GÜZİN ARAR/SEÇİM

SEÇİM

Gözlerini dolunayın ışığına açtı. Hareket edemiyordu. Pek bir şey hissettiği de söylenemezdi, sadece garip bir boşlukla külçe gibi bir ağırlığı aynı anda duyumsuyordu. Tam tanımlayamadığı bu hisle bir süre Ay’ı izledi. Şu kadarcık ışıkla bile kamaşmıştı gözleri, uzun süredir kapalı kalmış olmalıydılar. Kendini zorlayarak başını biraz kaldırdığında küçük bir teknede olduğunu gördü. “Baş dönmesi sandığım şey denizmiş meğer” diye mırıldandı kendi kendine. Sonsuz bir geçmişten şimdiye fırlatılmış gibi kafası karışık, zihni bulanıktı. Derken, bacaklarında bir ağırlık hissetti.

Hava sakin, deniz durgundu. Tekne belli belirsiz kıpırdanırken doğrulmaya çalıştıysa da yapamadı. Bu defa başını biraz daha kaldırıp bacağının üstündeki ağırlığa baktı. Çıplak bir gövde yüzüstü üzerine kapanmış, hareketsiz yatıyordu. Taş çatlasa yedi sekiz kişi alabilecek teknede tutunup kalkabileceği bir şeyler aradı gözleri. Gövde o kadar yığılmıştı ki üstüne, desteksiz doğrulamayacaktı.

Gücü kalmayıp başı yeniden geriye düştüğünde dolunaya yıldız yağmurunun eşlik ettiğini gördü; ışıl ışıldı gökyüzü. Uzansa, sanki yıldızlar ellerine dökülecekti. İçinde bulunduğu tuhaf durumda dahi bu güzelliği nasıl fark edebildiğine şaşırmadı. Sadece çok mutlu hissetti kendini. Huzurla salınan teknede, küçük dalgaların şıpırtısını dinleyerek bir süre daha ay ışığına daldı. Yavaş yavaş, gece değil ama zihni aydınlanmaya başladığında denizdeki o büyük fırtınayı anımsadı hayal meyal. Fakat nasıl başlamıştı, onu hatırlayamıyordu. Sadece, kendisi gibi yüzlercesinin suyun üzerinde kalmak için çırpındığı sahne canlandı gözünde. Bir de şu an içinde olduğu tekneyi çok uzaktan görüp ona doğru tüm gücüyle yüzdüğü an… Ve işte buradaydı, mucize olmalıydı bu. Yıldızlı gecenin, ay ışığının ve bir de yaşıyor olmanın göksel sevinci sarıverdi içini. Neden sonra, bacağının üzerindeki gövdeyi hatırladı. Elleri ile omzuna dokundu hafifçe. Hiç hareket yoktu. “O da tekneye ulaşabildiğine göre yaşıyor olmalı” diye geçirdi aklından. Bu defa daha güçlü ittirdi omuzlarından. Bunu yapmasıyla bacağında bir ılıklık hissetti, ağzından su gelmişti. “Hey, yaşıyorsun!”

Vücudu çok güçsüz olsa da tüm kuvvetini toplamaya çalışarak gövdeyi omuzlarından hafifçe kaldırıp bacaklarını kurtarmayı başardı. Şimdi doğrulmuş ve baygın haldeki gövdeyi sırt üstü çevirebilmişti. Kulağını göğsüne dayadı. Önce bir şey duyamadı. Biraz daha bastırdı kafasını. “Evvvettt, işte bu!!!” Göğsünün derinlerinden cılız, ritmik olmayan sesler gelmişti. Yan çevirip sırtını sıvazlayarak içindeki suyu boşaltmaya başladı. Ağzından gelen su bitene kadar da sıvazlamaya devam etti. Sonunda, kısa birkaç öksürükle nefesi düzene girse de hâlâ baygındı. Ne yapacağını bilemedi. İçgüdüsel, kollarını gövdeye dolayarak kalan son enerjisiyle onu ısıtmaya çalıştı. O kadar tükenmişti ki kolları sarılı halde uykuya daldı. Bir süre sonra sert bir itişle teknenin diğer tarafına devrilerek uyandığında sarmaladığı gövde canlanmış; şaşkın ve korkmuş gözlerle karşıdan ona bakıyordu.

