KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİR
Bizde kahve, Kanuni Sultan Süleyman (1520-1560) döneminde içilmeye başlandı. İlk kahve dükkânı/ kahvehane 1554/1555 yılında İstanbul’da Tahtakale’de, Mısırçarşı’nın arkasındaki Tahmis denilen yerde, biri Şamlı, biri Halepli iki kişi tarafından açıldı.
Salah Birsel, Kahveler Kitabı’nda onlardan şöyle söz etmiştir.
“İstanbul’da ilk kahvehaneler ise 1555 yılında açılmıştır. Peçevi, o yıl İstanbul’a Halep’ten Hakim adında bir herif, Şam’dan da Şems adında bir zârif geldiğini yazar. Bunlar Tahtakale’de birer büyük dükkân açıp ‘kahvefurüşluk’a başlamışlardır. Keyiflerine düşkün kimi ‘yâranı safa’ özellikle ‘okur-yazar makulesi’nden nice zârifler buralarda toplanır olmuştur. Kimi kitap okur, kimi tavla oynar, kimi satranca gömülür. Kimilerinin getirdiği ‘nevgüfte’ gazeller ise sanat üzerine konuşmalara yol açar. Dostları bir araya getirmek için ‘nice akçeler ve pullar’ sarf edip şölen yapanlar artık burada bir iki akçe kahve parası vermekle bir araya gelirler. Kadılar, müderrisler, bekârlar, işten atılmış memurlar, kısacası devlet büyükleri dışındaki herkes ‘Böyle eğlenecek ve gönül dinlenecek yer olmaz’ deyip kapağı buraya atarlar. Öyle ki kimi zaman kahvelerde oturacak ve duracak yer bile bulunmaz.”
İlk kahve dükkânlarının açılışının ardından 1630 yılında kahve dükkânı sayısı, Evliya Çelebi’ye göre 55’i bulmuştur. Bunlarda 100 ocakçıyla çırak çalışmaktadır. Bu dönemde İstanbul’da kahve satıcı esnafı da ortaya çıktı. Gene Evliya Çelebi’ye göre bunlar büyük bezirgânlar olup 300 depo (mahzen) sahibi 500 kişidirler. Bunların Mısır’la San’a’ da ortakları vardır.
II. Selim (1566-1574) ile III. Murat (1574-1595) dönemlerin de İstanbul’daki kahvehane sayısı 600’ü geçer. III. Murat (1574-1595) ile I. Ahmet (1603-1617) dönemindeki kahvehanelere getirilen kısa süreli yasaklamalardan sonra IV. Murat (1623-1640) döneminde “1633 Büyük Yangın”ı bahane edilerek kahvehaneler tümden kapatıldı. Kahvehanelere getirilen yasaklardan biri de II. Mahmut (1808-1839) döneminde devlet sohbetinin (siyasetten söz etmenin) engellenmesi oldu.
Bütün bu kısa ya da uzun süreli yasaklamalar, kapatmalar, sobbet kısıtlamaları, kahvehanelerin yaygınlaşmasını engelleyemediği gibi XX. yüzyıl başlarında artık entelektüel bir yapı kazanmasına da neden oldu.
İşlevlerine göre çeşitlenen semt, mahalle, esnaf, amele (işçi), kuşçu, sabahçı kahvelerine saz şairlerinin devam ettiği semavi kahveleri; aydınların, yazarların, gazetecilerin gittiği çalgılı kahveler, kıraathaneler eklendi.
Ahmet Rasim bu çalgılı kahvelerden Şehzadebaşı, Direklerarası’ndaki Mehmet Efendi ile Fevziye Kıraathanesi’nden söz eder. Besteci Tatyos Efendi’yi ilk defa Mehmet Efendi’nin kıraathanesinde tanımıştır. Kış aylarında mesireler kapalı olduğu için cuma ile pazar günlerini Fevziye Kıraathanesi’nde geçirir.
“Muharrir Şair, Edip” adlı kitabında Ahmet Rasim, gazetelerden çekilen yazar ve şairlerin kıraathanelerde, çaycı dükkânlarında toplandıklarını yazar. Bunlardan Beyazıt’taki Serafim’in Kıraathanesi bir edebiyat salonudur. Kısa sürede bir basın merkezi haline gelen bu kahvede her türlü eski, yeni gazete, dergi koleksiyonlarıyla çıkmakta olan kitap ve dergilerin hepsi numarası numarasına bulunurmuş. Sözünü ettiği çaycı dükkânıysa Çaycı Raşit’in dükkânıdır. Şair ve yazarların devam ettiği bu dükkânda alabildiğine okumaya, fikrini söylemeye, eleştiriler yapmaya izin vardı. “Çünkü Raşit merhum da şairlik taslardı.”
