarak ele aldım. İkinci romanım “Déja-Vu”da meme kanserinden elektrakompleksine, evlatlık çocuktan, Kıbrıs Savaşı’na, yatılı okuldan dengbej ve hapishane öykülerine kadar birçok konuyu geniş bir perspektifle ve yoğun duygularla anlattım. Öykü kitabım “Kadife Gelinlik” ise özünde çocukluk ve ilk gençlik yıllarına duyulan özlemi dile getirdiğim ve okuru bilinçaltındaki acı tatlı anılarla buluşturup geçmişle yüzleştirmek istediğim, hatıraları düşle yoğurarak gerçekle harmanladığım olağanüstü kurgulanmış on altı öyküden oluşuyor.

 Turgut Alp EROĞLU: Biraz da sinemadan konuşalım isterim. Bu alandaki çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Sıddık Sert: Sinema geniş kitlelere hitap eden büyülü, çekici, merak uyandıran yepyeni bir buluş. Bazı kaynaklaragöre1800’lüyıllardaParis’teAugusteveLuıs Lumiere kardeşlerin fotoğrafları peş peşe belli bir hızla ilerleterek akıcı (Hareketli) bir görüntü elde etmeleri sonucu ilk sinema filmi gösterime girer. Bir trenin gara girişini gösteren bu ilk film seyircilerin trenin üstlerine doğru geldiğini düşünerek panik yapmasıyla salondan kaçışları akılda kalan ilk izlenimler olduğu söylenegelir. Bir sanat olmasının (Yedinci sanat olarak kabul edilir) yanı sıra icadından itibaren en önemli kitle iletişim araçlarından birisi olmuştur. Ülkemizde ilk sinema filmi 1915 yılında “Ayestefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” filmi ile başladığı kabul edilmektedir.

Birçok devlet sinemayı özellikle savaş yıllarında bir propaganda aracı olarak bile kullanmıştır. Örneğin 1917 Rus Bolşevik İhtilali sonrası çekilen “Potemkin Zırhlısı” adlı film Ekim Devrimi’nin bir provası niteliğindedir. Rus çarına karşı zırhlı gemideki ayaklanma anlatılır. Ancak henüz o zamanlar sinemada seslendirme olmadığı için sessiz anlatı niteliğindedir. Yönetmen Sergei Einsenstein tarafından çekilen film, sahnelerin kurgu (Montaj) ile birbirine eklenmesiyle anlatı ortamı oluşturulmuş seyirci üzerinde muhteşem duygusal düşünceler oluşturmayı başarmıştır. Filmi izlediğinizde tüylerinizi diken diken eden sahnelerin o yıllarda çekildiğine inanamazsınız. Filmin en önemli sahnesi olan “Odessa Merdivenleri” sahnelerin peş peşe getirilmesiyle oluşturulmuş olağanüstü bir dramdır. Bu, deneysel bir çalışma şimdi sinemada kurgu tekniğinde ismi ile anılan meşhur “Lev Kuleşov Efekti”nin en önemli örneğidir. Bu efekt bugün bile filmlerde yönetmenler tarafından çokça kullanılmaktadır. Bu tekniği kısaca anlatırsak, sinemada bir plan veya sahnenin kendinden sonra gelen/gelecek olan sahne ile anlam bulmasıdır.

“TAM OLARAK” (2024) Kısa Film Setinden…

Böyle kısa bir girişten sonra sinemanın bende oluşturduğu etkiye gelirsek adeta mucizevi bir olay. Sinema, küçüklükten beri bir tutkudur bende. O kadar ki siyah beyaz televizyonların TRT’nin tek kanallı günlerinde haftada bir yayımlanan bir sinema filmini sabırsızlıkla beklediğim günleri hiç unutman. Hatta sinema salonları önlerinde çöp kutularına atılmış parça filmleri (pelikül) toplayıp bir karton kutudaki ampulden duvara ışık yansıtıp evde kendimce sinema yapmayı bile denemiştim. (Bu tema 2009 yılında kaybettiğimiz yönetmen Ahmet Uluçay tarafından “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filminde kullanılmıştır.)

