AYDIN AKYÜZ/AHMET HAMDİ TANPINAR’IN BATI EDEBİYATÇILARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ

AHMET HAMDİ TANPINAR’IN BATI EDEBİYATÇILARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ

Ahmet Hamdi Tanpınar, entelektüel edebiyatçılarımızdan biridir. Türk edebiyatının tarihini yazacak kadar kapsayıcı bir bilgisi vardır. Tanpınar, okundukça insanı şaşırtan bir münevver olarak Batı edebiyatına ve edebiyatçılarına kitaplarında, makalelerinde, notlarında ve mektuplarında oldukça geniş ver vermiştir. Bu yazımda bunlardan bahsetmek istiyorum.

Tanpınar, genç yaşlarında iken Baudelaire, Mallarmé, Rimbaud, Hugo, Marcel Proust, Valery ve Verlaine gibi– daha çok Fransız- yazar ve şairlerinin etkisindeydi. Felsefede de Bergson’dan etkilendi. Bizden Yahya Kemal ve Ahmet Haşim onun en etkilendiği ve kaynak edindiği şairlerdi. Yazdığı incelemelere bakılırsa Namık Kemal ve Tevfik Fikret’i de takip ettiği görülüyor. Muasırlaşma düşüncesini ilk Tevfik Fikret’te gördüğünü söyler örneğin. Kerkük’te iken okuduğu ilk kitap Namık Kemal’in kitabıydı.

Ahmet Hamdi Tanpınar, babasının memuriyeti nedeniyle birçok şehri görerek büyüdü. Daha on beşine giremeden Musul’da annesini kaybetti. Kerkük’te iken Ahmet Haşim’in şiirleriyle tanıştı. Burada iken Fransızcayı öğrenmeye başladı. Oradan Antalya’ya geçtiler. Kütüphaneden edindiği kitaplar sayesinde Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp gibi isimleri hatmetti. Yahya Kemal’i bu kütüphaneden edindiği mecmualardan tanıdı. Oradan İstanbul’a geçerek Darülfünun’a kaydoldu. Yahya Kemal edebiyat bölümünde hocaydı. Felsefeyi sevdiği halde edebiyat bölümüne geçti. Fransız şiirini hocasından öğrendi. Dile olan tutkusunu ilk hocasından aldı. Yahya Kemal onu Dergâh dergisine davet etti. Bu dergide ilk şiirlerini yayınladı. Burada çocukken şiirlerini okuduğu Ahmet Haşim’le tanıştı. Üniversiteden mezun olunca Erzurum, Konya, Ankara en son da İstanbul’da edebiyat öğretmenliği yaptı. Buradan Güzel Sanatlar’a estetik ve mitoloji hocası olarak atandı. Ne tesadüftür ki buradaki kadro Ahmet Haşim’den boşalmıştı. Onun yerine hoca olarak atanmak da gurur vericiydi.

Tanpınar’ın şiirlerini okuduğum zaman Ahmet Haşim’i veya Yahya Kemal’i okuyor gibiyim. Hakikaten hakkında yazıldığı gibi o geçmişin diliyle ama Batı’nın duyuşuyla kelimeleri işleyerek, düşünerek yazıyordu şiirlerini. Bunu yaparken de hece ölçüsünü kullanıyordu. Onun şiirinde, bakarsanız felsefeyi, sanatı, resmi, müziği; rüyayı, zamanın akışını, maziyi, ölümü, yolculuğu, zekâyı ve mistik duyguları görürsünüz.

