HÜLYA SOYŞEKERCİ/“AYLAK ADAM” OLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

“AYLAK ADAM” OLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

Yusuf Atılgan (1921-1989) az ama öz yazmış; ardında bıraktığı üç romanının yorumları ve derinlikli anlamlarıyla okurların zihninde sürekli çoğalmış, yazınımızın unutulmayanları arasında hak yeri almış, sıra dışı ve farklı bir yazardır.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü 1944’te bitiren yazarın, A. Nihat Tarlan yönetiminde hazırladığı bitirme tezinin konusu “Tokatlı Kâni, Sanat, Şahsiyet ve Psikoloji” idi. Bu tez çalışması yazarın psikolojiyle, insanın içsel dünyasıyla daha gençlik yıllarında bile ilgili olduğunu göstermektedir. Yusuf Atılgan birçok açıdan varoluşçuluğu benimsemiş bir yazardır. “Benim yazarlığımdan daha önemlisi günlük yaşamımdır.” diyen Atılgan, günlük yaşamın içinde bireyin tragedyasına odaklanır. Yazarın, varoluşçuluğun kurucusu kabul edilen S. Kierkegaard’dan çevirdiği bazı metinler Değişim dergisinde (1961-1962) yayımlanmıştır. Yusuf Atılgan; Camus, Kafka ve Sartre‘ den etkilendiğini söyleşilerde dile getirirken yapıtlarında bu önemli yazarların izlerinin bulunabileceğini belirtmiştir. Böylece, ilk romanı Aylak Adam‘dan itibaren romanımızda varoluşçu yaklaşımla yazan yazarlar arasında yerini alan Atılgan, 20. yüzyıla damgasını vuran bu felsefenin; uyumsuzluk, bunaltı, saçmalaşan yaşam gibi ana motiflerini romanlarında öne çıkarır. Varoluşçu yazarların çoğu gibi Yusuf Atılgan da umutsuzluğu alaycı bir ifadeyle yansıtır. İroni, Aylak Adam’ın kahramanı C.’nin de tek dayanak noktasıdır.

Aylak Adam’ın ilk basımı 1959’da gerçekleşti; daha sonra Anayurt Oteli (1973) ve tamamlayamadığı romanı Canistan (2000) ölümünden sonra yayımlandı. Anayurt Oteli, 1987’de Ömer Kavur tarafından başarıyla filme uyarlandı. Issız bir taşra kasabasında, kenarda kalmış bir otelde yaşanan insani tragedya, okurun içine işlemektedir bu romanda. Sessizliğin, ıssızlığın ‘huzur’ barındırmadığını, tam tersine, ıssızlık ve suskunun, kaosun yankılandığı bir süreci kendi içinde gizlediğini öğreniyoruz bu romanın dünyası içinde. Böylelikle mekânın, romanda ne denli önemli işlevler yüklendiğini, özellikle psikolojik derinlik taşıyan romanlarda olaydan çok, az sayıda kişinin yaşadığı mekânın özel önemini kavrıyoruz. Kapalı ve dar bir mekânda, kişilerin iç dünyasındaki kapalılığın açılması; Pandora’nın kutusunun açılması gibi önemli bir durum oluşturuyor roman gerçekliği içinde. Roman kahramanı Zebercet‘in o sıra dışı kişiliği, bunalımları, yalnızlığı, fetişizmden hayvanlara ilgiye dek uzanan cinsel sorunları; sonuçta otele gelen bir fahişeyi öldürmesi nedeniyle günlerce çıkamadığı o korkunç bunalım yaşantısını irkilerek ve sorgulamalarla okuyoruz. Zebercet’in ölüme doğru adım atmasıyla o alacakaranlık sayfalar, okuyanı tam bir karanlığa gömerek bitiyor. Böylece yaşamı ve onun yansıması olan romanın kurmaca dünyasını da karanlığa gömüyor yazar. Çağımızın bunalımlı, kırılgan, varoluş sorunu yaşayan, toplumun kıyısında duran, yapayalnız bireyin içsel kaosunu sergiliyor. İnsanın varoluş sorununa içeriden/derinden bakan az sayıdaki yerli romandan birini okumuş olmanın heyecanını yaşatıyor okuruna.

Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam‘ında koskoca bir kentin; İstanbul’un, ara sokakları, caddeleri, pastaneleri, otelleri, sinemaları, meyhaneleri, ressam atölyeleri, plajları, kuleleri; kalabalığı- çalışan, koşuşturan insanların, akıp giden kalabalığın farklı yaşamları ve daha birçok yönüyle romanın izleğine ve roman kahramanı C’nin yapısına uyumlu büyük bir mekânsal alan oluşturduğunu dolayısıyla; Aylak Adam’ın ‘psikolojik roman’ olması yanında bir ‘kent romanı’ olduğunu da düşünmek mümkün. Aylak Adam‘la birlikte kent de soluk alıyor, acı çekiyor, kent de yabancılaşmayı duyumsuyor gibidir. Kentin yüreği vardır; kentin yürek atışını duymak için ‘Aylak Adam’ gibi olmak gerekir. Para kazanma ya da bir iş güç peşinde koşuşturmadan yaşamın akışına katılmak, akışa katılmayıp kıyıda durduğunda da bütün ayrıntıları görebilmek, duyulmayan sesleri duyabilmek, görülmeyen renkleri görebilmektir bu. Kentin sinemalarına gidebilmek, pastanelerinde, meyhanelerinde, lokantalarında özgürce oturabilmek; tramvay ya da otobüslere iş gerilimi olmadan binebilmek; bir insanın ardına düşüp onun yaşamını gözlemleyebilmek, onu gerçekten tanıyabilmek… Gördüğü insanların yaşamından yeni öyküler kurmak, yeni yeni öykülere açılabilmek… Bir ‘flaneur’dür Aylak Adam C.; kenti gözlemleyen, kent sokaklarını belirli bir amacı olmadan gezen kimsedir.

Bertrand Russell, “Aylaklığa Övgü” adlı yapıtında şöyle der: “Sanatı geliştiren, bilimleri bulan bu sınıftır; bu sınıf kitaplar yazmış, bu sınıf felsefeler ortaya atmış ve toplumsal ilişkileri bu sınıf inceltmiştir… Aylak sınıf olmasa, insanlık barbarlıktan hiç kurtulamazdı.” Aylaklık, aristokrasinin ya da üst kentsoylu sınıfın içinde yer alan, duyarlı kişilerin ya da onların oluşturduğu entelektüel grupların yaşama biçimidir. Parasal sorun olmadığında, maddi doygunluk gerçekleştiğinde kişiler zorunlu çalışma ortamından kurtulmuş, zamansal kölelikten sıyrılmış, özgür beyinli bireyler olarak birçok düşünsel etkinliklerde bulunmayı başarmışlardır. Bu başarı öncelikle maddi refah üzerine kuruludur; sistemin getirdiği zorunlu çalışma ortamlarında en az sekiz saat zihin ve beden gücüyle çalışan, her yönüyle beyni programlanmış, tutsak edilmiş, yabancılaşmış, kendi kişisel zamanını kontrol altına alması olanaksız bireylerin açmazı; yaratıcılıktan, felsefeden, her türlü düşünsel ve sanatsal üretimden uzakta kalmak, sevdiği uğraşılara zorunlu olarak daha az zaman ayırmaktır. Bu yüzden de ‘sunulan‘la ‘verilen‘le yetinir, yaratıcı olmak, sorgulamak, düşünmek yerine sadece tüketmeyi önceler bu bilinçsiz birey. Aylak Adam, çağımız insanının tragedyasını görüp tanık oluyor roman boyunca. Ama o denli kırılgan, o denli bilinçaltı sorunlarla doludur ki kıyısından izlediği toplumsal yaşama bilinçli olarak katılmaz; toplumsal yaşamın akışını, bu akıştaki tutarsızlık ve mantıksızlıkları gözlemler yalnızca.

