ŞADAN KÖSE/ÖLMEDEN ÖNCEKİ SIRLAR

Ölmeden Önceki Sırlar

Bir parkın, asırlık çınar ağaçlarının gölgesine sığınmışlardı. Gözlerden uzak bu köşe, sanki zamandan ödünç alınmış bir sahneydi. Yüzlerindeki her çizgi, sabırla işlenmiş birer hikâye gibiydi; hayatın izleri, sessiz birer tanık olarak yanlarında duruyordu. Çınar yapraklarının arasından süzülen ışık, onların üzerine usulca düşerken adeta birer anı heykeline dönüşmüş gibi hareketsizdiler. Yaşam, bu sessizlikte bir soluk alıp veriyor ama aynı zamanda duruyordu.

Kadın, ince omuzlarına düşen beyaz saçlarının arasından yüzüne süzülen güneş ışığıyla sanki yıpranmış bir portreyi andırıyordu. Üzerindeki beyaz elbise, bir zamanlar bahar tazeliğiyle ışıldadığı günlerin yankısıydı. Şimdi ise, solgun bir zambak gibi tenine yapışmış, kırışmış bedeniyle uyum içinde duruyordu. 

Erkek, yıpranmış gri ceketi ve yer yer rengi solmuş kot pantolonuyla bir zamanların güçlü, dimdik duran adamını sadece hatıralarda bırakan bir görüntü sergiliyordu. Ellerindeki titreme, yalnızca yaşlılığın değil, belki de kalbine çöreklenen yılların yükünün eseriydi. Gözleri, belli ki çok şey görmüş, çok şey yaşamıştı. Ama yine de kararlılığını kaybetmemiş bir ışık vardı orada. 

Sessizlik, iki yabancının arasında akan bir nehir gibi çevrelerini sarıyordu. O nehirde geçmişlerinden taşan umutlar, hayal kırıklıkları, zaferler ve yenilgiler birbirine karışıyordu. Kadın başını hafifçe kaldırdı, ince dudakları bir an kımıldar gibi oldu ama kelimeler boğazında düğümlendi. Yalnızca hafif bir nefes, yürekten gelen bir hıçkırık gibi yükseldi. 

Erkek, kadının hüzünle parlayan gözlerine bakarken bir elini yavaşça dizlerinin üzerine koydu. Yaşlılık, bedenini zayıflatmış olabilir ama ruhunda hâlâ geçmişin yankılarıyla dolu bir güç vardı.

 “Zor değil mi?” dedi birden, sesi ince bir çatlağın içinden süzülen su gibi titrek ve yorgundu. 

Kadın, bir an cevap veremedi. Çenesini hafifçe yukarı kaldırarak gökyüzüne baktı; bulutların arasından sızan güneş ışığı, yıllar önce unuttuğu bir şarkıyı hatırlatır gibiydi.

 “Zor!” diye fısıldadı sonunda. “Ama bir yanda da güzeldi. Çünkü bu kadarını bile yaşamış olmak bir mucize.” 

İkisi de kendi hikâyelerinin sayfalarını yeniden karıştırır gibi gözlerini yere indirdiler. Yaşam, her ne kadar acımasız olsa da o bankta yan yana oturmuş olmaları bile geçmişten bir ödünç alınan mutluluktu. Üzerlerindeki eskimiş kıyafetler, sadece bedenlerini değil, ruhlarını da saran yaşanmışlıkların ağırlığını taşıyordu. Kadının beyaz elbisesinin eteği hafifçe çimlere sürtünürken erkek gri ceketiyle bir çocuk gibi omuzlarını ovuşturdu. İkisi de aynı anda iç çekti, sanki bir ritüelin parçasıymış gibi.

