IŞIN GÜNER TUZCULAR/BAVULLARIN HÜZNÜ

BAVULLARIN HÜZNÜ

Balat’ın taş sokaklarında, terk edilmiş bavullar sessizce beklerdi; her biri bir yolculuğun suskun tanığıydı. Kimsenin sahip çıkmadığı, eskicinin solgun tabelasının altında birbirlerine sokulmuş, her biri ayrı bir ömrün yük gemisi: Bavullar.

Eskici İbrahim, dükkânının önünde dizili bavulların özenle tozunu alırdı. “Yolculukları özlüyorlar, benim gibi,” derdi mahalle sakinlerine. Mahalleliler gülümser geçerdi. İbrahim’in yıllardır seyahate çıktığı, hatta dükkânının önünden ayrıldığı bile görülmemişti. Pek de eski püsküydü bavullar. Hâlâ neden tutuyordu onları?

Kahverengi deri bavulun tokası yalnızca paslanmamıştı; âdeta un ufak olmaya direnen bir eski yara gibiydi. Zamanın çürütücü etkisine rağmen hâlâ sıkı sıkıya kilitliydi. 1973’te Almanya’ya giden Ayşe’nin umutlarını, bir çift el örgüsü yün çorabı, bir avuç memleket toprağını ve oğlunun bebeklik fotoğrafını taşımıştı. Ayşe dönmemişti. Bavul dönmüştü.

Siyah mukavva bavul, yağmurda ıslanmış bir kedi yavrusu gibi büzülmüştü köşede. Üzerindeki çıkartmalar yarı yarıya soyulmuştu. İstanbul-Selanik seferini on altı kez yapmıştı. Her seferinde biraz daha hafiflemişti sahibi; yetmişli yılların mübadele hatıralarıyla. Son yolculuğunda yalnızca bir çift işlemeli terlik, solmuş bir düğün davetiyesi ve postalanmamış bir mektup vardı içinde:

“Sevgilim, ben artık ne Selanik’te Türk’üm ne İstanbul’da Rum. Ben sadece denizin ortasında kaybolmuş bir adamım.”

Mavi bavul, en gölgeli köşede, sanki kendini gizlemek istercesine duruyordu. Suriye’den gelen küçük Leyla’nın tek hazinesini saklamıştı günlerce: Annesinin diktiği bez bebeği. Bebeğin üzerindeki is izleri, bombardımandan kaçarken çıkan yangının son tanıklarıydı. Leyla geceleri bebeğine sarılıp uyurdu, eskicinin dükkânının arkasındaki nemli odada. “Kardeşim geliyor,” diye fısıldardı bebeğine.

İbrahim, küçük kızın bebeğine anlattığı hikâyeleri dinler, bazen kendi hikâyesini de anlatmak isterdi: İstanbul’a adını bile hatırlamadığı bir kasabadan nasıl geldiğini, nasıl karısını ve kızını bir sel felaketinde kaybettiğini…

Arkada duran kırmızı bavul, hepsinin en esrarengiziydi. Elli yıl önce İstanbul’a gelen bir sirk grubuyla gelmişti. Bavulun sahibi, ipte yürüyen bir cambaz kızıydı: Macar Elena. Gecenin en karanlık anında, son gösterisinde ip kopmuştu. Kırmızı bavul sirk çadırında unutulmuştu; içinde Elena’nın son mektubu ve ipi koparan jiletle birlikte. İbrahim’in babası o gece gösterideymiş. Kırmızı bavulu açmaya kimse cesaret edemiyordu. Belki de içindeki acıyı serbest bırakmaktan korkuyorlardı.

Bavullar konuşurdu geceleri. İbrahim duyardı. Kahverengi bavul Almanya’daki fabrikaların gürültüsünü, metal kokusunu anlatırdı. Siyah bavul; Selanik’in deniz esintisini, sokak kedilerinin miyavlamalarını taşırdı içinde. Mavi bavul, Leyla’nın memleketinden türküler mırıldanırdı; ama hepsi yarım kalırdı. Kırmızı bavul ise yalnızca geceleri, ay ışığı dükkâna vurduğunda Elena’nın son dansını fısıldardı diğerlerine.

Yağmurlu bir İstanbul sabahında, bavulların hepsi kayboldu. Eskici İbrahim’in dükkânının önü bomboştu. Sadece Leyla’nın bebeği kalmıştı geride, dükkânın eşiğinde oturmuş, gülümsüyordu. O gece İbrahim uyuyamamıştı. Rüyasında, dört bavulun da aynı anda kapaklarının açıldığını görmüştü. İçlerinden şeffaf gölgeler süzülmüş, İstanbul’un üzerinde asılı duran dolunaya doğru yükselmişlerdi. Sabah olduğunda bavullar yoktu. Belediye zabıtaları da görmemişti, çöpçüler de. Sanki hiç var olmamışlardı.

Leyla günlerce ağladı. İbrahim kızın saçlarını okşar, “Bavullar gitmedi,” derdi. “Görünmez oldular. Hikâyeler gibi, anılar gibi… Gözle göremediğimiz ama hep yanımızda olan şeyler gibi…”

Bir yıl sonra aynı gün, yine yağmurlu bir İstanbul sabahında, İbrahim’in dükkânının önünde belirdiler yeniden. Kahverengi, siyah, mavi ve kırmızı… Ama bu kez, dört bavulun arasında küçük, yeşil bir bavul daha vardı. Leyla koştu, yeşil bavulu açtı. İçinde bir çocuk kazağı ve bir oyuncak araba vardı. Fotoğraftaki çocuk… Leyla’nın kayıp kardeşi miydi? Arkasında bir not: “Berlin, 2. Cadde, 17 numara.”

Gitmek istediler Berlin’e ama sanki Kaf Dağı’ydı orası, büyüdü gözlerinde…

Leyla büyüdü. Şimdi kendi eskici dükkânı var Balat’ta. Duvarda İbrahim’in siyah-beyaz bir fotoğrafı. Vitrin camında beş bavulun soluk bir fotoğrafı: Kahverengi, siyah, mavi, kırmızı ve yeşil. Dükkânın adı: Eski Yolcular.

Balat’ın sokaklarında yürürken bazen rüzgârın sesinde bir bavul tokasının şıkırtısını duyabilirsiniz. Ya da yağmur sonrası kaldırımda, bir bavulun bıraktığı izi görebilirsiniz. Özellikle dolunaylı gecelerde, eskicinin eski dükkânından sızan sirk melodisini duyanlar olur der Leyla, dükkânın müdavimlerine.