SIDDIK SERT/ROCK MÜZİĞİN EFSANELERİ: PİNK FLOYD

ROCK MÜZİĞİN EFSANELERİ: PİNK FLOYD

“The grass was greener,

”The light was brighter,
The taste wass weeter,
The nights of wonder,
With friends surrounded,
The dawn mist glowing,
The water flowing,
The endless river…”

************

“Çimen daha yeşildi,

Işık daha parlaktı,

Tat, daha güzeldi,

Dostlarla çevrili harika geceler,

Şafak sisi ışıldıyor,

Su akıyordu, Sonsuz nehir, Sonsuza dek daima…”  

David Gilmour / Higs Hopes.

Bu yazının efsanevi rock grubu Pink Floyd’un “The Division Bell” (1994) albümünde yer alan ve içerisinde yukarıdaki sözlerin geçtiği “High Hopes” parçası ile birlikte okunmasını tavsiye ediyorum. Evet, şarkıda da değinildiği gibi her şey daha güzeldi, her şey daha tatlıydı, eskiye duyulan özlem mi? Geçip giden gençliğe uzaktan acı bir bakış mı yoksa? Dostlarla birlikte hayatın ve müziğin tadını çıkardığımız zamanları ne güzel özetlemiş David Gilmour “Higs Hopes”ta. İnsanın hiç bitmeyecek sandığı o güzel günler şimdi çok uzaklarda kaldı. Tıpkı o güzel şarkılar gibi… Ne diyordu bu toprakların Homeros’u “O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler…” Evet, geriye birkaç tatlı hatıra, hafızalardan silinmeyen birkaç melodi ve zaman zaman sosyal medya veya bir internet kanalında denk gelirse bir konser kaydı, sizi alıp eskilere götürmeye yeter de artar bile.

“Felsefe, sanat ve edebiyat dergisinde müzik grubuna ilişkin yazı olur mu?” diye düşünürken sonunda yeni neslin rock müziğine çok büyük katkıları olan eski değerleri, sanatçıları tanıması, biz eskilerin de okurken yüzlerinde tatlı bir tebessüm oluşturarak hatıralarda küçük bir gezintiye çıkarması amacıyla haddim olmayarak böyle bir yazı kaleme almayı tasarladım. Bundan böyle basılı dergide fırsat ve zaman buldukça “Rock Müziğin Efsaneleri” başlığı altında tüm dünyayı kasıp kavuran yerli ve yabancı rock grupları hakkında bilgiler derlemeye, kuruluş hikâyeleri ve eserlerine ilişkin tanıtımlar yapmaya çalışacağım.

Nick Mason, Roger Waters, Richard Wright ve Syd Barrett ([1])

Pink Floyd grubunun kuruluşu altmışlı yılların ortalarına rastlar.1960’lı yıllar tüm dünyada esen özgürlük ve savaş karşıtlığı akımının başlangıcı olarak kabul edilir. Bu akımın öncüleri o yıllara damgasını vuran gençlik hareketi “68 Kuşağı”dır. Tüm dünyada gençler arasında etkisini hissettiren protestoların başladığı ve özellikle sol görüşlü bir akım olarak bilinir. Aynı dönemde kapitalist birçok ülkede ve özellikle ABD’de sisteme aykırı hareketleriyle ön plana çıkan “Hippiler” gibi özgürlükçü ve antimilitarist akımlar bütün dünyaya yayılır. (2)

Bu akımın sosyal ve kültürel yaşama olan etkilerini ve yansımasını özellikle protest müzikte oldukça baskın olduğunu Joan Baez, Janis Loplin gibi sanatçıların ortaya koyduğu eserlerde görürüz. Gençliğin bir dönüm noktası olarak kabul edilen bu kuşağın tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de etkileri çok büyük olmuştur. Şimdi ellinin üzerinde yaşta olanlar için çocukluk ve ergenlik dönemine denk gelen o yıllarda 68 Kuşağı’nın etkileri altındaki gençlerin yaptığı rock müzikler tüm dünya ile birlikte ülkemizde de seksenli hatta doksanlı yıllarda gerçekten de bir çıkış; bir zirve yapar. O yıllarda özellikle progresivrock ve hard rock dalında üretilen eserlerde işlenen toplumsal temalar bakımından bugünkü müzik grupları ile kıyaslanamayacak kadar farklı kulvarlarda oldukları söylenebilir.