“Sen de kimsin?”

“Ben seni ısıtmaya çalıştım, baygındın; kalbin de çok güçsüz atıyordu.” “Neredeyiz biz? Ne oldu?”

“Doğrusunu istersen ben de çok fazla bir şey hatırlamıyorum. Uyandığımda sen üstümde yatıyordun ve harika bir gece ve ay ışığı vardı.”

“Gecenin harikalığının sırası mı şimdi? Sana bize n’oldu diye soruyorum.”

“Affedersin, haklısın ama bu güzelliği paylaşmadan geçmek istemedim, sen uyanık değildin. Şey, ben bir fırtına hatırlıyorum denizde patlayan, bir de bu tekneyi gördüğümü ve ona doğru deli gibi yüzdüğümü. Başka da bir şey canlanmıyor zihnimde. Belki sen bana yardımcı olabilirsin hatırlamakta. Ama önce biraz kendine gel istersen.”

“Kendimdeyim zaten ama hatırlayamıyorum ne olduğunu, lanet olsun!” İki eliyle kafasına vurarak takılmış plak gibi söylenmeye başladı; “Hatırla, hatırla!” “Bir şey oldu, kötü bir şey oldu, neydi o, neydi; lanet olsun, lanet olsun!”

Eliyle omzunu kavrayarak hafifçe sıktı. “Şşşş, tamam sakin ol, hatırlayacağız birlikte; zaman ver biraz kendine! Ayrıca, olanları tam burada hatırlamanın bize ne faydası olabilir ki; şu anda teknedeyiz ve hayattayız. Bundan sonra ne yapacağımızı düşünmek daha önemli şimdi. Hem nasıl bu kadar eminsin çok kötü bir şey olduğundan? Kötü olsaydı unutmaz…” Sert bakışlarla karşılaşınca; “Tamam, peki, biraz talihsiz bir şeydi diyelim.” diyerek değiştirdi cümlesini. “Ama bütün bunlardan önce, çıkacak bir kara parçası bulmalıyız.”

Hiç sesini çıkarmadan kafası önünde dinledi, biraz sakinleşmişti. Alnı dizlerinde, bir süre öylece kaldı. Şefkate ihtiyacı olduğunu anlamıştı, yanına oturup sarıldı. Zor bir durumdu, kabul ediyordu ama ikisi birden dertlenmeye başlarsa hiç kurtulma şansları olmayacaktı.

Ertesi sabah, güneşin adeta denizin içinden yükseldiği, ihtişamlı doğuşuyla uyandığında tekne arkadaşı iyice kıvrılmış, uyumaya devam ediyordu. “Dolunay gibi bunu da kaçırdı.” dedi içinden. Çelimsiz bir vücudu olduğunu fark etti. Çelimsiz ve kırılgan… “Sanki ruhu da biraz kırılgan” diye mırıldandı. Onun için kalbi titredi bir an. Sonra aniden vahşi bir açlık hissetti.

Teknede yiyecek bir şey bulma umuduyla çaresizce etrafına bakındı. Görünmüyordu hiçbir şey. Aramaktan vazgeçmek üzereyken bir halatın denize doğru zorlandığını fark edip halatı tuttuğu gibi yukarı çekti. Denize sarkıtılmış bir fileydi. Ağın içinde bir sürü küçük balık, istiridye, yosun birikmişti. Bu düzeneği tekneye kim, nasıl kurmuştu bilmiyordu ama ikisini de açlıktan ölmekten kurtarmıştı. Bu sırada arkadaşı da uyanmış, daha sakin ama hâlâ biraz şaşkın ve umutsuz onu izliyordu.

“İsmin neydi?”

 “Hatırlamıyorum.

“Seninki?”   

“Ben de hatırlamıyorum”

“Ne diyeceğiz birbirimize peki?” “Ufaklık desem sana?”

Belli belirsiz gülümsedi ilk kez. “Yok artık daha neler! Aynı yaşta gibiyiz, nereden ufaklık oluyormuşum.”

“Bilmem, o ilk geceden sonra biraz ağabeyin gibi hissettim kendimi sanırım. O zaman sana Deniz desem? Gözlerin deniz rengi sanki. Benimki ne renk söyleyebilir misin, hatırlamıyorum yüzümü.”

