ZEYNEP GÜNEŞ/ÇIĞ DERGİSİ I. ÖYKÜ YARIŞMASI ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜ 

ÇIĞ DERGİSİ I. ÖYKÜ YARIŞMASI ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜ                            

 ZEYNEP GÜNEŞ                                           

KEHRİBAR ÇİZGİSİ


Hapishane müdiresinin arkasından yürürken müdire mi yoksa giydiği takım elbise mi daha sert diye geçirdi içinden. Kadının sertliği, kışın donan toprak gibi acımasız ve çoraktı. Bu katılığın, bu çoraklığın içinde bir tohum yeşertmiş miydi yüksek duvarları olan Müdire Hanım? 
Kamu spotlarının eski püskü posterleriyle süslenmiş koridor, acı griydi. Bu dar koridordan kaçıncı geçişiydi? Ya geniş kalçalı Mukaddes’in peşinden ya da serpilmeye vakti olmamış Serpil’in peşinden adımlamıştı taş zemini. Müdire Hanım, güvenlik kartını duvardaki cihaza okuttu. Kapı sağa doğru açılırken kendisi yanda durup eskimiş sandalyeyi gösterdi oturması için.
Müdirenin ofisinde dışarıdaki boz araziyi gösteren bir pencere vardı. Boz ve bomboş araziyi görmek Mina’ya özgürlük hissi veriyordu. Hele gökyüzünde süzülen alaca bir atmaca varsa eğer; tarlalarda sonsuz güneşin yakıcı ışıkları altında koşturduğu çocukluğuna geri gidiyor, babası tarafından yığılan ot kumulunun altında saklanmış, soğuk suyla dolu testiyi arıyordu. Mina, hiçbir şey olmasa da sırf bu tablo için gelirdi bu ofise.

“Evet, Mina seni dinliyorum!” dedi Müdire Hanım. Uzun parmaklarını masanın üstünde birleştirdi. Mina’nın elleri ise yuvarlak karnının üstünde birleşmiş, gözleri ellerinin üstüne düşmüştü.

“Müdire Hanım daha önce söyledim size.” dedi. “Beni bu koğuşta boğacaklar, belki de asıp intihar süsü verecekler. Ve belki de tuvalette şişleyecekler.” dedi müdirenin yumuşamış bakışları eşliğinde.

“Hissediyorum, ölüm koridorlardan süzülüp geliyor, kapıyı vuruyor ama siz önlem almıyorsunuz.” diyerek kehribar rengi gözlerini müdireden çekip boz arazide koşturan kız çocuğunu bulmak niyetiyle dolaştırdı. Müdire bu hikâyeyi daha önce, birçok kere işitmişti Mina’nın ağzından. Onu daldığı hülyadan çekip çıkardı.

“Mina, Mina! Duyuyor musun? Koğuşunu değiştirmiştik son gelişinde.” dedi. Mina irkilerek etrafına bakındı, müdirenin odasında olduğunu ve niye geldiğini hatırladı.
“Ama Müdire Hanım, burada daha kötü kadınlar var. Her an nefret dolu bakışlarını üstümde yakalıyorum.” “Sana öyle gelmesin, o koğuşun Hanım Ağası çok adil ve yumuşak kalplidir.” “Yok, Müdire Hanım, biliyorsunuz şurada son zamanlarımdayım. Ölümü kulak memesi kıvamında, başımın üstünde taşımak istemiyorum.” dedi Mina. Müdire Hanım, sert ve dik bakışlarını Mina’nın üstünde gezdirdikten sonra ite kaka konuştu: “Şimdi git, bakacağım çaresine! Başka koğuşa da alırsam, yine aynı şikâyetle gelme karşıma. Seni hücreye koyarım, orada yaşarsın tek başına.” dedi.

Mina uzun entarisinin üstüne endişe ve sevinci alarak kalktı yerinden. Bu sefer kart okumaksızın açıldı kapı. Dışarıda onu bekleyen Gardiyan Mukaddes, pis pis sırıtıyordu. Mukaddes’in arkasından ayaklarını sürerken değirmen taşı gibi dönen kalçalarına kilitlenmişti. Mukaddes aniden ardına bakınca yerinden zıpladı: “Neye bakıyorsun kız sen!” diye azarlayacak oldu. “Neye bakıyım abla, ardından geliyorum işte.” dedi Mina. “Arkamdan gelme, düş önüme, deli gâvur seni!” diye kükredi Mukaddes.