Tanpınar’ın, sentezci bir entelektüel olduğunu biliyoruz. Düşünür bir edebiyatçı olarak sık sık kimlik bunalımı yaşamıştır. Gençlik döneminde belki oryantalistlerin de etkisiyle Batı’yı yücelttiğini görüyoruz. Örneğin; orta yaşlarında -siyasi atmosferin de etkisiyle- Divan Edebiyatı’nın müfredattan kaldırılmasını teklif edecek kadar şark eleştirisi getirebilmiştir. Darülfünun’dan mezun olduktan sonra Yahya Kemal’in İkbal Kıraathanesi’nde oluşturduğu edebiyat muhitin- den uzak kalmıştı. Bunun etkisi elbette büyüktü. Ona göre başlangıç olarak Tanzimat baz alınmalıydı. Hasan Ali Yücel’in isteğiyle yazdığı “19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi” eserinde edebiyat tarihimizi Tanzimat’tan başlatmıştı. Çünkü burası Batı’daki türlerde eserler vermeye başladığımız dönemdi. Sonraları Yahya Kemal’in etkisiyle bu düşüncesinden sıyrılıp ruh medeniyetimizi irdeleme üzerine gitmiştir. Geçmişle Batı kültürü arasında sentezci bir tavır takınmıştır. Paris’e gittikten sonra yine Batı düşüncesi ağır basmaya başlamıştır. Hatta günlüklerinden 27 Mayıs Darbesi’ne sevindiği ortaya çıkmıştır. Onun ne tarafta göründüğü anlaşılamamış, özerk kalmayı yeğlediği söylenmiştir. Kendisi de zaten ne sağcılara ne de solculara yaranabildiğini söyler. İki tarafı da cahil olarak görür. Aslında bu dönemler onun parasızlıktan yakındığı ve büyük yazar olarak görülmemesinden dolayı hayal kırıklığı yaşadığı dönemdi. Şurası muhakkaktır ki ara kuşak aydınlarında görülen tipik kimlik buhranı onda da vücut bulmuştu.

“19. Asır Türk Edebiyatı” eserinde Lale Devri’nden başlayarak Türk edebiyatının gelişimini ele almıştır. Eski ve yeninin sentezlenerek, kendi gelişim maceramızı okuyup köyden itibaren halkın seviyesinde plan ve programlar hazırlanarak kültür, medeniyet müzik ve özellikle plastik sanatlarla çıkışın mümkün olabileceği görüşündedir. Çünkü o, bizim Doğu’dan gelen manevi birikimimizin farkındaydı. Batı’yı da sanat ve özellikle mimarimiz için geleceğimizin bir parçası olarak görüyordu. O, güzel sanatlar hocasıydı çünkü. Güzel Sanatlar Bakanlığı kurulmasını tavsiye edecek derecede güzel sanatlara düşkün bir aydındı. Bunun farkında olup tembellik etmemek ve bize özgü bir estetik oluşturmak gerektiğini söylüyordu. Romanlarında bunu rahat- lıkla görebiliyoruz. Bununla birlikte Tanpınar, Türk edebiyatının Fransa tandanslı gelişimini ve Paris hayranlığını genç yaşlarında eleştirirken ellili yaşlarına geldiğinde henüz gezip gördükten sonra düşüncelerini değiştirmiş, geç kalmışlığına hayıflanmıştır. Biraz da bu geç kalmışlığının verdiği açlıkla ve elbette merakla Valery ve Nerval gibi sanatında etkili olan şairleri tanıyabildiği kadar yerinde gezip görerek tanımaya çalışmıştır. Etkilendiği durumları günlüklerine yazmış, izlenimlerini mektuplarıyla dostlarına heyecanla aktarmaya çalışmıştır. Ölümünden sonra yayınlanan eserlerine bakıldığında geç kalmışlığının aslında onun için bir avantaj olduğu görülüyor. Tanpınar, Paris’e gitmeden evvel sanatının zirvesine gelmişti. Paris’e gidince her şeye sanat gözüyle baktı. Sanatını geliştirmeye, bildiklerini araştırmaya ve incelemeye önem verdi. Dolaştığı her yerde üzerinde etkisi olan şair ve yazarları düşündü. Müzik ve resimle ilgilendi. Müzeleri gezdi. Paris’in dünyanın her yerinden gelen aydın ve sanatçıların katkısıyla oluşan kültür sermayesini doya doya tecrübe etti.