Biraz çekingen başını kaldırıp gözlerine baktı, “Seninkiler koyu toprak rengi gibi”.

“O zaman sen de bana Toprak de. Ha, bu arada, bak ne buldum” diyerek küçük balık filesini havaya kaldırdı. Ateşimiz yok ama en azından açlıktan ölmeyeceğiz, hem sonra güneşte de kurutabiliriz.

Bunu söyler söylemez, sanki yapması gereken çok önemli bir şeyin sırası gelmiş gibi tereddütsüz bir hamleyle ayaklarını tekneden sarkıtıp suyla oynamaya başlamıştı. Sonra ellerini ensesinde kenetleyip yüzünü güneşe çevirerek derin bir nefes çekti ciğerlerine.

Yersiz bir sevinç vardı içinde. Bir melodi mırıldanmaya başladı. Deniz kıvrıldığı köşeden daha da şaşkın izliyordu ama onun bu rahat hâli kendisine de güven vermiyor değildi. Fakat yine de endişelerinden tamamen kurtulamamıştı.

Yaşama doğru yol alıyordu tekne, Toprak bunu hissediyordu veya sadece öyle olmasını istiyordu tüm kalbiyle. Neyi arıyorsan gerçekte oydun aslında. Ya da belki de Toprak’tı yaşamı yanı başına çağıran.

“Şu durumda nasıl şarkı söyleyebiliyorsun, inanamıyorum sana.”

“Niye olmasın? Deniz muhteşem, yani şu sulu olan… Sen de iyisin tabii, alınmak yok. Karnımız tok, güneş ısıtıyor. Böyle bir anda şarkı söylemezsem doğa küser bana. Boşa gider bu güzellik.”

“Çok garip birisin gerçekten. Nedir seni bu kadar mutlu yapan?” Ağız dolusu bir kahkaha attı Toprak.

“Haklısın durumumuz biraz garip. Bilmem, nedeni yok. İçimde olan bir şey, sanki hep oradaydı. Macera gibi düşün bunu. Sonu güzel bitecek, merak etme! Çok yakında bir gemi veya bir kara parçası çıkacak karşımıza, hissediyorum. Birlikte başaracağız.”

Her şeye rağmen bunları duymak Deniz’e çok iyi gelmişti, saklayamadı gülüşünü.

Aniden bastıran yağmurla ikisi de ne kadar susadığını fark etti. Öylesine deli yağıyordu ki tropik bir bölgede olduklarını düşündü Toprak. Deniz ağzını göğe doğru açmış; dudaklarını, boğazını ıslatmaya çalışıyordu. Tam o sırada Toprak, balık ağına takılan büyükçe bir istiridye kabuğunu alarak yağmuru içine doldurdu ve Deniz’e uzattı. Teşekkür yüklü bakışlarını kaçıramadı Deniz bu incelik karşısında ama sormadan da edemedi: “Neden önce sen içmiyorsun?” Toprak muzipçe güldü, “Su da sus da küçüğün; sus ve iç”. “Bak yine aynı konu! Senden küçük olduğumu hiç sanmıyorum. Her şey geri geldiğinde yaşımı da hatırlayacağım elbette”.

Suya doyamadılar, içtikçe içesi gelmişti ikisinin de. Tatlımsı, harika bir suydu ya da içleri öylesine kurumuştu.

Birkaç gün durgun sularda salındıktan sonra hiçbir yöne gidemediklerini fark etmişlerdi. “Bu böyle olmayacak” dedi Toprak. “Bir yöne doğru ilerlememizi sağlayacak kürek gibi bir şey bulmak zorundayız.”

“Nereden bulacağız böyle bir şeyi? Yapılabilecek tek şey bir teknenin veya geminin geçmesini beklemek bence.”

“Nereye kadar beklemek? Gelmezse ne yapacağız? Ben suya dalıp dipte kullanabileceğimiz bir şey var mı diye bakacağım. Her ihtimale karşı şu balık ağının halatını da belime saracağım. Uzun süre çıkmazsam çekersin”. Deniz’in itiraz etmesine fırsat vermeden atladı tekneden.

Deniz halatın başında tedirginlikle beklerken kısa bir süre sonra Poseiodon’un haşmetiyle suyun içinden püskürmüştü Toprak. İki elinde iki kırık tahta parçasıyla mutluluk çığlığı atıyordu. Deniz gözlerine inanamadı. Toprak’ı tekneye çektikten sonra sımsıkı sarıldı ona. Şimdi, tam şu anda aynı yaşama sevincini, aynı şarkıyı duyuyordu içinde.