Çocukluğumuzda sinema şimdiye göre daha yaygındı. Nizip gibi otuz bin nüfuslu bir kasabada bile üç tane sinema salonu vardı. Önceleri ailelerin özellikle yaz akşamları rağbet ettiği sinema salonları seksenli, doksanlı yıllarda ucuz bütçeli, absürt (arabesk karate ve porno) filmlerin çoğalmasıyla bu misyonunu ne yazık ki kaybetti. Ardından çok kanallı renkli televizyonla ve “CD’lerle rekabet etmek zorunda kaldı. Sonrasında Hoolywood ve Avrupa sinemasına ayak uydurmaya çabalasa da gişe filmlerini hep basit konuların tema olarak belirlendiği Recep İvedik türü komedi veya mafya filmleri aldı. Şimdilerde Türk Sinemasına damgasını vurmuş Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu gibi yönetmenler de sosyal içerikli ve sanat ağırlıklı filmler yapmasalar Türk sineması ne yazık ki ölüm döşeğinde olduğu söylenebilir.

“TAM OLARAK” (2024) Kısa Film Setinden…

Turgut Alp EROĞLU: Yönetmenlik ve yazarlık arasında en belirgin fark nedir? Siz hangisini daha çok tercih edersiniz?

Sıddık Sert: Yazarlık tek başına hatta çoğu zaman en sevdiklerinizden bile bedenen/ruhen uzakta olmakla daha verimli olunan bir alan. Ortada bir kalabalık var ama onlar eserdeki karakterler. Bir karaktere can verip ona istediğinizi yaptırmak müthiş bir duygu.  Onunla özdeşleşip “İstersem seni her an öldürebilirim!” demek ve tanrısal bir gücün varlığını hissetmek gerçekten müthiş. Yazın sanatında düşünceleriniz ve hayal dünyanızla baş başasınız. Ama sinema öyle değil! Kuşkusuz kolektif bir çalışmayı gerektiriyor. Öncelikle bir senaryo yazım süreci, ardından yapımcı ile görüşmeler, cast ve teknik ekibin kurulması, provalar, ışık, ses, görüntü yönetmeni seçimi, sahneler için mekân arayışları, ardından post prodüksiyon denilen kurgu (Montaj) süreci. Yönetmen tüm bunları bir ahenk içerisinde uyumlu bir şekilde yürütmeli. Birçok insanla çalışmak çok hatanın olması anlamına geliyor. Ama eğlenceli bir yanı da var tabii. Yorucu olduğu kadar oldukça zevkli de. Tercihim, tabii ki salonda ışıklar kapandığında perdeye yansıyan o ışık huzmesinde; yani sinema…

Turgut Alp EROĞLU: Sinema alanında ilk deneyimlerinizden bahseder misiniz? Sizi en çok zorlayan konular neler oldu?