Kıraathanelerde dama, satranç, tavla, iskambil ve bilardo gibi oyunların oynandığını biliyoruz. Gene bu kahvelerin ramazan aylarında halk gösterilerine (meddah, Karagöz, ortaoyunu) sahne olduğunu öğrendik. Ahmet Rasim, Kel Hasan’ı anlattığı bir yazısında bu komiğe çocukluk yıllarında Kızıltoprak’ta rastladığını belirterek “Mahalle kahvelerinde tuhaflık ederek” halkı güldürdüğünden söz eder.
Her türlü sohbetin (siyasal, toplumsal, dedikodusal) yapıldığı mahalle kahvelerinde de bir günlük gazete bulundurmak alışkanlığı var. O gazete akşama kadar masalarda elden ele dolaşırdı. Her kahvenin bir de radyosu vardı. Kimi büyük kahvelerde pikap ya da plak çalınırdı. Kahvelerdeki radyolar genellikle ajans haberlerini dinlemek dinletmek içindi. Şarkı türkü için pek açılmazdı.
Kahvelerin özellikle de mahalle kahvelerinin toplumsal işlevleri olduğunu da söylemeden geçemeyiz.
Gençlik yıllarımda (1950-1960) ilgimi çeken kıraathanelerden biri, son dönemlerine yetiştiğim Tepebaşı’ndaki Kanun-i Esasi Kıraathanesi’dir. Eski Dram ve Komedi Tiyatrolarının karşısında, şimdiki Odakule’nin olduğu yerdeydi. Darülbedayi (Şehir Tiyatroları) aktörlerinin de uğrak yeri olmalıydı. Daha çok da eski diplomatlarla emekli memurların devam ettiği bir yerdi. Oralı günlük gazetelerin hepsi bulunurdu. Yaşlılar, gazetelerini okurken gençler, arkadaki bilardo masasının çevresinde olurdu. Divanyolu’nda yargıçların, avukatların boş vakitlerini geçirdikleri Adliye Kıraathanesi vardı.
Son dönemlerine denk geldiğim bir kahve de Bâb-ı Ali (Ankara Caddesi) Yokuşu’ndaki Meserret Kıraathanesi’ydi. Sirkeci’ye inerken Gülhaneye çıkan Ebusuud Caddesi’nin köşesinde aynı adı taşıyan otelin altındaydı. Karşı köşedeyse Halil Lütfü Dördüncü’nün Tin Matbaası bulunuyordu. Sabiha Sertel, Zekeriya Sertellerin sahibi olduğu Mahmut Yesari gibi dönemin yazarlarının roman ve yazılımının yayımlandığı ünlü Tan gazetesi orada basılırdı. Meserret’in kara kaldırımında Remzi Kitabevi’yle İnkılap Kitabevi’nden başlayarak Vakit Yurdu, İnsel, Ahmet Halit, Kanaat, Semih Lütfü gibi Babı Ali kitapçıları sıralanıyordu. Bitişiğinde de Lütfü Erişçi’nin Üniversite Kitabevi vardı. Dolayısıyla taa 1912-1916 yıllarından başlayarak dönemin yazarlarıyla eski deyimiyle muharrirleriyle- gazetecilerinin uğrak yeri olmuştur Meserret. Benim bildiğim Tan gazetesinin düzeltmenlerinden biri olan Rıfat Ilgaz, arkadaşlan Salt Faik, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Fikret Otyam, Salah Birsel sık uğrayanlar arasındaydı.
Salah Birsel, Kahveler Kitabı’nda Meserret’i şöyle çizmiştir “Salih Birsel’in 1940 yılı gözlemlerine göre Meserret Kahvesi iki bölümdür. Kapıdan girince sağa yerleştirilmiş olan kanepeler kahveyi ikiye böler. Kapının karşısındaki ve soldaki bölüme daha çok tavla oyuncuları doluşur. Sağ köşede kahve ocağının önündeki bölümü ise söyleşmeyi sevenler, yazılarını burada yazacak olanlar yeğler.”
Benim her üç kıraathaneyle geç dönemlerine yetiştiğim için pek ilişiğim olmadı.
