ŞEBNEM BİRKAN/ANNA KAVAN VE BUZ ROMANI ÜZERİNE

ANNA KAVAN VE BUZ ROMANI ÜZERİNE

Bazı yazarlar ve eserler hiç unutulmaz ve haya-ta bakış açımızı kökten değiştirir. Anna Kavan ve eseri “Buz” bunun en iyi örneği. Kavan, ne kadar aykırı bir yazarsa romanı da o kadar sıra dışı. Asıl adı Helen Woods olan Anna Kavan, 1901’de İngiliz bir aileye, Fransa’da doğdu. Zengin bir baba ve kızını hem ezen hem de inkâr eden bir anneyle büyüdü. Babası 14 yaşında gemiden atlayarak intihar etti. Kavan’ın çocukluğu anne şefkati göremeden geçti. İki kere evlendi ve ilk evliliğinden bir oğlu, ikinci evliliğinden bir kızı oldu. Ancak oğlunu ikinci Dünya Savaşı’nda kaybetti ve kızı da doğum sırasında öldü. Ömrü boyunca bir uyuşturucu bağımlısı olarak yaşadı ve kalp krizinden öldü.

Anna Kavan’ın bundan elli beş yıl önce yazdığı “Buz” romanı, 1967’de “Bilim Kurgu Ödülü” almış.

21. yüzyıla geldiğimiz şu günlerde Kavan’ın yazdıkları neredeyse gerçekleşecekmiş gibi görünüyor çünkü romanın konusu dünya kaynaklarının tükenmesi, askeri eylemler ve nükleer felaketler, insanların güç savaşları, iklim değişiklikleri ve kıyamet belirtileri. Kitabın arka sayfasında “Buz, gerçekdışılığın hüküm sürdüğü, düşlerle alegorilerin iç içe geçtiği marjinal bir bilimkurgu, ‘Kafka’nın kızkardeşi olarak anılan Kavan’ın başyapıtı.” yorumuna da katılmamak elde değil. Buz, bilinmeyen diyarlarda, isimsiz karakterlerin olduğu, savaş ve kargaşanın hüküm sürdüğü, yaklaşan buzul çağı felaketinin ortasında kurgulanmış. Anna Kavan, gerçeklikle sanrılar arasında gidip gelerek, olayları gizemli bir havada kaleme alarak görselliği yüksek, eşsiz bir esere imza atmış.

Roman, “Kaybolmuştum, alacakaranlık çoktan çökmüştü, saatlerdir araba sürüyordum ve benzinim bitmek üzereydi. Karanlık içindeki bu ıssız tepelerde yolda kalmak düşüncesi korkutuyordu beni, bu yüzden bir işaret dili görünce sevindim ve motoru durdurup yokuş aşağı inerek bir benzinciye girdim.” diye heyecanlı bir giriş yaparak başlıyor.  Olaylar hızla akarken neresi olduğu belli olmayan yerlerde, romanın sonuna kadar adlarını öğrenemediğimiz roman karakterleriyle karşılaşıyoruz. Kar fırtınasının sebep olduğu siste nasıl el yordamıyla ilerlersek romanın içinde de öyle ilerlemeye başlıyoruz. Roman kahramanı takıntılı bir şekilde bir kızı arıyor. Tüm olaylar da onun tarafından anlatılıyor: “Bir zamanlar deliler gibi âşık olduğu, gümüş beyazı, albino saçlı, ay ışıklı Venedik camı gibi parlayan, camdan bir kız” aradığı. Roman boyunca puslu ve belirsiz bir dünyada, adeta kıyamete tanık oluyoruz. Adam kıza aşık ancak kız onu terk edip başkasıyla evlenmiş. Adam ise hala sanrılarıyla umut peşinde: “Bana duyduğu korkuyu derece derece kaybediyordu, çocuksu bir muhabbet gösteriyordu ama çekingen ve kaçamak davranmayı sürdürüyordu.  Bana güvenebileceğini ona ispat ettiğimi düşünüyordum ve beklemeye razıydım.  Beni kabul etmek üzereymiş gibiydi; yine de toyluk, duygularının içtenliğini değerlendirmeyi zorlaştırıyordu. Gerçi şimdi evli olduğu adam için beni ansızın terk etti ama muhabbeti belki de büsbütün yapmacık değildi.” Terk edilmişliğine rağmen kızı bırakmaya hiç de niyeti olmayan anlatıcı, roman boyunca kendi hayatı pahasına kızın peşinden gitmeyi sürdürüyor.