Sıddık Sert: Benim sinema alanında ilk deneyimim 2019 yılında (Pandemi dönemi) yazdığım bir uzun metraj senaryo ile başladı. Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün her yıl düzenlediği bir yarışmaya “Senaryo Geliştirme Ödülü” için gönderdiğim “Son İstasyon” isimli senaryom tabii (?) hiçbir ödüle layık görülmedi. Bu filmi kendim çekmenin yollarını aradım ancak bugünkü fiyatlama ile nereden baksanız 10-15 milyon gibi bir masrafı göze almanın yanında zaten böyle bir meblağı da bulup denkleştirmek ve bir tutku için harcamak ütopik bir hayalden öteye gitmedi. Dolayısıyla daha az bütçe gerektiren kısa film yapımına yönelmek ve bu konuda senaryolar yazmak zorunda hissettim kendimi. Üç beş senaryo yazıp çeşitli kamu ve özel festivallere ödül desteği için gönderdim. Sinemada beni ve bu konuda kararlı herkesi zorlayan daima bütçe konusu olmuştur. Yapımcı sorunu var. Hiçbir yapımcı para kazanamayacağı filme yatırım yapmak istemez. Senaryoyu görüp ona göre filmi çekmeye karar verir. Yani senaryoyu okuyan bir yapımcı daha birinci sahnede “İki uçak havada çarpışır!” gibi veya “beş-on arabalık araç takip” sahnesi başladığını görürse o projenin pahalı olduğunu anlar ve çekmek istemez. İşte senaryo yazarken bu tür kısıtlamaları göz önünde bulundurmak, minimum maliyeti düşünmek gerekiyor.  Bu da sahneleri yazarken dikkat etmenize aynı zamanda yaratıcılığınıza ket vurmak anlamına geliyor.

İyi bir film için olmasa da film yapmak için muhakkak bir bütçe gerekli. Türkiye’de yapımcı bulmakta güçlük çekiliyor. Hiç kimse para kazanamayacağı filme sponsor olmak istemiyor. Resmi kurumlar Kültür Bakanlığı ve TRT 12 Punto ile sivil toplum örgütlerinden İş Bankası, Denizbank, Akbank, Sabancı Vakfı gibi birkaçı hariç destek verilmiyor. Bu durumda eseriniz çok özel ve nitelikli olmadığı sürece destek alamayacağı anlamına geldiği gibi umudunuzu yitirmenize neden oluyor. Aynı durum yazarlar için de geçerli. Siz de kitap yazıyorsunuz, yayınevi bulmanın, kitap bastırmanın ne kadar zor olduğunu bilirsiniz. İlk filmimi (Boşluk 2021) deneysel olarak cep telefonu ile çektim. Üyesi ve yönetim kurulunda görevli olduğum “Kısa Film Yönetmenleri Derneği”nin imkanları ile her yıl Antalya Olympos’ta düzenlenen yaz sinema kampımda “Fuji Film, Smallrig, Godox” gibi çeşitli firmaların kamera ve ekipman desteği ile film yapım süreçlerine dahil olup kendi filmlerimi çekme fırsatı buldum. “Karşılaşma” ve “İz” filmlerini yurt içi ve yurt dışı birkaç festivale gönderdim. 2024 yazında çektiğim “Tam Olarak” filmimiz şu an kurgu aşamasında. “Filmfreeway” sitesi ile filmlerinizi uluslararası festivallere göndererek dünyaya açılma şansınız var. Ben de birkaç festivale gönderdim. Tabii, az da olsa yine de bir bütçe gerektiriyor.

“KARŞILAŞMA” (2022) Kısa Film setinden. (Olympos)

Turgut Alp EROĞLU: Sinemada kimleri örnek alıyorsunuz? Hedefiniz nedir? Kendinizi nerede görüyorsunuz?

Sıddık Sert: Tematik referans olarak kendime Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerini örnek aldığımı söylemeliyim. Onun filmlerindeki konu ve görsel öğeler müthiş derinlikli. Sanırım fotoğrafçılıktan sinemaya geçişinde bunun önemi yadsınamaz. Sinemadaki hedefim yönetmen olarak kendimi aşmak. İçimde bu potansiyelin olduğunu bildiğim kadar önümde engellerin olduğunu da biliyorum. Bence iyi bir yönetmen bir kere antik ve mitolojik çağdan günümüze kadar gelen görsel ve işitsel eserlerden (Resim, müzik, heykel, yazın sanatı), sosyoloji, psikoloji gibi konular olsun her şeyden en azından bir parça anlamak zorunda. Ancak böylelikle bir filme sanatsal anlamda kendi ruhunu ve duygusunu katıp derinlik kazandırabilir, kült filmler yapabilir. Bir planda ışığın, sesin, görüntünün nasıl konumlanacağına, dar açı mı, geniş açı mı hangi lensi kullanacağına, çekim ölçeğine (uzak/yakın plan, boy, omuz, yüz detay, amors vs.) sahnenin/planın hangi kamera açısı ile (üst açı, alt açı, pan, tilt vs.) çekileceğine; evet profesyonel ekibin yanında sonuçta yönetmen karar veriyor. O yüzden yönetmen donanımlı olmalı diye düşünüyorum. Ama ne kadar donanımlı olursanız olun seyirci bir filmin hangi planda, hangi açıyla çekildiği ile pek ilgilenmez. Seyirci filmde anlatılan hikâyeye odaklanır. Önemli olan orada izlediği hikâyeyi sevmesidir.