Cumhuriyet’in düzeltme servisinde çalışmaya başladığım 1959-1960’lı yıllarla sonrasında Nuruosmaniye’deki İkbal Kahvesi (şimdi halıcı) yazar arkadaşlarla buluştuğumuz kahveydi.
İkbal, kıraathane havasında, sessiz sakin bir yerdi. İçinde Öteki kıraathanelerdeki gibi iki bilardo masası bulunuyordu. Burada genellikle tavla oynanırdı. Müşterileri daha çok gazete kitap okuyan gazetecilerle yazarlardı. Örnek vermek gerekirse ben şair Kemal Özer’le birlikte sabahları Varlık Yayınları kitaplarının düzeltilerini orada yapardım. Öğleye doğru da ikimiz Cumhuriyet’teki işimizin başına giderdik. Kahveye Edip Cansever, Ferit Öngören, Muzaffer Buyrukçu, A. Kadir, Yayıncı Enver Aytekin, Nurer Uğurlu, Orhan Kemal, Sennur Sezer gelirlerdi. İkbal Kahvesi, Orhan Kemal’in yazıhanesi gibiydi. Mektupları oraya gelir, konuklarıyla orada randevulaşırdı. Sennur Sezer, her sabah, Varlık’taki işine giderken kahveye uğrar, orada sabahın erken saatlerinde yerini almış olan Orhan Kemal’le konuşup sohbet ederdi. Bir çeşit asistanlık görevi de vardı. Orhan Kemal Yeditepe’ye ya da Varlık’a vereceği öykülerini son tashihlerini yaptıktan sonra onunla gönderirdi. Öğleye doğru, Kapalıçarşı’ daki dükkânından Edip Cansever çıkagelirdi. Bir iki hoşbeş en sonra Orhan Kemal’le tavlanın başına çökerlerdi. Beyazıt alanında, üniversitelerle iç içe olan kahvelerden biri de Küllük’müş. Salah Birsel Kahveler Kitabı’nda orayı şöyle tarif etmiştir:
“Küllük Kahvesi Beyazıt Camii’nin Aksaray’a bakan kapısı altında, kuytu, koltukaltı bir yerdir. Çınar ve atkestanelerinin serinliği altına sığınmıştır. Ortadan bir yol ikiye böler burayı. Sağda Emin Efendi Lokantası ve kahvenin kışlık salaşpurluğu vardır. Ne ki buranın müşterisi başkadır. Daha çok öğrencilerden oluşmuştur.”
Bu tariften sonra Küllük’e dönem dönem gelip giden yazarlara, üniversite hocalarına değinir. Kimler yoktur ki: Asaf Halet Çelebi’den Yahya Kemal’den tutun da Ahmet Hamdi Tanpınar, Abidin Dino, Sabahattin Kudret Aksal, Suat Derviş, Ömer Faruk Toprak, Oktay Akbal, Sabahattin Ali, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Orhan Murat Arıburnu, Sait Faik, Orhan Veli’ye kadar. 1940’ta Abidin Dino’nun önderliğinde kahvedeki yazarlarla şairlerin katıldığı “Küllük” adlı bir dergi de çıkarılır.
Ben Küllük’ün bu şaşaalı dönemine yetişemedim. Çocukluğundan beri, kimlerin niçin gelip gittiğini bilmeden, öğrenmeden ilgimi çeken Küllük, ben oraya gidecek, oradaki yazarların, sanatçıların arasına karışacak yaşa ve duruma geldiğimde yoktu.
1955’de üniversiteye başladığım yıl Küllük’ün yerini Çınaraltı’nın almış olduğunu gördüm. Çınaraltı, Beyazıt Camii’nin arka bölümüyle Beyazıt Devlet Kütüphanesi arasında iri atkestanesiyle çınar ağaçlarının gölgelediği dış avluda yer alıyordu. Sahaflardan geçilerek Kapalıçarşı’ya giden yol buradandı. Çınaraltı da Küllük gibi daha çok üniversite hocalarıyla öğrencilerinin oturup sohbet ettiği bir kahveydi.