Tanpınar, Paris gezisini ayrıntılarıyla notlarında bahsetmiş. Özellikle sevdiği yazarların evlerinden… Mallarme’nin evini bulmak için çok uğraşmış, bulduğunda da içeri almamışlar. Mallarme’nin yaşadığı evin küçük olmasına şaşırıyor. Evin bahçesinden onun baktığı manzaraya bakıyor. Onun geçtiği köprüden geçiyor. Mallarmé bu evde ölmüş. Kızı öldüğünde en iyi dostu Valery’e haber vermiş. Valery ile dostluklarından bahsediyor. Mezarına kadar gitmeyi düşünmüş ama gidememiş.

Hugo, Valery, Verlaine ve Rilke’nin oturduğu evlere yakın bir otelde kalmış Paris’te. Bu evleri ve sokakları gezmiş. Hikâyelerini anlatmış. Vaktiyle Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin de kaldığı yeri görmüş. Heyecanla bahsediyor bundan.

Tanpınar, resme ve tenkidine çok önem veren bir entelektüeldir. Batılı yazarların buraya ilgilerini araştırır ve eleştirilerini okur. Yazılarında resimle ilgilenen birçok yazardan bahsetmiştir. Hugo’nun devrinin en iyi tasarımcılarından biri olduğunu söyler ve modern kitap tasvirini onunla başlatır. Goethe ve Gautier’in resimden çok iyi anladığını, Zola’nın entelektüel düzeyde resim eleştirisi yapabildiğini ve ressamlara yakın yaşadığını, aynı şekilde Mallarmé ve Valery’nin de ressam muhitlerinde yaşadıklarını belirtir. Baudelaire’in iyi bir desinatör ve resim eleştirmeni olduğunu, bu eleştirilerinde de çok cömert olduğunu hatırlatır. Bu yazarların resme olan düşkünlüklerini sanatlarına ve eserlerine yansıtabilmelerinden övgüyle bahseder.

Tanpınar, görüldüğü gibi Fransız şairleri üzerinde bir hayli durmuştur. Devrinin ünlü birçok filozof ve yazarıyla dostluklar kurmuş, bunları yazmayı düşünmüş fakat yayınlayamadan vefat etmiştir.

Tanpınar’ın, şiir sanatından en fazla etkilendiği şair Valery’dir. Eserlerinde bunu sık sık dile getirmiştir. Valery ile rüya gibi bir dil şiirine yöneldiğini belirtir. Tanpınar’ın, 1930’lu yıllarda elinden düşürmediği Valery’nin eserlerinin ve elbette fikirlerinin etkisi ile birlikte edebi anlayışında değişimlere uğradığı anlaşılıyor. Dil meselesinin derslerinde de çok üzerinde durmuş Tanpınar. Öğrencilerinin aldığı notlarda onun bu hassasiyeti görülebiliyor. Dili bir milletin benliği ve özü olarak görüyor. Düşüncenin de bu dil işçiliği ve kelime haznesiyle üretileceğini söylüyor.

Tanpınar, belki de Valery’nin dil işçiliği tezinden fazlasıyla etkilendiği için şiirde pek ilerleme kaydedememişti. 1920’lerde hayatının henüz genç dönemlerindeyken Yahya Kemal ve Ahmet Haşim gibi dev isimlerin birlikte çıkardıkları Dergâh hareketine ilk şiirleriyle katılmıştı. Bu dergide bile çok az şiir yayınlamıştı. Hayattayken kendisinin yayınladığı tek şiir kitabında bile şiirlerinin sayısı kırkı bulmuyordu. Bu konuda aşırı titiz olduğu için şiirleri bitmiyor ve dolayısıyla yayınlayamıyordu. Vefatından sonra İnci Enginün Hanımefendi bütün şiirlerini yayınladığı kitapta yetmiş dört şiirini bulup toplayabilmiş. O kadar şiirine rağmen sadece “Bursa’da Zaman” şiiri  herkes  tarafından  biliniyordu.  Doğrusu Tanpınar da bu duruma çok üzülüyordu. Tanpınar, Valery’nin sanat anlayışını içselleştirmekle kalmamış, eserlerini çevirerek onu anlamaya ve anlatmaya çalışmış, onun yaşadığı şehirleri görmeye gitmiş, mektuplarını okumuş, mezarı başında dertleşmiş, ona ait ne varsa bizzat gezip görerek hayatını tercüme ve tecrübe etmiştir.