Ben çekimlere başlamadan önce her planı, sahneyi, sekansı kafamda bire bir canlandırırım. Açıları değiştirip yeniden oynatırım. Çünkü çekilen her plan sinematografik olmalı. Nedir sinematografik görüntü? Aslında bu konu dört kategoride ifade edilir. Nesnel kategori; ışık, gölge ve renkle ilgili konulardır. Sinemada ışık çok önemlidir. Işığın yönü, şiddeti filmin duygusunu tamamen değiştirebilir. Örtük kategorisi kamera açıları, çekim ölçekleri (nesnenin kameraya uzaklığı) ile izleyiciye verilen duyguyu anlatır. Yakın plan (Yüz detayı) çekimler her zaman duygu yüklüdür. Öznel kategori izleyicinin kişisel deneyim ve duygularının görüntüye yansıması, yani bir görüntünün izleyende bırakacağı etkidir. Bağlamsal kategori ise bir görüntünün filmdeki diğer sahnelerle olan ilişkisini ifade eder ki bu çok önemlidir. Bu konunun en iyi örneği daha önce de bahsettiğim meşhur “Kuleshov Efekti”dir. Usta yönetmenler bunu bilir ve kullanır. Yani az görüntü ile çok şey anlatma tekniğidir aslında. Zaten sinemanın kendisi de görüntü ile anlam yaratma sanatı değil midir?

Turgut Alp EROĞLU: Ne tür filmler izlemeyi tercih edersiniz? Sinemada beğendiğiniz yönetmenler kimlerdir?

Sıddık Sert: Beğendiğim yönetmenler yukarıda değindiğim Türk yönetmenlerin haricinde Anadolu kültürüne biraz uçuk kaçık gelecek absürd filmler yapan StanleyKubric, bence sinemanın efsanesi Krzytohf Kieslowski. Onun “Dekalog” serisi olan on filmin tamamı bence işlediği toplumsal temalar açısından mükemmel. Yine Kieslowski’nin üç renk üçlemesi olan Kırmızı, Beyaz ve Mavi filmleri (Aslında Fransa bayrağını temsil eden renklerdir.) birer başyapıt. Yine filmlerinde çok abartılı bir şekilde kan ve şiddet sahneleri olsa da (Örneğin Reservoir Dogs, Kill Bill Vol-2, The Hatefuel Eight) Qentin Tarantino’nun filmlerine bayılırım. Belki ikişer üçer defa izlemişimdir. Akira Kurosava ve “Son İmparator” filmiyle Bernardo Bertolucci hayran olduğum yönetmenler. Az daha unutuyordum “The Godfather” Francis Ford Coppola’nın unutulmaz şaheseri izleyen herkesi büyülemiştir.

Bu arada coğrafyamıza yakın filmlerin üretildiği İran sinemasını da es geçmemek gerekir. Uluslararası ödüller almış son derece kaliteli filmlerin yapıldığını da söylemeliyim. Abbas Kiyarüstemi’nin “Koker Üçlemesi” (Arkadaşımın Evi Nerede, Zeytin Ağaçları Altında ve Kirazın Tadı), Mecid Mecidi’nin “Serçelerin Şarkısı”, “Cennetin Çocukları” gibi filmleri akılda kalan eserler. Asgar Ferhadi, Bahman Gobadi, Muhsin Mahmelbaf gibi yönetmenlerin filmlerini çok beğeniyorum.

