BERRİN KUPİK/BENLİ  FATMA

BENLİ  FATMA

Güzel yüzündeki beni ona “Benli Fatma” adını kazandırmıştı. Yaşadığı köyün en güzel kızıydı; alımlı, zarif ve farkında olmadan herkesi kendine hayran bırakan bir duruşu vardı.  Bugün hayatta olsaydı 102 yaşında olacaktı. Ama o, 88 yıllık ömrüne ardında kocaman bir tarih bıraktı. Düşünüyorum da böyle uzun bir ömür, içine kaç hayat sığdırır? Kaç mutluluk, kaç hüzün, kaç imtihan…

Yaşı sorulduğunda, Atatürk’ün ölümünde insanların nasıl ağladığını, çok iyi hatırladığını anlatırdı. Çünkü o günkü hüznü yüreğinde hissetmişti. Geçmişi anlatırken bazen özlem bazen hüzün ve bazen de pişmanlıklarla dolu iç acıtan ses tonu ve yüz ifadesiyle anlatırdı.

Bu ufak tefek kadının, minyon yüzüne hokka gibi burnu pek yakışırdı. Yüzünde tek bir makyaj izi olmaz, saçlarını her zaman örüp arkaya atardı. Edalı edalı yürüdüğünü bilmezdi bile. Ama bir kadın, kendini güzel bilmeden bile güzel olabilir miydi? İşte Benli Fatma, güzelliğini fark etmeden güzel olanlardan biriydi.

Onun cazibesi yalnızca yüzünün duruluğunda değil, duruşundaki asaletindeydi. O, köyün ileri gelen ailelerinden birinin en büyük kızıydı. Üç kız, üç erkek kardeşiyle birlikte sözü geçen, sevilen bir anne babanın kanatları altında, bolluk ve bereket içinde büyüdü. Ama hayat, her zaman bir çocuğun baba ocağında yaşadığı güveni sunmaz insana.

Benli Fatma, her zaman sakin, sabırlı ve yumuşak başlıydı. İçinde fırtınalar kopsa da bunu kimseye belli etmezdi. Kolay kolay itiraz etmez, her şeyi içine atardı. Ama bu sessizlik bir çaresizlikten değildi. Kötülükleri büyütmek yerine iyiliği çoğaltmayı seçerdi. Çünkü o sabrın en asil halini taşırdı. En gergin anlarda bile edebini bozmayan, haksızlıkları Allah’ın adaletine bırakan biriydi.

Sanki bir Polyanna, sanki bir Meryem Ana… Sanki bu dünyaya, tüm kötülüklere ve olumsuzluklara karşı iyilik ve sabır meleği olarak gelmişti.

Herkesin hayatında bir ya da birçok hikâye vardır. Kimisi unutulur gider kimisi ise dilden dile anlatılır, nesilden nesile aktarılır. Benli Fatma’nın Paşaoğlu Kadir’le yaşadığı büyük aşkı her anlatışında gözlerinde aynı heyecanı, aynı duyguyu görmek mümkündü.

Aşklar da tıpkı zaman gibi değişir. Her dönemin kendine özgü sevdaları, imkânsızlıkları ve mücadeleleri vardır. Ama aşk, engellerle büyür, yasaklarla derinleşir. Benli Fatma ve Paşaoğlu Kadir de işte tam böyle bir sevdanın içinde yanmış tutuşmuştu.

Benli Fatma’nın kendi ifadesiyle: “Kaçak köçek görüşmenin yollarını arardık.”  Paşaoğlu Kadir’i büyük bir aşkla sevmesine rağmen, kavuşmaları kolay olmamıştı. Benli Fatma’nın babası, “Şımarık, benim kızıma uygun değil!” diyerek onu vermeye yanaşmamıştı.

Ama aşk bazen tüm engelleri yıkmayı gerektirir.

Kadir için bu durum artık dayanılmaz hale gelmişti. Son bir umutla ailesinin kadınlarını tekrar istemeye göndermişti. Ancak, içeride konuşulanları duymasa da cevabın yine “hayır” olacağını biliyordu. Kalbi, gelecek cevabı bildiği halde hala bir umutla çarpıyordu.

 Ve beklenen haber geldi… Yine “hayır!”