Tanpınar, Valery’nin yirmi sene şiirden uzak kalması üzerinde hayli durmuştur. Bunun sebeplerini anlamaya çalışmıştır. Valery’nin, bu kadar süreden sonra eski sanatını inkâr etmemesine şaşırır. Paul Valery’nin şiire ara vermesini Poe etkisine de bağlıyor. Daha geride Mallarme’nin yol açmasıyla lisana doğru bir yönelim olduğunu belirtiyor. Şiirde musiki duyuşunun da Baudelaire’le başladığını söyler. Valery, bu iki deha şaire büyük önem veriyordu. Ona göre şiirde zekâ eleştirisini ilk kez Baudelaire yapmıştı. Şiiri yabancı unsurlardan temizlemişti. Bu iki şairin cazibesine daha Darülfünun’da okurken kapılmıştı Tanpınar. Anadolu’da öğretmenlik yıllarında onların eserlerini gittiği her yere bavulunda taşımıştı.

Valery, şiirde zekâ unsuruna yöneldi. Şiirin ince bir zekâ işçiliğiyle çalışılarak yapılacağını kavradı. Buna da “saf şiir” dedi. Saf şiirin bütün şiir dışı unsurlardan tecrit edilerek kendi saf cevheriyle işlenmesi gerektiğini belirtti. Tanpınar, Valery’nin bu saf şiir düşüncesini Bremond’un saf şiir tarzından ayırır. Çünkü Bremond saf şiire mistik bir ruhla ulaşırken Valery, zekâsının şuur ve idrakiyle ulaşır. Valery’de ilhamın şiirde yeri yoktur. Valery, rüyanın bile uyanık bir bilinçle yazılması gerektiğini belirtir. Tanpınar şiiri, nesirden ayıran tarafın da bu zekâ mahsulü olması ve amacının yalnızca bizzat kendisi olması özelliği olduğunu belirtir. Valery’e göre şiir vezniyle, kafiyesiyle, ahengiyle mükemmel olmalıdır. Kelimeye ve sentaksa önem vermesi, musiki ve ahengi aramasıyla Valery’nin saf şiiri aradığını belirtiyor. Bu yaklaşım sembolizm akımının özellikleridir. Tanpınar kendisi de sembolistti. Tanpınar, saf şiir kavramını ilk defa Valery’nin kullandığını, ışığını ise Poe’dan aldığını söyler. Poe’yu da edebiyat dünyasına tanıtanın Baudelaire olduğunu, yine Mallarmé, Verlaine, Rimbaud gibi büyük şairleri yetiştirenin de Baudelaire olduğunu söyler. Baudelaire’e ayrı bir hayranlığı var Tanpınar’ın. Onun “Şer Çiçekleri”ni cebinde taşırmış. Baudelaire ona musikinin yollarını açar. Batı müziğine ilgisi artar.

Tanpınar, Paris seyahatinde Valery gibi Nerval’in hayatına dair izlerin peşine düşüyor. Onu anlamaya çalışıyor. Nerval de Valery’e ilgi duymuş. Alman ve Yunan filozoflarını okumuş. Avrupa’yı gezip dolaşmış sonra Doğu gezisine çıkmış. Duraklarından biri de İstanbul. Tanpınar, burada Nerval’in duyduğu hikâyeleri ve Karagöz oyunlarını “Beş Şehir”de kısaca bahseder.