“İZ” (2023) Kısa Filminden Bir Plan.

Turgut Alp EROĞLU: Kısa film ile uzun metraj arasında ne fark var? Bir de filmlerinizde tema olarak neler anlatıyorsunuz?

Sıddık Sert: Kısa film yaklaşık beş ila yirmi beş dakika arasındadır. Evrensel bir konu belirler, etkili, vurucu ve ders niteliğinde bir finalle noktalarsınız. Seçilen temalar genellikle gündelik yaşam pratiklerinden, dezavantajlı gruplardan, çevre, doğa ve hayvan koruma konularından, cinsiyet eşitliği/eşitsizliği, faşizm, ırkçılık, vs. gibi spesifik konulardan seçilir. Ama uzun metraj filmlerde tema olarak aşktan tutun da gerçek bir yaşamöyküsüne kadar geniş bir yelpazede aklınıza gelebilecek her konuyu işleyebilirsiniz. Kısa film, uzun filmin kısaltılmışı değildir. Yani uzun film roman ise kısa film şiirdir.

Senaryosunu yazdığım ve yapımcı ve yardımcı yönetmenliğini üstlendiğim “Karşılaşma” filmi mekân olarak Olympos Antik kentinde geçiyor. Bu toplumda kadın olmanın zorluklarını yaşayıp deneyimleyen modern bir kadın, Olympos Antik kentinin agoralarında yürürken aynı mekânda binlerce yıl önce Helenistik dönemde yaşamış/yürümüş bir kadınla yürekten derin bir bağ kurar ve telepatik bir hisle aynı varoluşsal acıları yüreğinin derinliklerinde hisseder. Bu iki kadının binlerce yıldır değişmeyen yaşadıkları ortak acıları, kadın olmanın onlara yüklediği sorunları ve birbiriyle düşünsel anlamda buluşmalarını ele aldım.

Yine senaryosunu yazıp yönettiğim “İz” kısa filminde babasının ölümünü bir türlü kabullenmediği için geceleri sürekli kâbus gören ve ruhsal problemleri nedeniyle antidepresan ilaç kullanmak zorunda olan bir genç kızı anlattım. Bu kızın arkadaşlarıyla tatil için geldiği bir motelde mekân-hafıza ilişkisi sonucu babasıyla piknik yaptığı yeri hatırlaması ve onun ölümünü kabullenerek antidepresan kullanımından vazgeçerek normal hayatına dönüşünün konu edildiği bir dram filmi.

2024 yazında senaryosunu yazıp yönetmenliğini üstlendiğim “Tam Olarak” filminde ormanda gezintiye çıkan bir grup gencin bulduğu bir cesedi karakola haber vermesiyle başlarına olmadık işlerin açılmasını konu olarak ele aldım.  Anlamsız bir şekilde uzayıp giden soruşturma ve ifadelerle bürokrasinin ağır aksak yönlerini bu kısa filmde ironik bir biçimde komedi olarak anlatmaya çalıştık.

Turgut Alp EROĞLU: Sizce Türk Sineması nereye gidiyor? Sinema ve sanat hakkında neler söylemek istersiniz?