Romanın başlarında, dünyadaki soğuyan iklim ve yaşam koşulları hakkında ipuçları veriyor: “Kocaman buz-yarlar her yandan kapanıyordu. Işık floresandı, soğuk, donuk ve gölgesiz bir buz ışığı. Ne güneş, ne gölgeler, ne hayat, sadece ölü bir soğuk. İlerleyen çemberin merkezindeydik.” Durumun bölgesel olduğunu düşünüyoruz. Romanın sonlarında ise vahim küresel bir felaket olduğunun ayırdına vardığımızda biz de romanın adı gibi buz kesiyoruz: “Küresel koşullar kötüleşiyordu. Yıkımın duracağını gösteren bir işaret yoktu, amansız ilerleyişi de genel moral çöküntüsüne yol açıyordu. Gerçekten ne olup bittiğini anlamak her zamankinden daha imkânsızdı, neye inanılacağını bilmek imkânsızdı. Güvenilir hiçbir bilgi kaynağı yoktu. Dışarıdan herhangi bir açıklayıcılığı olan çok az haber geliyordu; kolayca varlık sahnesinden çekilen bir zamanki önemli devletlerden de hiç mi hiç haber yoktu. Kamu moralini zayıf düşüren, başka herhangi bir tekil etkenden çok, bu cesaret kırıcı toplu sessizlik alanlarının amansız yayılışıydı.”

Yazarın bir uyuşturucu bağımlısı olması, romandaki anlatımına da farklı bir katkı sağlamış, kalemini güçlendirmiş. Ara ara özel akıl hastanelerinde ve bakım evlerinde psikiyatrik tedavi altında yaşadığı deneyimlerin etkisinin romana sisli ve bulanık bir hava kattığını hissedebiliyoruz. Anlatım akıcı ve oldukça zengin ve imgelem gücü yüksek. Metaforlar ve alegorik yapısı ne-deniyle çoklu okumaya açık. Eserdeki kız son derece feminist bir tavırla içinde bulunduğu tehlikeli ortama rağmen kendi başının çaresine bakmakta ısrar ediyor. Kız, eski erkek arkadaşından gelen her tür yardımı reddediyor. Adamın, birçok baskıcı erkek gibi ‘koruma’ adı altında kızın yanında olma ısrarı ve vazgeçmeyişi sap-kın bir davranışı çağrıştırıyor. Roman “Kafkavari” bir biçemle ilerliyor. Olaylar kâbus gibi zincirleme devam ederken sürekli rüya ve gerçek arasında gidip geliyoruz. Bu kadar psikolojik olumsuzluklar içinde bir ömür süren yazardan “Buz” gibi bir roman çıkmasını son derece doğal buldum. Kendi deyimiyle çok sevdiği babası ona “hayat boyu yalnızlık” bırakarak gittikten sonra mutsuz ve sevgisiz bir ömür sürmüş. Bu durum, kuşkusuz Kavan’da büyük bir travmaya neden olmuş. Bazı anlatımları insanın kanını donduracak kadar duygudan uzak: “Yanımızda küçük bir tekne su alıp battı. Şu deli gibi çırpınan kollar bacaklarla kaynadı. Boğulan ümitsiz parmaklar küpeşteye pençe gibi yapıştı; onları vurup indirdim. Bir çift sevgili, donmuş kollarla birbirine kenetlenmiş, dalgalarla deli gibi sallanıp yuvarlanarak suyun üstüne geçti gitti. Sandal birden şiddetle sarsıldı, revolverimi çekerek geri döndüm. Ne olduğunu biliyordum. Ardımda bir adam borsaya tırmanmıştı. Ateş ettim, onu tekrar suya ittim. Suyun kızarmasını seyrettim.”

Roman, son derece karmaşık, derin, alegorik, imgesel anlatımlar ve göndermelerle dolu. Buz, hem kişi-sel hem de evrensel birçok şeye ayna tutuyor. Ancak bu ayna sirklerdeki görüntüyü bozan aynalar gibi. Olayları ve anlatımı tam olarak fantastik diye adlandıramasak da gerçeğe yakın olasılıklar içinde fantastik diyebiliriz. Kavan’ın görsel anlatımı zekice çünkü olabilecek şeylere kattığı masalsı hava yüzünden bu kâbusu neredeyse gerçekmiş gibi görebiliyoruz. Gerçekte konu, bir adamın kaybettiği aşkını araması ve onu koruma isteği an-cak adamın davranışları romantik değil nevrotik.