Nerval, 19.asır Fransız şairleri gibi rüyanın dilini seslemenin peşinde olan bir şair. Tanpınar, Nerval ile araştırmaları sırasında bir şiiri sayesinde tesadüfen tanışmış. Bu şiir “Fantezi” adlı Nerval’in de yirmili yaşlarının şiiri. Tanpınar, Baudelaire’de bulamayıp Nerval’de bulduğu şiirde musikiyi arama ve başarma anlayışına hayran kalmıştı. Nerval, Mallarmé gibi dil ile musiki arasında yeni bir lisan aramıyordu; o geçmişini, yok oluşunu ve bunlara rağmen var olabilmeyi, ruhunu düştüğü karanlıktan çıkaracak düşünen varlığı arıyordu. Nerval, gerçekle rüya arasında zihnî bir hayat yaşıyordu. Tanpınar, Nerval’in şiirinde onun büyük yıkılışının ışığında karanlıkla aydınlığın çarpışmasını ve bu raddede çıkarabildiği edebi zevki görebiliyordu. Nerval, kendine rağmen, kendi hayatına hapsolmuşken bunu başarabilmişti; fakat bu anda da kendini ölümünün pençesinden yakalayıvermişti. O nedenle Tanpınar onu gecenin ve ölümün şairi olarak niteler. Tanpınar, Nerval’in bir sokak lambasında kendini astığını belirtir.

Nerval, depresif ve bohem hayatı yaşayan bir şair. Efsane ve mitlerle son derece kafayı bozmuş bir adam. Bu nedenle intihar ettiği biliniyor. Onun deli olduğunu söylermiş arkadaşları hep. Tanpınar da bu deli şair diye hitap ediyor yazılarında bazen. İşin ilginç yanı Tanpınar gibi bir adam Nerval’in bir o yana bir bu yana savrulan ve buhranlarla geçen hayatından etkilenmiş olması. Tanpınar, bir dönem mitoloji dersleri veriyordu. Bu nedenle onun Nerval’in mitolojiyle iç içe geçmiş yaşantısından etkilenmesi yadırganamaz. Tanpınar, kendi ümitsizliğini onun ümitsizliğine benzetiyor ve içine düştüğü buhrandan çıkmaya çalışıyor. Bir dönem parasızlık ve onun sebep olduğu çevresindeki herkese borçlanma durumu yüzünden intihar düşüncesi düşüncesini meşgul ettiğini söyleyenler olmuştur. Onun zamanın ne içinde ne dışında kalabildiğini düşünürsek bu çıkmazını anlayabiliyoruz.

Tanpınar, 1947 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Fransız şair Andre Gide hakkında da yazmış. Gide’nin Nobel ödülünü almasına çok sevinir ve ona bu ödülün verilebilmesini Avrupa medeniyetinin hala devam etme göstergesi olarak görür. Savaş sırasında işgal altındaki Paris’te Valery ile merak ettiği şairlerden biridir Andre Gide. Bu iki şair onun için düşünen ve duyan Avrupa’nın kendisi idiler. Tanpınar, Gide’nin diline hayran olduğunu, fikirleri ve inançları yüzünden neredeyse çarmıha gerildiğini belirtir. Bu medeniyette Sokrat’tan beri düşünce kültürünü devam ettirebildiği için bu ödülün ona verildiğini ve büyük bir jest olduğunu söyler.

Hakkında yazdığı bir diğer Fransız şair Jules Romains. Tanpınar, Jules Romains’i şiirlerini sevmediği halde şiiri bütün diğer sanatlardan üstün tutması ve ondan beslenmiş olduğunu her zaman söylemesi, namuskâr edası, titiz belagati ve şiirlerinin insanı hemen kavrama özelliğinin bulunması nedeniyle değerli Fransız şairlerinden biri olarak görüyor. Diğer yandan saf şiir iddialarının okuyucuyu şiirden uzaklaştırdığını ve şekil buhranı yaratıldığını söylemesi nedeniyle Jules Romains’i eleştiriyor; fakat Jules Romains’in “ben şiirin geriye çekilerek terk ettiği kıyılara doğru tekrar yükselmesiyle ancak kurtulabileceğini sanıyorum.” sözünü söylediğini ve bu söze hak verdiğini dile getirmekten de kendisini alamıyor.