Sıddık Sert: Sinemaya yeni başlayan biri olarak henüz emekleme aşamasındayken ahkâm kesmek istemem. Ama deneyimli, tutkulu ve duyarlı bir izleyici olarak Türk sinemasının bir yere gittiği yok diyebilirim. Yerli yerinde duruyor. Avrupa sineması ve Hollywood ile paralel, zamanın eskittiği yıllara uyum içerisinde teknolojiye ayak uydurarak bu kapsamda değişip gelişerek ilerliyor. Yaşam sürekli bir değişim içerisinde. Yaşam değişirken insanlar da değişiyor. Tüm bu değişim içinde sanatın durağan kalması beklenemez. Elbette sanat da kendi kendini günün hızına kaptırıyor. Yazarları, yönetmenleri, şairleri salt yaşam değiştirmiyor. Yazarken önüne çıkan sorunlar, öğrendikleri de değiştiriyor. Çünkü sanatçının çevresindeki hayat değişirken kendi de şu ya da bu şekilde bir değişim içinde olması kaçınılamaz. Hayat değişirken eser de değişiyor.

Her devrin kendisine mahsus bir sanat anlayışı vardır. Sinema da kendi zamanının öğelerini taşır. İşlendiği tema itibarı ile bulunduğu zaman ve mekân ile bir bağlantı içinde olmalıdır. Sinema eseri her köşesinde üretildiği zaman ve mekâna dair izler taşımak zorundadır. Bir sanat veya edebi eserin içeriği ya o mekânda yaşanmış bir hikâyeyi ya yaşanmakta olanı ve yahut yaşanması muhtemel olay ve olguların tahmini bir       öngörüsüdür  diyebiliriz.

Sinemada anlattığınız hikâye bilimkurgu veya fantastik değilse izleyici ister istemez filmin öyküsünün gerçeklikle bir bağı olup olmadığını sorgulamaya başlıyor. Türkiye’de “kült” film yapmıyorsanız sorun yok. Bergen veya Müslüm Gürses’in hayatından kesitler içeren, şarkılarının bolca yer aldığı bir film size epey gişe hasılatı kazandırabilir. Ama sanatsal anlamda gişe kaygısından uzak başarıya, ödüle endeksli bir kült film yapmaya kalkarsanız işte o zaman Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi bu işin duayeni olmanız gerekiyor. İşte o biraz değil; bayağı zor…

“TAM OLARAK” (2024) Kısa Film setinden

Turgut Alp EROĞLU: Anladığım kadarıyla sinemaya tutkulu birisiniz. Bu tutkunuz devam edecek mi? Gelecek için sinemaya ilişkin planlarınız nelerdir?

Sıddık Sert: Şu sıralar bir belgesel projem var. Elinde sazıyla kentin kalabalık caddesinde dilencilik yapan görme engelli bir şahsın günlük yaşamından kesitler sunacağım ve yöreye özel Bozlak şarkılarla destekleyeceğim çok güzel bir senaryo hazırladım. Çekim ve profesyonel ekiple ilgili planlamalar yapmaya devam ediyorum. Tabii, tek sorun her zaman olduğu gibi yine bütçe. Bu kapsamda Belediyeden film ekibinin konaklama, ulaşım ve iaşe gibi konularında en azından ayni yardım almayı planlıyorum. Evet, sanırım sinema tutkum hep devam edecek. Ta ki bir gün “Bir Zamanlar Anadolu”da veya “Masumiyet” gibi bir film yapıncaya kadar…

Turgut Alp EROĞLU: Son olarak iyi bir film yapmak için sinema tutkunlarına neler önerirsiniz?

Sıddık Sert: Sinema filmi yapmanın bir formülü yok. Şayet bir formülü olsaydı sinema sanat değil endüstri olurdu zaten. Doğrusu bu söylediğime ben de tam olarak inanmış değilim. Çünkü gerçek anlamda Hollywood sineması milyon dolarların bahsedildiği, korkunç paraların döndüğü tam bir endüstri halini almış durumda. Ama şimdi cep telefonu ile bile film yapılabiliyor. Yeter ki iyi bir senaryonuz ve görüntüyü içselleştirip anlamlandırma yeteneğiniz olsun. Görüntü ile anlam yaratmaya bir tutkunuz olsun. Herkes hikâye, fıkra anlatabilir ama bazılarının anlattıklarına daha fazla güleriz öyle değil mi?