Bu kez Kadir, kendini susturmak yerine, içinde biriken acıyı bıçak gibi keskin bir kararla dışa vurdu. Önceden hazırladığı bıçağı, öfke ve çaresizlikle bacağına sapladı. Bir anda yayılan bu haber, Benli Fatma’ya ulaştığında onun da sabrı tükenmişti. Ailesine karşı gelebileceğini hiç düşünmemişti belki ama artık aşkı için her şeyi göze alacak noktaya gelmişti. Ne olursa olsun, sevdiği adama gitmeye kararlıydı. Ve bir an bile tereddüt etmeden pencereden atladı.

Paşaoğlu Kadir’in yanına sığındığında arkasında kopacak fırtınadan habersizdi. Bu aşk hikâyesinin sert bir bedeli olacaktı. Benli Fatma’nın üç yağız erkek kardeşi ve dayıları, namusun gereğini yerine getirmek için atlarına atladıkları gibi yola koyuldular. Silahlarını kuşanmış, her köşe bucakta onu arıyorlardı. O sırada Kadir’in evinde büyük bir panik hakimdi. Ailesi, korkuyla ne yapacaklarını düşünürken Fatma’yı saklamak için tek bir çareleri vardı: Daracık bir sandığın içi.

Nefes bile almadan, titreyerek bekledi Benli Fatma. Karanlık ve daracık bir sandığın içinde, belki de hayatının en uzun dakikalarını yaşadı. Bir yanda içeride yükselen gergin sesler diğer yanda onu bulmak için hışımla etrafta dolaşan tüfekli adamlar… Kardeşleri ve dayıları, Kadir’in evine dayandıklarında öfkeyle bağırıyor, tehditler savuruyorlardı. Ama hiçbiri, sandığın içinde yüreği deli gibi çarpan genç kızın orada olduğunu bilmiyordu.

O karanlık sandık, yalnızca birkaç dakika değil, bir ömür boyu sürecek bir korkunun başlangıcıydı. O günden sonra Benli Fatma, asla karanlıkta uyuyamadı. Her anlatışında, sanki o anı yeniden yaşıyor gibi gözleri büyür, sesi titrerdi. Belli ki sadece bir kaçış değil, bir travmanın da hikâyesiydi bu. Eski Türk filmleri hep böyle hikâyeleri işler ya… Belki de bu yüzden, çünkü o zamanlar bu hikâyeler sadece birer film sahnesi değil, yaşanmış gerçeklerdi.

Ve nihayet, fırtınalar atlatılmış, vuslata erişilmişti. Paşaoğlu Kadir ve Benli Fatma, küçük ama anlam dolu bir düğünle evlenmişti. Ancak babası adeta kendi kaderine terk etmişti onu: “Kendin ettin, kendin buldun!” dercesine…

Evleneli henüz bir hafta olmuştu. Yeni gelin, her şeyin hep böyle güzel gideceğine inanıyordu. Aksini düşünemeyecek kadar uğruna ailesini karşısına aldığı adamın aşkına teslim olmuştu. Evliliğin büyüsü içinde mutluluğunun sonsuza dek süreceğini sanıyordu.

O gün, anlamlandıramadığı bir tuhaflık hissetmişti sevdiği adamda. Ama bu hissi nereye yoracağını bilemiyordu. Evlerinin karşısında, kendilerinden yaşça büyük dul bir kadın yaşıyordu. Küçük yerlerde herkes birbirini tanırdı. Benli Fatma da tanıyordu bu kadını ama hayallerinin yıkılmasına sebep olacak kişinin o olacağını asla düşünemezdi. Karmakarışık duygular içindeydi. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Şaşkınlık, korku ve acıyla geçen bir sürenin ardından Benli Fatma, yutkunarak birkaç şey söylemeye çalıştı ama gördüğünü ve anladığını dile getiremedi. Ne demek istediğini anlayamayan Kadir, ona öyle ağır bir söz söyledi ki…  Hiçbir kadının duymak istemeyeceği, can yakan bir söz…

Nahif kadınların yürekleri, incelikle dokunmuş duygularla doludur. Ancak bu duygular hoyratça kullanıldığında geriye kırılmış hayaller ve onarılmaz yaralar ve pişmanlıklar kalır.

Benli Fatma, çevresindeki tüm kadınlar gibi kendisine biçilen kaderi sessizce kabullenmişti. Hayatının önceden yazılmış bir senaryosu vardı. Kadın olmanın gereği buydu; fazla fikir beyan etmeden, isyan etmeden, daima fedakâr ve uyumlu olmak.