Gündüzleri sırayla kürek çekip geceleri uyuyorlardı. Tekne o kadar küçük olunca uykuları hep baş başa, kalp kalbe, omuz omuzaydı. Hatta bazı durgun gecelerde nefes seslerinden başka bir şey duyulmuyordu. Tek yürek olmak böyle bir şeydi belki de.

Gün doğumuyla uyanan Toprak yanı başında yatan Deniz’i seyretti bir süre. Kürek çekip balık yemekten vücudu serpilmiş, yapılanmıştı. Onu ilk gördüğü halinden eser yoktu.

Gülümsedi kendi kendine. Birlikte buradan kurtuluşlarını hayal etti. “Ya hiç hatırlayamazsak geçmişi?” “Ne önemi var, kaldığımız yerden devam ederiz; belki de birbirimize omuz vererek, kim bilir?”

Derken bir akşamüstü, aniden bastıran yoğun yağmur ve fırtınanın şahlandırdığı dalgaların boyu büyümüş, suyun içinde çalkalanmaya başlamışlardı. Tüm güçleriyle hem birbirlerine hem de tekneye tutunmaya çalıştılar. Uzun süre dalgalarla mücadele ettikten sonra hava durulup da yağmur dindiğinde Deniz de Toprak da tükenmiş, tekneye sırtüstü serilmişlerdi.

Toprak doğrulup Deniz’e bakmak istedi. Deniz kapanmış sarsılarak ağlıyordu. “Olmayacak, kesinlikle olmayacak; kurtulmanın imkânı yok bu denizden. Kendine söylediğin yalanlara ben de inandım salak gibi”. Toprak bir şey söyleyecek oldu, vazgeçti. Bir süre onu kendi haline bırakmak en iyisiydi. Deniz ağladı ağladı… Sonraki günlerde o gürbüz gövde solmaya başlamıştı. Kürek sırası ona geldiğinde itiraz etmese de ne savurduğu tahta parçasında ne de yüzünde bir coşku kalmış; coşkuyla birlikte umudu da sulara gömülmüştü.

Hiç konuşmadan geçirdikleri suskun bir gecenin sabahında Toprak Deniz’i uyandırmak istedi. Birkaç seslenişe cevap alamayınca omzundan tutup kendine çevirdiğinde onu ilk bulduğu gibi baygın görünüyordu. Endişeyle kulağını göğsüne dayayıp bir süre gezdirdi. Küçük bir ses duyma ümidiyle çırpınıyordu. “Olamaz Tanrım! Hayır beni bırakamazsın, şimdi değil lütfen!” Kendini kaybetmişti Toprak, delice kalp masajı yapıyor, sarsıyor, bağırıyordu. Faydası yoktu, Deniz çoktan kuş olup uçmuştu. Toprak üzerine kapanarak ağladı uzun süre, tam kalbinin üstünde… Şimdi anlıyordu, onun kalbinin sesindeydi yaşam. İçindeki tarifsiz mutluluğun ve bunca zaman hayatta kalma mücadelesinin de nedeniydi meğer. Meğer diğerini hayatta tutma çabasıydı bizi de yaşama bağlayan. Fakat ne yaparsan yap ne kadar çırpınırsan çırpın diğeri için yaşamak da mutluluk gibi aslında kişinin kendi seçimiydi. Ya, o hayata ait hissederdin kendini ya da vazgeçerdin yaşamaktan. Deniz de tercih hakkını gitmekten yana kullanmıştı, belki de kendini ait hissedeceği başka bir yaşama doğru. Bu defa sarsılarak ağlama sırası Toprak’taydı.

Deniz’in üstünde ne kadar kapanıp kalmıştı, bilmiyordu ama maharetli bir el Toprak’ı kavrayıp da çekiştirmeye başladığında kolları hâlâ Deniz’e kenetliydi. “Hayır yapmayın lütfen, Deniz’i bırakamam!” diye haykırdı ya da haykırdığını düşündü yarı uyanık. Sonra birden, daha önce hiç görmediği kadar güçlü bir ışık gözlerini deldi.