İHANETİN VE YALANLARIN TARİHİ
Kültürde geri kalmak bir milleti diğer milletlerin aşağısına itmekle kalmıyor; onların ekseninde ya da deyim yerindeyse onların özentisi, kısır bir topluluğa dönüştürüyor. Devlet olmak için millet, millet olabilmek için de o milletin konuştuğu ve yazıştığı bir dile gereksinim vardır. Kendi dili ile yazamayan topluluklara millet vasfı verilemez. Bir milletin yönetim merkezinde, okulunda ve tapınağında aynı dil konuşulup yazılmadıkça kültürel ve ulusal birliği sağlamak mümkün olmayacaktır. Yönetenlerin ayrı, bilgin ve sanatçıların ayrı, din adamlarının ayrı dil kullandığı bir toplumun ortak kültür etrafında toplanması mümkün değildir. Halkın konuştuğu dil; felsefenin, bilimin, sanatın, inancın ve siyasetin dili olmak zorundadır. Peki, tarihimizde bu dil birliği sağlanabildi mi?
Bu yazımda Türk-İslam tarihi olarak anlatılan Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin çatısı altında Türklerin kendi dil ve kültürlerinden nasıl koparıldığını ve bu kültür kopukluğu yüzünden kimlik bunalımı yaşadıklarını anlatacağım. Bin yıl süren bu dönemde kendi dili, kültürü ve tarihi yerine Arapça ve İslam tarihinin dayatıldığı Türkler; köklerinden, geleneklerinden ve öz inancından ayrıştırılmıştır. Geriye ise tam anlamıyla kafa karışıklığı yaşayan, kendini bulamayan ve tanımlayamayan bir topluluk kalmıştır. Bu yazımda köksüzlerin, inkârcıların ve yalancıların tarihini yazacağım.
Bu savlarımı kanıtlamak için Türk tarihine bakmamız gerekiyor. Bilindiği üzere Türkler tarihi Türkistan coğrafyasında çevresindeki uluslara göre daha geç yerleşik hayata geçebilmiştir. Fakat bu durum Göktürk İlhanlığı zamanından beri Türk devletlerinin gündeminde olmuştur. Zira yağmacılığa ve hayvancılığa dayalı ekonomik yapılanma ile başta Çin Devleti olmak üzere diğer milletlerle mücadele etmek pek mümkün görünmüyordu. Hem bu ekonomik yapı Türklerin göçebeliğini körüklüyordu. Tarıma ve ticarete dayalı toplumsal hayata katılmadıkça çevre uluslarla kültürel ve siyasi mücadeleyi sürdürmek zorlaşıyordu. Orhun yazıtlarında Bilge Kağan, Ötüken’i yurt tutup diğer devletlerle ticaret yapmayı öğütlüyor. Aksi halde Çin’in politikalarına Türklerin dayanamayacağını ve yok olacağını söylüyordu. Zira Çin, çeşitli Türk boylarını Çin’e yakın bölgelerde yerleşik hayata teşvik ediyor, sonunda göçebe Türklerle ayrışan bu grupları asimile ediyordu. Orhun Yazıtları’nda Bilge Kağan bu durumu şu şekilde anlatıyor:
“Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına kadar barındırmaz imiş.”
Türkler askeri zaferleriyle çokça övünürler ancak kültür, sanat ve felsefe alanlarında yeteri kadar çaba sarf etmemişler ve gelişememişlerdir. Türk tarihinde bunu dile getiren ve eleştiren liderlerden biri Göktürk kağanı Bilge Kağan’dır. O, Orhun Yazıtları’nda Türklerin birbiriyle olan kavgalarını, başına buyruk hareket etmelerini, düşünmediklerini eleştirmiş, dönemin veziri Tonyukuk ile yerleşik yaşama geçme fikrini tartışmış; tıpkı Çinliler gibi şehirler kurmayı, millet olabilmek için üretmek ve ticaret yapmak, öz diline ve kültürüne sahip çıkmak gerektiğini dile getirmişti. Bilge Kağan’ın düşünceleri Tonyukuk tarafından reddedilmiş ve yerleşik hayatın Türkleri güçsüzleştireceği savunulmuştu. Oysa Bilge Kağan’ın dediği gibi millet olma bilincinden uzak, başına buyruk hareket eden Türkler göçtükleri yerlerde asimile olmuşlardır. MS. 375 yılında başlayan “Kavimler Göçü” bunun en büyük kanıtıdır. Nitekim büyük topluluklar halinde göçen Türkler ilk etapta devletler kursalar da daha sonra çevrelerindeki yerleşik unsurların dil ve kültür dairelerine girip öz benliklerini yitirmişlerdir. Aslında MS. 552 yılında kurulan Göktürk İlhanlığı bu durumun farkındadır ve dağılmakta olan Türkleri bir arada tutmanın ve diğer milletlerle boy ölçüşebilecek bir duruma getirmenin çarelerini düşünüyordu. Bunun çaresi olarak ise “yerleşik hayat” ilk yapılması gerekenler arasında yer alıyordu. Daha sonra ise dil, kültür, sanat ve bilim alanlarında çevre uluslarla yarışmak gerekiyordu.