Elbette, çocuklukta ve gençlikte yaşanan hatıralar anımsandıkça herkese tatlı gelir. Seksenli yılların başında daha on üç-on dört yaşlarındayken başladı rock müziğe olan ilgim. Askeri lisedeyken “Standart” marka küçük pilli bir el radyom vardı. Yasak olmasına rağmen gizli bir şekilde haftada bir kez yayımlanan “Pop Saati” gibi (ismini tam hatırlayamıyorum) bir programı sabırsızlıkla beklerdim.

Çünkü sadece bir defa dinleyebiliyordum. Kayıt yok, tekrar yok. Ama o yıllarda her gençte olduğu gibi benim de asi ruhum müziğe açtı. Bir saatlik program boyunca beş-on beş hit olmuş rock şarkı yayımlanırdı radyodan.

Pink Floyd grubuyla tanışmam İstanbul-Kars yolculuğuna rastlar. 1987 yılı Eylül ayı, henüz on sekiz on dokuz yaşlarındaydım. İstanbul nüfusu o zamanlar beş altı milyon filandı sanırım. Topkapı garajı olarak bilinen şehirlerarası otobüs terminalinde (ki o vakitler gecekonduyu andıran yan yana dizili acentelerin herhangi bir mühendislik hizmeti almadan yapılmış mimarisi olmayan derme çatma bitişik binalarda hizmet verdiği aslında uzun ve büyükçe bir meydandı.) her yer karmakarışıktı. Standart bir terminal binası yoktu. Sadece Varan, Ulusoy, Seç ve Çayırağası gibi birkaç tanınmış firmaya ait büyükçe binalar vardı. Küçücük büfelerde yapılan sucuklu tostların kokusunun yayıldığı, evde yapılmış soğuk ayran ve limonataların alüminyum folyo ile kapaklandığı şişelerde veya bardaklarda satıldığı, üç tekerlekli ahşap seyyar arabalarda sebze ve meyve satanların cirit attığı bir yerdi Topkapı Garajı.

Günün her saati başı boş bir kalabalık güruh oradan oraya koşuşturur; sepetler, denkler, çuvallar ve valizlerle Anadolu’dan İstanbul’a akar veya İstanbul’dan Anadolu’ya hüzünlü bir yolculuğa çıkılırdı. Her yeri seyyar kebapçılardan yayılan kuyruk yağı, araç tamirhanelerinden gelen mazot ve motor yağı kokusu sarardı. Hele ki mevsim kışsa bu karmaşaya bir de yerlerdeki çamur eşlik ederdi. Çığırtkanların yolcu kapmanın derdinde olduğu şoförlerin bir haftalık kirli yakaları görünmesin diye kravatlarını sıkı sıkıya bağladıkları dönemdi. Böyle kalabalık ortamlarda seyyar el arabalarında akü ile çalınan teyplerde Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur şarkıları duyulur, ara sıra ses dalgalanıp gittikçe yayvanlaşırdı. Her neyse konumuza dönelim benim Pink Floyd’la tanışmam işte böyle bir ortamda egzoz kokuları arasında yanımdan geçen bir seyyar arabada satılan kasetlere dikkat etmemle başladı.