Erkek, titrek bir sesle konuşmaya başladı: “Bir gün dağ yolunda gece yarısı bir adama çarptım. Panikle kaçtım oradan. Birkaç kilometre uzaklaştıktan sonra ani bir fren yaparak durdum ve geri döndüm. Adam hâlâ yolun kenarında cansız bedeninden sızan kanların içinde boylu boyunca yatıyordu. Onu hemen arabanın bagajından aldığım bir çarşafa sararak arka koltuğa koydum. Koltuğun kan içinde kalacağını düşünemeden. Uzun süre öylece araba sürdüm. Karşımdan bir polis arabası gelirse veya bir polis çevirmesine takılırsam ne yaparım bilmiyordum. Şans mı desem şansızlık mı desem bilemedim ama kimseye rastlamadan. Sık ağaçlık bir ormanın içinde yol almaya başlayınca oralara bir yere o cesedi gömerek ondan kurtulmam gerektiğine karar verdim. Ama yanımda ne kazma vardı ne de kürek. Cesedi ormanın içinde sürüklerken bir dere yatağını fark ettim. Onu bir çukura koydum, Etrafımdan bulduğum taşlarla üzerini ördüm. Kanlar içindeki cesedi izlemsizce arabanın arka koltuğuna yerleştirdiğim için koltuğu temizlemem çok zamanımı aldı.

O günden beri her gece bu sır beni kemiriyor. Adamı gömmeden aldığım kimliğinden yola çıkarak ailesini buldum. Sekiz yaşlarında bir kızı vardı. En çok da sarı saçlı mavi gözlü o dünyalar güzeli kızı babasız bıraktığıma üzüldüm.

Hanımının avukat olduğunu öğrenince bende bir korku ve panik başladı. Bu olay olalı kırk sene oldu hâlâ korkulu rüyalarımda beni tedirgin ediyor. Bunu kimselere anlatamadım. Eşim ölmeden önce ona anlatmak için çok uğraştım ama yapamadım. Bir dere kenarına taşların arasına gömdüğüm adam kadar yalnızdım hayatımda. Şimdi biraz rahatladım. Birisine anlattım ya…”

Kadın adamı dinledikten bir süre sonra; “Anlattığın insan da senin gibi yakında ölecek, biliyorsun.”

“Ben de onun için anlattım ya sırrım benimle değil, onunla gitsin. Ben de belki biraz huzurlu giderim diye düşündüğüm için.”

“Ama bu hiç adil değil. Niye siz kendi sırlarınızla gitmiyorsunuz da sizin sırlarınızı ben taşımak zorundayım.”

Yaşlı adam bunu hiç düşünememişti. Kadının yüzüne baktı; “Tamam, senin de hiç kimseye anlatamadığın bir sırrını anlat; rahatlamış olarak git ben de senin sırrınla beraber gideyim.”

Kadın adamın yüzüne bakarak; “Peki ama gerçekten sırrını bana anlatmakla rahatladın mı?”

“Kuş gibi hafiflemesem de biraz daha rahat biraz daha kendimi huzurlu hissediyorum.”

Gözlerini adamdan aldı. Sanki ayaklarının altındaki çimenlere bakarmış gibiydi ama geçmişe daldı; “Ben de karanlık bir sokakta evsiz bir adamın tecavüzüne uğrayacağım diye korkumdan onu öldürdüm.”

“Gerçekten mi? Anlatacak mısın?”

“Evet, anlatacağım.”

Kanadı kırık kuşun pır pır ederek uçmak için çabalayıp da uçamadığı gibi bacaklarında yürüyecek gücü ve cesareti bulamasa da sendeleyerek doğruldu. Akan gözyaşlarının ıslatmasıyla rimelleri yanağına doğru akmıştı. Elinin tersiyle silmek isteyince yüzünün her tarafını rimel karası yaptı.

Bakışları, duruşu kendini yaşlı hissetmiyor gibi ayakta; “O akşam arkadaşımın doğum gününe gitmiştim. Doğum günü kutlamasından sonra meydana gelen nahoş olayların üzerine her ne kadar arkadaşımın ailesi beni evden alsa da eve bırakmadılar. O bende hiçbir zaman yeterince olmayan kahrolası parasızlık yüzünden taksi çağıramadım. Ben de gecenin geç saati iki kilometrelik mesafeyi yürümeye karar verdim. Üzerimde abiye bir elbise vardı, ayakkabım da ona uygundu, onunla eve kadar yürüyemezdim. Onu çıkarıp elime aldım. Bizim gecekondu mahallesine doğru yürümeye başladım.