Yeni gelinin hayalleri yerle bir oldu. İçinde tarifsiz bir hayal kırıklığı, derin bir pişmanlık hissetti. Sevdiği adam bu muydu? Ailesini karşısına aldığı, uğruna pencereden atladığı adam gerçekten bu muydu? Benli Fatma’yı alabilmek için yarışan erkeklerin içinden seçtiği kişi, hayalini kurduğu hayatı böylesine mi yıkacaktı?

Pişmanlık, hayatı boyunca onun içinde bir yara olarak kaldı. Benli Fatma çok yaşlanmış olmasına rağmen, her seferinde bu hikâyeyi aynı duygularla anlatırdı. Kırılgan ruhu, hassas kalbi yıllar içinde daha da yıpranmıştı. Ama hayal kırıklığına rağmen, yıllarca eşinin en büyük destekçisi oldu. Tarım işlerinde, denizde, her türlü zorlukta onun yanında durdu. Altı çocuk büyüttü. Birkaç bebeğini ise düşürdü. Belki de annenin yaşadığı acılar, o bebeklere ağır gelmişti, kim bilir…

Çocuklarından birini yolda doğurdu. Kimsenin olmadığı bir yerde, kayınvalidesi onu yol kenarına yatırdı. Tütün bıçağıyla bebeğin kordonunu kesti. Kanlar içinde, bir eşeğin sırtında eve götürüldü.

Onu dinlerken içim burkulurdu. Onun, sadece sevdiği için, sadece yaşadığı toplumda bunun “normal” kabul edildiği için tüm bu yükleri omuzlamasını haksızlık olarak görürdüm. Sessizce kabullendiği hayatı, bana hep ağır ve adaletsiz gelirdi. Öyle ki bazen keşke başka bir zamanda, başka bir yerde doğmuş olsaydı diye düşünmeden edemezdim.

Ama onun ruhunda bambaşka bir şey gizliydi. O nahif ve sessiz kadının içinde çelikten bir irade, yönetme ve yönlendirme gücü vardı. Güçlüydü, dirençliydi; fakat bunu ne kadar biliyor, ne kadar hissediyordu? Toplumun öğretilmiş duygularıyla yoğrulmuştu. Hem eş hem anne hem çalışan hem de her şeye yetişmesi beklenen bir kadındı. Herkes için her şeye yetmeye çalışırken acaba kendisi için ne kadar var olabiliyordu?

Aslında onun ne kadar akıllı olduğu, daha çocuk yaşlarında bile belliymiş. Özellikle matematikte olağanüstü bir yeteneği varmış. Bir gün ilkokulda, öğretmeninin yaptığı bir hatayı fark etmiş ve cesurca düzeltmiş. Küçücük yaşına rağmen gösterdiği bu dikkat ve zekâ, öğretmenini hem şaşırtmış hem de hayran bırakmış.Benli Fatma, yıllar sonra bile bu anısını hem gurur hem de buruk bir hüzünle anlatırdı. Övünebileceği nadir anılarından biriydi bu. Ama her anlatışında gözlerinde beliren derin keder; içten içe yitip giden bir hayatın, harcanan bir zekânın, kullanılmamış bir potansiyelin sessiz çığlığı gibiydi.

Belki de içinde hep o soruyu taşıyordu: “Acaba başka bir hayat mümkün müydü?”

Ölüm korkusu bana hep onu hatırlatır. İçinde sakladığı, nedenini bilmediğimiz o ölüm endişesini bizler de hissederdik. Oysa hayatı boyunca kalbini incelikle taşıyan, kimseye kötülük düşünmeyen biriydi. İnsanlarla konuşurken nasıl da cilveli, tatlı sohbetler ederdi.  Yaşın hiçbir önemi yoktu, asıl önemli olan insanın yaşadıklarıydı. Çünkü geçen her anın tekrarı yoktu. Ve insan, pişmanlıklarının geçen yıllara hibe olduğunu fark ettiğinde ise içinde tarifsiz bir acı hissediyordu. Bazen içindeki kırgınlık öyle bir taşardı ki içinde saklı pişmanlığı, zamana yenilmiş hayallerini, sessizce kabullendiği kaderini daha iyi anlardık. Söylerken kendine acır, geçmişine özlemle bakar, içinde keşkelerle dolu bir dünyanın kapısını aralardı.

O, gençliğinin ve güzelliğinin nasıl harcandığını anlatırken sesindeki kırılganlık, gözlerindeki sitem her defasında ruhumuza işlerdi. Bize hep aynı cümleyi söylerdi:

  “Güzellikten yüzüme bakılmazdı… Bana Benli Fatma derlerdi.”