Tanpınar’ın hakkında yazdığı bir diğer Fransız, Balzac’tır. Balzac, Tanpınar gibi bir dönem bohem hayatı yaşayan ve yaptığı borçlarla başı belaya girmiş bir isim. Onu kendisine benzettiği kesin. Balzac’ın hayatı ağırlaştırdığını, sanki bir heykeltıraş gibi sanatını yonta yonta yaptığını; fakat yaşadığı dönemi ciddiye aldığı ve gerçek bir realist olarak asrını doğrudan yansıttığı için modern romana çağ atlattığını, romana yeni bir saha açtığını, bu bakımdan Cervantes’e benzediğini düşünür. Fransızca öğrenmeye başladığında ilk okumaya başladığı isimlerden biri olduğunu söyler. Fransızca Tanpınar için son derece önemlidir. Fransızcayı öğrendiğinde edebiyatta Nobel almış bir diğer isim Anatole France’nin bir eserini çevirmişti. Fransızcayı öğrenirken Şemsettin Sami’nin sözlüğünü başucunda taşırmış. Tanpınar; Rilke, Valery, T. S. Eliot gibi şairlerin tanınmasını yazdıkları diller olan Fransızca, İngilizce ve Almancanın diğer milletlerce tanınmasına bağlar. Kendi vatandaşlarının da aydın seviyesinde dillerini bildikleri ve dolayısıyla onların yazdıklarını bütün güzellikleriyle ve lezzetiyle anlayabildiklerini söyler.

Tanpınar, Baudelaire’n Balzac’la dostluğundan bahsettiğini, onun üslubu hakkında ilk sağlam tespitin Baudelaire’den geldiğini, gravür sanatıyla ilişkilendirdiğini ve onun eserlerini devrinin destanı olarak gördüğünü belirtir. Sanat adamı olma neşesini ve hayat mucizesi zevkini ondan aldığını belirtir. Bu konuda onun tıpkı Michelangelo’ya, Rembrandt’a, Shakespeare’e benzediğini belirtir. Ayrıca Balzac’ın resimden ve sanattan çok iyi anladığını, modern romana dâhil edilmesinin zaruri olduğunu düşündüğünü söyler. Eserlerindeki tasvirlerin sanki kitaptan fırlayacakmış gibi gerçek olduğunu belirtir. Eserlerinin gücünü de bu becerisine bağlar. Mesela, bu konuda çok önemli bir tespiti vardır: Bizde roman türünün yazınımıza geç girmesinin ve zor gelişmesinin sebeplerinden biri olarak bu resim sanatının ve plastik sanatların romana girememesini görür. Balzac’ın karşısına rakip olarak deha olarak nitelediği Stendhal’ı çıkarır Ahmet Hamdi Tanpınar, Stendhal’ın insan ruhunu bir sanat eseri gibi yansıttığını, zarif ve lezzetli bir sanat sunduğunu, musikiyi çağrıştırdığını; ancak Balzac’ın ondan daha çok devrini yansıtıp romanda öne çıktığını belirterek karşılaştırmıştır.

Tanpınar hakkında ciltler dolusu yazı yazılabilir. Benim okudukça hayranlığımı artıran edebiyatçılarımızdan biridir Tanpınar. O kendi zamanında değerinin bilinmemesinden dem vurmuştu hep ama zaman onu daha da değerlendirdi. O zamana ne kadar da önem verirdi oysa. Son olarak değinmezsek olmaz: Tanpınar’da zaman konusunda Proust’un ayrı bir etkisi vardır. Proust’u hocası Yahya Kemal’in yönlendirmesiyle keşfeder. Eserlerindeki zaman temasını ele alışı hayatını ve geçmişini zaman kavramının içinde yaşadığını gösterir. Onun romanlarında ve hatta şiirlerinde zaman artık bir üslup olmuştur. Tanpınar’da geçmiş zaman hep caridir. Özellikle geri kalışın nedenlerini kavga etmeden geçmişte arar ama asla inkâr etmez. Oradaki hesabı görmeden dünyaya açık bir Türkiye’nin inşa edilemeyeceğini söyler. Önceliğin medeniyet oluşturmak olduğunu düşünür. Medeniyeti hürriyetten daha elzem görür. Onda medeniyet birikim ve mevcudu muhafazadır.