Villalar bölgesini çıktıktan sonra sokak lambaları bitmiş, etraftan köpek havlamaları geliyordu. Havlama sesi henüz çok uzak olsa da yine de zifiri karanlığın korkularıyla yüzleşmeye başlamıştım

O sırada karanlığın içinden bana doğru gelen bir karaltı gördüm. Bu bir insan silueti gibi gözüküyordu. İçimden dua etmeye başladım. “Tanrım, bu kadar çektiğim sıkıntı yeter, ne olur karşıma bir de sapık çıkarma!” diye yalvarıyordum.

Karanlıkta siluet yaklaşıyor ama yaklaştıkça konuşmalarından çok sarhoş olduğu anlaşılıyordu.  Belki de madde bağımlısıydı, kim bilir? O sırada çıplak ayağım ile bir cam parçasına bastım. Cam parçası hem kırıldı hem de kırıkları ayağıma battı. Canım o kadar yandı ki akşamdan beri başıma gelenlerin üstüne bu da tuzu biberi oldu.  Daha fazla dayanamadım; “Yeter, yeteeeer ama yaaaa…” diye bağırınca karşımdan gelen sarhoş beni duydu. “Kiiim vaaaarrr ooorrrrdaaaa?” diye sarhoş narası atar gibi bir sesle bağırdı.

Adama biraz daha yaklaşınca yol kenarındaki çalılığın birinin arkasına saklanmayı düşünüyordum ama şimdi beni çoktan fark etmişti.

Adam iyice yaklaşınca onun aynı zamanda bir evsiz olduğunu anladım. Gecenin o saatinde de olsa abiye elbisemin derin yırtmacından güzel bacaklarım, bulutların arasına bir girip bir çıkan dolunayın ışığında parlıyordu. Artık iyice yaklaşmıştım. Yol kenarındaki çöp yığınlarının arasından geçmeyi de göze alamadığım için tek arabanın geçebileceği kadar dar yoldan ne olursa olsun bu evsiz ayyaşın yanından geçecektim. Eğer bana dokunmak isterse de elimdeki ayakkabımı kafasına geçiririm, diye düşündüm.

Adam tam yanımdan geçmek üzere iken sol koluma yapıştı. O korkuyla sağ elimdeki ayakkabımı adamın kafasına öyle sert vurdum ki ayakkabının uzun sivri topuğu adamın kafasının dibine kadar girdi ve adam yere düştü.

Oduna sapladığın baltayı çıkarmak için uğraşırsın ya, ben de ayakkabımı adamın kafasından çıkarmak için uzun çaba sarf ederek sonunda başardım.

O korkuyla eve doğru koşmaya başladım. Artık ayağımdaki cam kırığının açtığı yaranın acısını bile duymaz olmuştum.

Sanki bana inat ay da bulutların arasına saklandığı için ortalık zifiri karanlıktı. Sonunda o, tek katlı gecekondumuza geldim.

Kapının önündeki muslukta kanlarını temizlemek için ayakkabımın topuğunu iyice yıkadım. Sonra ayaklarımı yıkamaya başladım. Ayağımdaki camın kestiği yara yeniden kanamaya ve ağrımaya başladı ama yorgunluktan da ölüyordum.

Kapının önünde kuruması için asılı duran çarşafın ucundan ince şerit şeklinde yırttığım parçayla ayağımı sardım.

Avına yaklaşan bir kurt yavrusunun sessizliği ile aynı odayı paylaştığım küçük kız kardeşimi uyandırmadan yatağıma yattım.”

İkisi de sessizce baktılar birbirlerine. Ölümün yaklaştığını biliyorlardı ama sırlarını yanlarında götürmek istemiyorlardı. Belki de bu paylaşım, rahatlamalarını sağlayacaktı. Ağaçların yaprakları hafifçe rüzgârla oynuyordu. İkisi de sessizliğe bürünmüştü. O anda sırlarını paylaşmanın hafifliğini yaşıyorlardı.