O vakitler en gelişmiş müzik araçları kasetçalar ve “walkman”lerdi. Kasetler sadece bu işe özel dükkânlarda yahut domates biber satar gibi böyle pazarcı tablalarında satılırdı ki hemen hepsi zaten plaklardan kopyalanmış korsan kayıttı. Bu seyyar satıcılarda satılan kasetlerin maliyeti aynı olmasına rağmen nedense yabancı şarkıcılara ait olanları (satıcılar “Ecnebi” derlerdi) daha pahalı olurdu. Her ikisi de plaktan boş bir kasete kopyalanıyordu ama yabancı pop ve rock kasetlerini yerli kasetlerin bir buçuk katı fiyatına satarlardı. Hatta bununla da kalmayıp “Kesmeşeker, Devil, Whisky” hatta doksanlarda “Pentagram” gibi yerli rock gruplarının kasetlerini de (Sırf solist ya da vokallerin saçları uzun diye) ecnebilerle aynı öbeğin içinde istifler ve yabancı kategorisinde fiyatlandırırlardı. Sattıkları kasetin içeriği, grup ve solisti hakkında pek fikirleri de olmazdı. Doğrusu o zamana kadar benim de Pink Floyd hakkında pek bir bilgim yoktu. Tezgâha uzanıp bir tanesini aldım, ara ara duyduğum ama bilerek hiç dinlemediğim bu grubun kasetini inceledim. Kasetin kapağı ilgi çekiciydi; beyaz zemin üzerinde tuğlalar… Üzerinde de grubun ismi ve albümün adı yazılıydı: Pink Floyd “The Wall.” İşte o an bir mucizeye dokunduğumu hissettim.

Birkaç saat sonra otobüsüm kalktı. Daha Boğaz Köprüsü’nü geçerken (O vakitler sadece Boğaziçi Köprüsü vardı) Almanya’dan bir yakınımın getirdiği walkmana kaseti yerleştirdim ve son sesini de açtım. “Another Brick in The Wall” (Vol-1) başladı. Basgitarın, baterinin ve solo gitarın sesi kulağıma bir şölen sunarken gözlerimi kapatıp başka âlemlere uçmak ve oralarda kelebekler kadar hafif hafif gezinme isteği oluştu. Tam da grubun Türkçe ismine mütenasip bir şekilde “Pembe Düşlere” daldım.

Müziğin evrenselliğini bir kez daha kanıtlar gibi notaların birbiriyle mükemmel uyumu sonucu ortaya çıkan armoni, insanı bu dünyadan alıp adeta gezegenler arası tatlı bir yolculuğa çıkarırdı. Bu armonide oluşan bütün sesler, belli bir uyum içinde ruhuma ulaşırken oraya hoş bir dinleti çıktı. Enfes ritim ve melodilerle bir insan kulağının duyabileceği en güzel sesler kulaklarıma ve beynime müthiş bir keyif verirken sabırsızlıkla diğer parçaları bekledim. Otobüsüm Düzce/Kaynaşlı rampasını tırmanırken (O vakitler Bolu tüneli henüz yoktu) bu kaseti üst üste kaç kere dinlediğimi hatırlamıyorum.

Büyülenip kalıyorum bu müziğe. Yirmi dört saatten fazla süren İstanbul-Kars yolculuğu boyunca pilim yettiğince hep bu kaseti dinledim. İşte, ilk tanışmam böyle olur Pink Floyd’la. İngilizcem olmadığı için (Ortaokula başlarken kur’a ile Fransızca çıktı, ardından askeri lisede de devam ettim Fransızcaya) şarkı sözlerinin ne anlama geldiğini bilemedim. Ama müzik zaten evrenseldi ve sözlerden çok melodiye; kulağıma gelen seslerin beynimde yarattığı hazza odaklanmıştım. O güne kadar dinlediğim seksenli yıllara damgasını vuran Bob Dylan, Dire Straits, ZZ Top, Genesis gibi gruplardan Elton John, George Michel, Madonna gibi solistlerden çok farklıydı.

Pink Floyd, 1965’te Cambridge, Londra, İngiltere’de Syd Barrett, Roger Waters, Nick Mason ve Richard Wright tarafından kurulmuştur. Daha sonra David Gilmour gruba katılmış ve Syd Barrett’ın yerini almıştır. İlginçtir, kimse bilmez ama grubun ilk adı “Megadeaths”dır. Syd Barrett grubun kurucu üyesi, vokal ve gitaristidir. Grup için en erken dönemdeki yaratıcı güçtür ancak 1968’de psikolojik sorunlar nedeniyle gruptan ayrılmıştır. Bas gitar, vokal, ana söz yazarı olan Roger Waters, özellikle grubun politik ve felsefi konsept albümlerinin arkasındaki itici güç olmuştur. Gitar, vokalde David Gilmour1968’de gruba katılmış ve grubun sonraki dönemde sesinin temel taşlarından biri olmuştur.