Müdire, Mina’nın arkasından uzun uzun düşündü. Kendini onun yerine koyduğunda aklını kaçırmaması mümkün müydü? Köşelerine kasvet bağlamış koğuşun kapısından hoyratça içeri itildi Mina. İçeride bir yandan Ankara havası çalıyor bir yandan da birkaç kadın arabesk göbek atıyordu. Kendisini ranzasının kenarına iliştirdi. Kaç gün daha dayanması gerekecekti bu dayanılması güç kahkahalara? Nasıl da mutlulardı, hepsi anadan üryan suçsuz meleklermiş gibi! Gözleri, önce karnına sonra ellerine kaydı. Bu ellerle doğramıştı tecavüzcüsünü. O adamın damarlarından boşanan kan ile yıkamıştı ak göğsünü. Uzun uzun baktı al rengi ellerine. Sonra kehribar renginde bir kahkaha attı ortaya, kalkmalı iki göbek de o atmalıydı.
Omuzlarına çökmüş kabadayılar, izin vermediler kalkmasına. Sarı Hatice’nin şen sesini duydu bir anlığına: “Kız Mina kalk, çayları koy, nefeslenelim azıcık.” Mina kalkmaya hazırlanırken Koğuş Ağası bariton ses tonuyla Sarı Hatice’ye karşılık verdi: “Kendi çayını kendin doldur! Mina’ya ilişmeyin onun sayılı günleri kaldı.” dedi. Mina’nın aklına müdirenin odasına gidişi geldi, yüzü kızardı biraz da utandı Hanım Ağa’nın lafından sonra.
Sarı Hatice yanında oynayan Menekşe’nin kulağına yüksek sesle fısıldadı: “Hanım Ağa, ne buluyor bu delide, niye koruyor ki onu? Altı üstü bir katil.” dedi. Menekşe mor çiçekli bir eşarp bağlamıştı kalçalarına. Dipten omuza kadar siyah, omuzdan gerisi sarı saçlarını savurarak: “Şeytan diyor ki git tak ince boynuna eşarbı, boğ bir gece.” O nasıl fısıldamaksa Hanım Ağa da dâhil hepsi duyuyordu ortaya saçılan ölüme sarılmış kelimeleri. Kimseden çıt çıkmadı. Mina ranzasının yaslı olduğu duvara çekilip battaniyenin altına saklandı.
Müdire ani bir hamleyle yerinden kalktı. Metali yamulmuş evrak dolabından Mina’nın kalın dosyasını aldı. Uzunca baktıktan sonra kına yeşili telefonu kaldırıp iç hattan Mukaddes’i çağırdı yanına. Mukaddes başını sallayarak içeri girdi.

“Mukaddes, bu gece Mina’ya göz kulak ol. Yarın Rehabilitasyon ve Tedavi Merkezi’nden birkaç kişi gelecek.” dedi. Mukaddes yayvan ağzını gererek; “Hayırdır Müdirem niye ki?” dedi. “Niye mi? Mina her geçen gün kötüleşiyor, kendisine veya başkasına zarar verebilir.” Mukaddes düşünceli görünüp; “Tamam Efendim!” dedi kapıdan çıkana kadar. Kapı kapandığı an, “senin lafın benim gerime, hah!” yaptı ağzının içinde. Gardiyan odasına geldiğinde alması gerekenden bir adet daha fazla aldı antidepresanını. Papatya çayı ile dolu cam kupayı  tombul parmaklarının arasında sıkıştırdı. Ayaklarını masaya uzattı ve gevşedi. Gözleri kayar gibi oldu, aklına nöbeti ve Mina geldi. Derinden bir of çekti yerinden kalkarken. Kendini derisi yıpranmış kanepeye attı, kolundaki baba yadigârı saate baktı, henüz altı bile olmamıştı. “Of, her şey bitti, şimdi de deli Mina’nın derdine mi dertleneyim!” dedi kendi duyacağı şekilde.

Saklandığı kara battaniyenin altından hiç çıkmadı Mina, ta ki gece koynunu açıp onu içine alana dek. Rüyasında tekrar tekrar öldürüyordu, kendi ölümüne neden olan karanlığı. Böğrüne gelen ani darbeyle açtı gözlerini. Ayakuçlarından başlayıp beyninin içine kadar dalga dalga yayılan acıyla fırladı yerinden. Sırtına saplanan sızıyı saymıyordu bile. Kapıda şu an tanıyamadığı bir ses bangır bangır bağırıyordu: “Gardiyan! Gardiyan!” Başında Hanım Ağa, “zamanı geldi” dedi. Sarı Hatice bacaklarını ayırmaya çalışıyor, Menekşe, mengene gibi kollarına yapışmıştı. Hanım Ağa şövalye gibi cesaretli görünürken yüzünde korkunun kırışıklıkları kol geziyordu. Sarı Hatice’nin suratına tekin olmayan bir ifade bürünmüş, gözlerindeki kara mizah loş ışıkla oynaşıyordu. Menekşe yarı renkli saçlarını tepesinde topladı. “Ya Allah!” diye tiz bir çığlık attı. Kırk watt’lık elektrik akımı verilmiş gibi çarpıldı yatağa. Ne yaşadığı hakkında en ufak bir bilgi yoktu elinde. Olsa da düşünemeyecek kadar yenilmişti korkuya. Testerenin keskin dişlerinin arasından yayılan hırıltı sesine bulanmış bir ağrı da belinden girdi güvenli bölgesine ve ikiye böldü yorgun bedenini. Çığlık çığlığa çarpışıyordu kendi arenasında. Vücudunun her köşesine küçük karakollar kuran ter bezleri, ayaklanmış piyade askerleri gibi dağılmıştı gövdesine. Bata çıka yürüyorlardı. Saç diplerinden uçlarına kadar ıslanmıştı acısı ve yüzünde kırmızı güller açmıştı haykırmaktan. Görünmeyen bir el boğazına çöreklenmiş, diğer yandan dile gelmiş, arsızca sesleniyordu: Nefes al! Nefes ver!

Menekşe, sırıtıyordu tepesinde. Sarı Hatice bir zılgıt kopardı mini bedeninden. Hanım Ağa’nın yüzünde şefkat damlaları ter halinde yüzüyordu. Zafer, korkunç bir vahşetten kurtulmuşçasına kanlı ve çıplaktı. Onun gözleri de annesi gibi kehribar çizgisinde birleşmişti. Ellerini yumruk yapmış sevinçten ağlıyordu. Hanım Ağa, ağlayan bebeği Mina’ya uzatırken Mina acılarını unutmuştu.