Kavan, romanda kendi zihnindeki karanlık iç dünyası ile dış dünya gerçekliğini birleştiren bir kurgu yaratmış. Anne şefkati almadan büyüyen bir kız olarak romandaki kadın kahramanın sırçadan yapılmış, her an kırılabilir ince bir cam obje gibi anlatılmasının ardında kendi kırılganlığının olduğunu hissedebiliyoruz. Romandaki kızın ruhu, kendi ruhu kadar incelmiş: “Saçı ayın altında elmas tozu gibi parlıyordu. Bana bakmıyordu, ama yüzünü görebiliyordum, her zaman solgundu yüzü ama şimdi rengi kemiklerine kadar çekilmişti. Aşırı inceliğini gözlemledim; onun bütününü hatta kalbini taşıyan göğüs kafesini bile iki elimle sarabileceğim duygusuna kapıldım. Derisi beyaz atlas gibiydi, parlak ay ışığında gölgesizdi. (…) Ellerimle bileklerini tutup narin kemiklerini kırıvermenin nasıl bir duygu olacağını tasavvur edebiliyordum. (…) narin omuzlarından kavradılar onu. İri gözyaşları buz kandilleri gibi, elmaslar gibi dökülüyordu gözlerinden (…) solgun ve neredeyse saydamdı, (…)” Romanın iki erkeğinden biri anlatıcı, diğeri ise muhafız; bu erkekler de Kavan’ın evlendiği iki erkeği temsil ediyor duygusu veriyor. Buz metaforu ise baba kaybından sonra donan ruhunu temsil ederken sürekli dünyanın buzul devrine evrilişi, hayatında da buzul çağı yaşadığının bir göstergesi. Sevgi alabileceği tüm insanları teker teker kaybetmiş. Önce oğlunu, ardından da kızını kaybetmesi, kendini hep bir buzul çağında hissettirmiş. Onların yokluğuna dayanmak için uyuşturucuya sarılması ve kendini uyuşturması şaşırtıcı değil.

Romanı çeviren Selahattin Özpalabıyıklar’ın ön-sözü oldukça bilgilendirici. “Kafka’nın kız kardeşi” denilebilecek koşutluklar olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Buz”daki karakterler özellikle simgesel ve adsızdır: Kız, kahraman, muhafız. Geçtikleri ülkeler anonimdir. Kararları geçicidir, eylemleri neredeyse rastlantısal, durumları buzun ilerleyişi kadar keyfi. Onların dünyası yıkıktır ve ölüme mahkûmdur. Böyle bir durumda, savaş olumlu bir değer kazanır: ‘Savaşarak, canlı olduğumuz olgusunu doğruluyor, küre üzerinde sürünen buzlu ölüme karşı çıkıyorduk.’” Çeviri çok başarılı ve aslıyla olağanüstü uyumlu. Romanın tüm ruhunu okura aktarmayı başarıyor.

Buz, iç içe geçmiş çok katmanlı, çok yönlü okumaya açık, benzersiz bir roman. Olaylar doğrusal değil, eserin sıra dışı bir tarzı var. Her ne kadar kurguda boşluklar olsa da bütün olarak bakıldığında kurmacanın sihrine kapılmamak mümkün değil. Sırlarla dolu bir anlatımı olduğu için devamlı okurunu kendine çağırıp ‘gel gel’ yapıyor. Simgesel ögeleri o kadar görsel ve duygu yoğun anlatılmış ki adeta gözümüzde film gibi canlanıyor. Buz metaforunu savaşla ve dünyaya yaklaşan buzulla ilişkilendirdiğimizde fiziksel olarak hayatın sonlanmakta olduğunu anlıyoruz. Kavan, hem insanların aralarındaki iletişimsizliği hem de kadın-erkek ilişkilerindeki soğukluğu ve bu soğukluğun nasıl içsel bir yıkıma sebep olduğunu iliklerimize kadar duyumsatıyor.

“Buz”un özelliklerini daha iyi anlamak ve sindirebilmek için soğuk ve puslu bir kış günü okunmasını tavsiye ederim çünkü anlatılan soğuk ancak böyle bir ortamda tam hissedilebilir. Eserin okunmasında bazı zorlukları da yok değil. Sürekli güvensiz ve tekinsiz bir okumayla karşı karşıya olmak, isimsiz anlatıcının yolculuğunun amacına ulaşıp ulaşmayacağını kestirememek ve hep ikilemde kalmak zorluyor. Zamanın sürekli değişmesi, anlatıcının bir ‘ben’ bir ‘o’ anlatıcıya geçerek okuru şaşırtması, romanın finaline yaklaşana kadar buz metaforunun derinliğine inememek biraz yorucu oluyor. Buz’un çağrışımları yüksek, okuru sürekli kuş-kuda tutarak ilerliyor. Buz’daki esrarlı anlatım, okuma-ya sürükleyicilik ve zenginlik katıyor.

İster bilimkurgu ister distopik ister aşk romanı ister Kafkaesk ister apokaliptik roman olarak adlandırılsın; çağrışımlara açık, zengin okumaya olanak veren bir eser. Bilinçaltının etkisini görebildiğimiz ve gerçeküstünün anlatım zevkine varabildiğimiz nitelikli, özgün bir roman. Buz’u okuyup bitirdikten sonra insan ‘ne kadar çarpıcı ve aykırı bir roman okumuşum’ diyebiliyor ve uzun süre aklımızdan çıkmayacak kadar etkiliyor.