Aylak Adam C. tam anlamıyla bir bireydir; sürüye katılmamanın bedelini yalnız kalarak, acı çekerek öder. O öteki insanlar gibi “eli paketli adam” olarak eve dönmek istememektedir; toplumdaki evlilikleri tüketen ilişkiler olarak görür. O nedenle, kendisini çok seven, ama ev ve çocuk hayalleri kuran üniversite öğrencisi sevgilisi Güler’i terk eder. Her türlü aynılaşmaya, monotonluğa, robotlaşmaya karşı çıkar Aylak Adam C. Toplumsal ilişkiler ağında paranın kilit önemini görür ve para için önünde eğilen, birdenbire değişen insanlardan tiksinti duyar. İnsanların bu büyük kentte her gün her an belirli hareketleri yaptığını, belirli saatlerde belirli davranışlar içine girdiğini gözlemler: İnsanlar ezberlenmiş hareketlere ya da davranış biçimlerine tutsak olmuşlardır. Üstelik çoğu bu ezberlerin farkında bile değildir.

Aylak Adam C. nefret ettiği babasından kalan taşınmazların kiralarıyla geçinen, “aylaklık yaparak” babasının parasını harcayarak ondan bir çeşit intikam alan bir karakterdir. Babasından nefret etmesi çok derinlerde yatar. Bu nedenlerin irdelenmesi roman kahramanının psikanalitik çözümlenmesini de gerektirir. Daha bir yaşında küçük bir çocukken anne sıcaklığından yoksun kalan, öksüzlüğü yaşamı boyunca bir yazgı olarak taşıyan Aylak Adam C., Zehra teyzesi tarafından büyütülür baba evinde. Babası, komisyonculuk yapan, bıyıklı ve çapkın bir adamdır. Evde sık sık değişen hizmetçileri sıkıştırır, özellikle bacaklarıyla uğraşır. Çocukken, bir kez babasını bu durumda gören roman kahramanı, bunu yaşamı boyunca ruhsal bir travma olarak yaşar iç dünyasında. İlkokulu bitirdiği yaz, teyzesi ile babasının arasındaki ilişkiyi, bunun teyzesinin de isteğiyle gerçekleşmesini, teyzesinin hizmetçilerle düşüp kalkan babasının bu durumuna da göz yummasını küçücük dünyasında anlamlandıramaz ne yazık ki. Babasının, “Zehra senin bu bacakların yok mu?” sözü ruhuna kazınır ve yaşamı boyunca kadın bacaklarından ürküntü, korku duyar. Teyzesi onun için ‘anne’ yerini almış, onunla özdeşleşmiş kişidir. Bu durumu görüp bağırarak tepki gösterdiğinde babası onun kulağını öyle bir çeker ki kulağın ucu kopma noktasına gelir. Uğradığı en temel şiddettir bu. Ne zaman bir kadın aklına düşse, kadın bacaklarını görse çocukluğundan gelen bu takıntı nedeniyle kulağında bir kaşınma hissi duyar Aylak Adam. Üstelik sorunları zaman zaman şiddete başvurarak çözme saplantısı da bu dönemde başlar. Okulda, babasından intikam alırcasına sık sık arkadaşlarıyla dövüşür, babası da yönetim tarafından sürekli ikaz edilir. Bu olaylardan kısa bir süre sonra Zehra teyzesi ölür. Babası, bir finans kaynağı olarak yaşamında yer alır sadece. Babası da ölünce kirli olarak düşündüğü evi satar. Okumaya, üniversiteye gitmeye, çalışmaya boş verir.

Romanda en hüzünlü sahnelerden biri de bir sokak kadınını evine getiren Aylak Adam C’nin ondan dizine yatmasını, saçlarını okşamasını istemesidir. Teyzesinin kucağındayken kendisine güven ve huzur veren ‘o eski koku’yu aramaktadır aslında. Ama hiçbir şey çocukluğundaki gibi değildir; kirlilik vardır yaşamın içinde, özünde. Aylak Adam bunun farkındadır. Ressamlık yapan sevgilisi Ayşe ile de anlaşamaz, çünkü aralarındaki bağ, sürekli olarak toplum tarafından sorgulanır, engellenmeler başlar. Ayşe de bu engellere boyun eğer bir noktada; ilişkileri giderek aşınmaya başlar. Sonuçta ayrılık kesindir. Aylak Adam, roman boyunca baba sorununu sık sık sergiler; o asla babası gibi olmak istememektedir.

Aylak Adam’ın en büyük tutkuları arasında, resim, sinema ve kitaplar vardır. Ressam arkadaşlarından resimler satın alarak onlara destek olur. Resmini yaptırır; poz verir onlara. Sinemada iyi bir film izlenmişse harika bir heyecandır; Aylak Adam, sinemadan çıkmış insanlara özel bir önem verir: “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarlarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.” , “Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapılmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar…” (s. 18) diye geçirir içinden. Ama sinemadan çıkmamış insanlarla doludur çevresi; içindeki heyecanı söndürürler hemen.