Biz genç yazarların ilk kez gözümüzü açtığımız, belki de gözümüzün açıldığı yerdir Çınaraltı. Ben, Kemal Özer, Konur Ertop, Doğan Hızlan, Onat Kutlar. Demir Özlü, Hilmi Yavuz, Ferit Öngören, Ergin Ertem, Ercüment Uçarı, Önay Sözer. Asım Bezirci, Olka Tamer hemen her gün bir araya gelir, edebiyat, sanat, kültür, siyaset, politika üstüne konuşur, tartışırdık. Asım Bezirci dışında hepimiz öğrenciydik. Kimimiz edebiyat kimimiz hukukta okuyorduk. Her gün olmasa da arada Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Edip Cansever, Adnan Işık, Ergin Günce, Ece Ayhan, Yusuf Atılgan da yanımıza gelip gider konuşmalarımıza, sohbetlerimize, tartışmalarımıza katılırlardı. Öte yandan öteki masalarda Küllük’ten devreden Mikrimin Halil Hoca çömezleriyle oturur, Prof. İsmet Sungurbey, Abdülbaki Gölpınarlı Hoca’yla gelirlerdi. İsmet Sungurbey, yalnız başına geldiğinde bize katılırdı.
Bütün bu siyasal, toplumsal, kültürel tartışmalar 1956 başlarında sonucunu verdi. Cep harçlıklarımızdan ayırdığımız 10 liralarla “a dergisini” çıkarmaya başladık. 27 Mayıs 1960’a kadar sürecek olan derginin yayımlanış amacı: “İnsanın yozlaştırılmasına ve kişi özgürlüklerinin baskı altında tutulmasına karşı çıkmaktı. 1960 sonrasında dergi, ilk kitaplarımızın yayınlanacağı “a dergisi Yayınları”na dönüşecekti.
1960 sonrasında bir başka değişiklik, Çınaraltı’ndan Yenikapı’ya Kemal Bey’in kısa zamanda gelişip büyüyecek olan küçük balıkçı kahvesine taşınmak oldu.
Biz. Çınaraltı ekibinin yanı sıra öteki üniversite öğrencileri hukuktan Münir Göker, mimarlıktan Mete Akalın, tıptan Oryal Demir, Gencay Gürsoy, tiyatrocu kimliği de olan Üstün Korugan’la Sennar Sezer, Melisa Gürpınar (Erdönmez) Egemen Berköz, Aydan Hatipoğlu, Afşar Timuçin, Eray Canberk, Atilla Özkırımlı gibi 1960 kuşağıın şair ve yazarlarıyla Ali Poyrazoğlu, Savaş Dinçel, Müjdat Gezen, Gülsen Tuncer gibi konservatuvar öğrencisi tiyatrocularla daha da kalabalıklaştık. Prof. İsmet Sungurbey, Behçet Necatigil, Memet Fuat arada bir bu öğrenci-sanatçı kalabalığın sohbetlerine ortak olurdu. Yenikapı kahvesine Metin Akpınar ile Zeki Alasya’nın da gelmişliği vardır.
Bu kahvenin öteki kahvelerden farklı bir yanı vardı. Orayı bir sanat, edebiyat, kültür atölyesi saymak gerekir. Oyun oynanmayan bu kahvede bir okuma ya da ders çalışma bölümü olduğu gibi kahvenin bitişiğindeki marangozhanede Ali Poyrazoğlu tiyatro gösterisi yapmıştır. İlk oyunu benim bir öykümden uyarlama, sonraki Piurandello’dan kendisinin çevirdiği “Ağzı Çiçekli Adam”dı.
Gene bu kahvede her yılın başında eleştirmen Memet Fuat yeni çıkan kitapları tanıtırdı. Önay Sözer’in de aynı kahvede felsefe üstüne konferans vermişliği vardır.
Yazık ki 60’lı yılların ortalarında kahveye langırt makinesi sokularak mertlik bozuldu. 60’lı yılların sonuna doğruysa öğrenciliği bitenler, mesleklerinin başına geçenlerle bir dağılma oldu. Kahve kapanarak gazino haline getirildi.
Yenikapı kahvesinin başına gelenler Kanun-i Esasi’nin, İkbal’in, Meserret’in, Adliye Kıraathanesi’nin Marmara’nın da başına gelmiştir. Çınaraltı bile bir ara kapatıldı. Son dönemde yeniden açıldığında eski özelliğini çoktan yitirmiş, kokoreç pişirir olmuştu.
Sohbetinin tadı kahvesinin tadından iyi olan öteki kahveler de birer ikişer yitip gidiyor.
Şimdi sade (şekersiz), az şekerli, orta şekerli, yandan çarklı, okkalı ağır, kallavi, tiryaki, dibek kahvelerinin yerini nescafe aldı. Kahvehanelerse Cafe’lerle Cafe-Bar’lara dönüştü.