Pink Floyd’un tüm albümlerinde yer alan tek üye olarak Davulcu Nick Mason’ı görüyoruz ve son olarak grubun erken dönemlerinde özellikle atmosferik klavye bölümleriyle tanınan Richard Wright’tır.

Pink Floyd, genel olarak albümleri, şarkıları ve sahne performansları yönüyle özellikle “sistem eleştirisi yapan bir gruptur” desek yanlış olmaz. The Wall albümü ve özellikle klibi bu anlamda önemlidir. Tekdüzeleşme, robotlaşma, fordist, dikta eğitimi evde ve okulda otorite gibi kavramlara karşı savaş niteliği taşımaktadır. (6) Pink Floyd’un “The Division Bell” albümünde öyle bir şarkı vardır ki ne zaman dinlesem beni çocukluğumun engin hatıralarında uzun bir gezintiye çıkarırken kendimi gökyüzünde adeta ilahi bir varlık gibi yeryüzünü inceler halde bulurum. Bu şarkıda solo gitarın ağladığını hissedersiniz. Şarkının adı yazımın girişinde de sözlerine yer verdiğim “Higs Hops (Yüksek Umutlar)” dır.

Bu şarkıda, tıpkı benim hissettiğim gibi çocukluk ve ilk gençlik yıllarına duyulan korkunç özlem anlatılır. Şarkıda grubun kuruluşu, başarılı dönemleri ve dağılışı geçmişe atıfta bulunularak sembolik bir dille anlatılır. Hatta klibi de oldukça ilginçtir. The Division Bell albüm kapağının kompozisyonu, albümün temalarından olan “iletişimsizliğe” bir göndermedir. Zaten albüm kapağındaki karşılıklı iki kafa da iletişimle ilgilidir. The Division Bell albümünde yer alan ve son şarkısı olan “High Hopes” genel olarak Pink Floyd’un kuruluşu, gelişimi ve dağılışını konu almaktadır.

Klibin kısaca analizini yapacak olursak; filmde geçen mekânlar grup için özel bir önem taşıyan

Cambridge’de çekilmiştir. Genel olarak köy yaşamı, kalabalığın eziciliğinden kaçış, yalnızlığa özlem gibi anlamlar taşırken kullanılan tüm mekânlar grubun hep üzerinde durduğu sınıfsal ayrılıklara gönderme niteliğindedir. Yine klibin en başında bir adamın uzağa bakmasının anlamı uzaklardakilere duyulan hasret ve yalnızlık acısıdır. Aynı zamanda geçmişi düşünmesiyle paralellik taşır. Klipteki tarlada ve genel olarak klipte sarı ve sepya rengin hâkim olması eskiye/geçmişe dair olduğuna ilişkin anlamlar taşımaktadır. Uçuşan balonlar sönüp giden umutları simgelerken elmalar, yasak elma hikâyesine bir gönderme olmakla birlikte aslında bir hiç uğruna bu çarkın içine (dünyaya) atıldığımızı imgeler.

Klipte geçen dağlarda koşmak, bisiklet ve soytarılar çocukluğa dair izleri taşır. Nehirden akan gitarlar grubun yıllardır ilerlediği ve arka arkaya yaptığı işlere göndermeler taşımaktadır. (7)

Progresif rock, psikodelikrock, dalında eser üreten grubun diskografisi oldukça zengindir. İlk albümleri The Piper at the Gates of Dawn (1967) yılında çıkmıştır. Bu albüm Syd Barrett’ın etkisinin en belirgin olduğu albümdür. Ardından “A Saucerful of Secrets” (1968), “Ummagumma” (1969), deneysel bir canlı ve stüdyo albümü olan “Atom Heart Mother” (1970), “Meddle” (1971) ve benim de hayranlıkla dinlediğim aynı zamanda ilk romanıma ismini verdiğim “The Dark Side of the Moon” (1973) tüm zamanların en çok satan albümlerinden biridir. (8) Temaları insan yaşamının farklı yönleridir. The Dark Side of the Moon albümü ile Billboard listelerinde tüm zamanların en uzun süre zirvede kalan albümü olarak kalmayı başarmıştır.