Roman iki katmanlı bir kurgusal yapıdan oluşuyor. Bunlardan temel olanı “tanrısal anlatıcı” dediğimiz, her şeyi bilen, gören duyan, kahramanların zihinlerini okuyan anlatıcının bakışıyla, roman boyunca parantez içinde aktarılan olay, durum cümleleri. Bu cümlelerde yer yer yorumların da olduğunu görüyoruz ve bu yorumların yazara ait olduğunu duyumsuyoruz. Öteki de üçüncü kişi anlatımıyla ve Aylak Adam’ın bakış açısından, onun gerçeği algılaması, onun dünyaya bakmasını dile getiren başka bir kurmaca katmanı. Bir de mektuplar, günlükler var ve böylece romandaki öteki kişilerin dünyalarına da girme, onların zihinlerini “şeffaf kılma” olanağı bulabiliyoruz.  Ayşe’nin günlüğü Aylak Adam’la ilgili önemli düşünce, yorum ve duygularını kapsıyor; Güler’in kasabaya giden arkadaşı B.’ye gönderdiği mektuplardan da onun duygularını; Aylak Adam’la ilişkilerinde yaşadığı duygusal çelişkileri okuma olanağı buluyoruz. Bunlarda da “ben öyküsel anlatım” öne çıkıyor. Romanda zamansal geriye dönüşlerin, bir film kurgusu gibi doğallıkla gerçekleştiğini görüyoruz. Yaşanan an‘dan geriye gidişler ve tekrar öyküleme anı‘na dönüşler…

Roman kahramanı Aylak Adam’ın şiddet eğilimi ayrı bir inceleme konusu olarak ele alınabilir. Çoğu zaman sakin sabırlı, kendi halinde görünen Aylak Adam, bilinçsiz insanlara, para tutkunlarına, yüzeysel arkadaşlara, çıkar ilişkilerine girenlere, her şeyi kabullenen ve sürü psikolojisiyle yaşayan kişilere, sahte ve içi kof değerlere, saçmalıklara karşı içinde derin bir öfke biriktirir. Toplumun akıl dışı süreçlerinin akla uygunmuş gibi gösterilmesi fena halde canını sıkar. Saldırıya uğradığında şiddet’in dilini kullanır sokaklarda; o, eski bir boksördür çünkü. Kolej yıllarında boksa merak sarmıştır. Romanın sonlarına doğru sanrılara ya da yanılsamalara iyice kapılan ‘Aylak Adam’ın ‘son bir şiddet gösterisi’ gerçekten ona iç acısıyla bakmamıza neden olur. O, “kendi ölü babasından bile kurtulamamıştır” ki insanlığa yardımı dokunabilsin… Arada bir ölümü de aklına getirdiği olur. Yaşamda, daimiliğin, alışkanlığın, aidiyet duygusunun da karşısındadır, nihilizme yakındır. “Seni seviyorum” diyen sevgilisi için şöyle geçirir içinden: “Nasıl kolayca söyleyiveriyor bunu. Sevmek! Kelimelere kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?” (s.74)

Romanda çok önemli bir bölüm var. Aylak Adam romanının özü burada toplanıyor. İnsanlığın ortak tragedyası: Kuyara ile Adako: Bütün çağların trajedisi bu, Ku-ya-ra; ‘Kumda yatma rahatlığı.’ A-da-ko: ‘Ağaç dalı kompleksi.’ Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya Adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben ‘ağaç dalı kompleksi’ diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi yakınları da onun içindeki bu Adako’yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona”.(s. 132)

Aylak Adam C.’ye göre dışta kalmak isteği çok önemlidir. Özgürlüğün, başkaldırının ana karakteridir Adako. Ama günümüzde sadece eril bir istem değil hem eril hem de dişil olabilen bir istemdir. Yeter ki insan ayrıksı durmayı, sorgulamayı, eleştirmeyi, uyumsuzluğun erdemini, toplumun kıyısında durup kendini gerçekleştirmeyi ve bireysel özgürlüğü içselleştirsin…