Grup (1975) yılında Wish You Were Here, (1977)’de Animalsve (1979)’da Bir rock operası olan ve grubun en tanınmış işlerinden biri “The Wall” albümünü çıkarır. ArdındanThe Final Cut(1983), Roger Waters’ın Pink Floyd ile son albümü olan A Momentary Lapse of Reason (1987) David Gilmour liderliğindeki ilk albüm The Division Bell (1994) Pink Floyd’un zirveye ulaştığı albümdür. Division Bell’in kapanış parçası olan High Hopes geçmişe özlemi içeren bir hikâye, müzik yoluyla ancak bu kadar güzel anlatılırken şarkının sonuna doğru David Gilmour’un gitarı ile yaptığı bir solo ile parça yavaşça akıp gider hafızalardan.

Dünya’nın en büyük müzik gruplarından biri olan Pink Floyd’un en yeni albümü ve grubun son albümlerinden biri olan The Endless River (Sonsuz Nehir) (2014) daha çok enstrümantal bir albümdür ve Richard Wright’ın anısına yayımlanmıştır. Bundan sonra başka bir albüme imza atmayacaklarını açıklayan Pink Floyd’un son albümünde Türkçe olarak “Anısına” isimli bir şarkı yer alır. Oryantal havasıyla Türk ezgileri taşıyan ve Türk müzikseverlere güzel bir sürpriz olan bu şarkı 2008 yılında hayata veda eden grubun klavyecisi Richard Wright’a ithaf edilmiştir. Pink Floyd grubu özellikle konserlerinde görsel efektleri ve büyük ölçekli sahne tasarımlarıyla ünlüdür. Şark sözlerinde tema olarak insanlık, toplum eleştirisi, savaş karşıtlığı, yabancılaşma, otorite ve psikolojik sorunları ele almışlardır.

THE WALL / DUVAR ([1])

Baba okyanusların ötesine uçtu
Sadece bir anı bırakarak ardında
Bir fotoğraf aile albümünde
Baba, ardında ne bıraktın bana?
Baba ne bıraktın ardında?
Hepsi hepsi duvarda bir tuğla
Hepsi hepsi duvarda bir tuğlalardı.

Eğitime ihtiyacımız yok.
Düşünce denetimine de.
Sınıflarda aşağılanmak da istemiyoruz.
Öğretmenler, çocukları rahat bırakın.
Hey, öğretmenler, bizleri rahat bırakın.
Hepsi hepsi, duvarda bir tuğla
Hepsi hepsi, duvardaki bir tuğlaydın sen

Çevremde silahlara ihtiyacım yok
Beni yatıştıracak uyuşturuculara da
Gördüm duvardaki yazıyı
Sanma ki hiçbir şeye ihtiyacım yok
Hayır, sanma ki hiçbir şeye ihtiyacım yok
Hepsi hepsi duvardaki tuğlalardı
Hepsi hepsi duvardaki tuğlalardınız


(11) https://www.sevilensarkisozleri.com/pink-floyd-the-wall

1-https://www.paslanmazkalem.com/pink-floyd

2- https://tr.wikipedia.org/wiki/

3- https://open.spotify.com/intl-tr/album/

4 -https://pinkfloydturk.wordpress.com/2016

5-https://tr.wikipedia.org/wiki/Pink_Floyd

6-https://www.rockarchive.com/prints/p/pink-floyd

7-https://eksiseyler.com/pink-floyd

8-https://www.fddb.org/fulldome-shows/

THE WALL / DUVAR (10)

9-https://open.spotify.com/intl-tr/track

10-https://www.sevilensarkisozleri.com/pink-floyd-the-wall