Tarih, Tonyukuk’u haksız çıkardı ve Göktürk İlhanlığı zamanında yerleşik hayata geçme çabası ve bilinci onların ardından kurulan Uygur İlhanlığı döneminde gerçekleştirilebildi. Mücadeleyi savaş arenasından üretim, ticaret ve kültür sahasına taşıdılar. Uygurlar dönemine bakıldığında köyler ve şehirler kurulduğunu, mimari pek çok eser verildiğini kalıntılardan rahatlıkla anlayabiliriz. Aslında bizim uygarlık tarihimiz de burada başlar. Çünkü Türk yazılı edebiyatı bu dönemde oluşturulmaya başlanmıştır. “Uygar” sözcüğü de buradan gelmektedir. Budist inancını seçen Uygurlar, özellikle Tibetçe’den dini kitapları Türkçeye çevirmişler, bunun yanı sıra edebi anlamda şiir ve hikâyeler yazmışlardır. Yerleşik hayatın geleneklerini ve Budist inancının öğretilerini Türk kültür ve anlayışı içerisinde kaynaştırarak milli bir kimlik oluşturma çabasıdır bu. Bir millet olarak diğer milletlere karşı var olabilme kavgası veren Türkler kendi dilini yazı ve edebiyat dili haline getirmek için gayret sarf etmişlerdir.
Çin’in Türkler tarafından istilası Türk tarihinde sıkça anlatılır fakat Uygurların Türkçeyi yazı ve edebiyat dili haline getirmesi çokça anlatılmaz. Aslında Çin’e karşı kazanılan en büyük zafer budur. Aynı zamanda resimler, heykeller ve tapınakların da yapıldığı bu dönem Türkler açısından temel oluşturur. Gök kubbeli mimari eserlerden, minyatür resimlere, şiirden hikâye anlatıcılığına kadar köklerimiz bu döneme gitmektedir. Uygurlardan kalma yazma eserler büyük bir külliyat oluşturmasına rağmen gereken ilgi hiçbir zaman gösterilmemiştir. Bugün dahi tamamı çevrilmemiş, araştırma yapılmamış, adeta başka bir milletin tarihi muamelesi görmüştür. 8 ve 9. yy.da Göktürk ve Uygurlar döneminde millet olma kavgası dil ve kültür bağlamında devam ederken 7. yy.ın ikinci yarısından itibaren Arap istilacılar Türkistan coğrafyasını talana başlamışlardı. Emevi Hilafeti’nin asıl amacı ticaret yollarının kavşak noktası olan Türkistan’ı ele geçirmekti. Anlatıldığı üzere İslam’ı yaymak gibi bir niyetleri yoktu. Zira Emeviler, İslam’ın bir Arap dini olduğunu ve Arap olmayanların Müslüman olamayacaklarını fetvalarla tasdiklemişlerdi. Arap olmayanların ancak Müslüman Araplara hizmetkâr olabileceklerini söylüyor ve onlara “mevali” yani yönettiklerimiz, egemenliğimizin altında olanlar diye bakıyorlardı. Bu zihniyet aslında bugünlerde ziyadesiyle aşikâr olan Yahudi anlayışıdır. Sözüm ona seçilmiş millet olan İbranilerin dışında kalanlar Yahudi inancına giremezler ancak “Yahudilere tabi olanlar Yehova tarafından kurtarılacaktır.” gibi sapık bir görüş vardır. Emevi anlayışı da bu zihniyetin Arap versiyonundan başka bir şey değildir. Türkistan’da yapılan katliamların Türklerin Müslümanlaşmasına neden olduğunu söyleyebilecek kadar alçalmış insanlar, Emevilerin Türkleri köle olarak pazarlarda satmasından da rahatsızlık duymamaktadır.
Abbasi Hilafeti zamanında değişim yaşandığı yönündeki görüş oldukça eksiktir. Abbasiler günümüz Irak topraklarında kurulan bir devlet olarak Arap olmayan nüfusla işgali altındaki İran coğrafyasında karışmışlardı. Arap olmayanların Müslüman olamayacağı görüşü, Müslüman ancak Arap gibi yaşarsa Müslüman olabilir görüşüne evrilmiştir. Bu durum kendi kültür ve dilinden tamamen soyutlanmayı ve İslam adına Arap kültür dairesine girmeyi gerektiriyordu. Abbasi Hilafeti döneminde İslam kural ve kaidelerini Perslerin gayretleriyle (İslam tarihi ve hadis kitaplarının tamamı İranlılar tarafından yazılmıştır) tamamlayan Arap devleti, Arap olmayanları Araplaştırarak İslam içine alıyorlardı. Bundan ilk nasiplenenler İranlılar olmuştur. Fakat Pers milleti Araplar karşısında öz benliklerini korumanın gayreti içerisinde 9. yy.da Firdevsi’nin Farsça yazdığı “Şehname” ile büyük ölçüde tarih ve edebiyatlarını kurtardılar. Tüm bunlar gösteriyor ki bir çeşit Arap-Pers kültürü, Arap ve İslam hegemonyası altında oluşmuştu. Burada etkili olan Arapların kültür konusunda İran’dan geri olmasıdır. Farsçaya ve Pers kültürüne direnemediler ancak Persler de büyük ölçüde Arap kültür dairesine girmişlerdir. Medreselerde Arapça öğretilmesi zorunlu hale getirilirken Farsça ise daha çok edebiyat dili olarak öğretiliyordu. Dini kaynakların tamamı Arapçaydı ve halk Arapça anlamıyordu. Nitekim Araplar, İslam’ın dilinin Arapça olduğunu ve ibadetin Arapça yapılması zorunluluğunu kaide olarak görüyorlardı. Bugün dahi bu durum geçerliliğini korumaktadır.
Türkler ise Orta Asya’da batıdan İslam adına yapılan saldırılar ve doğuda Çin saldırganlığı arasında sıkışmışlardı. Üç ana koldan -Kıpçak, Oğuz, Karluk- yayılan Türkler bu sıkışmışlığın arefesinde bölündüler. Kıpçaklar, kuzeybatıdan Hazar Denizi’nin kuzeyinden Doğu Avrupa ve Balkanlar’a göç ederken Oğuzlar ise güneybatıdan İran ve Anadolu coğrafyasına göçtüler. Oğuzların İslam kültürü ile buluştuğu bu coğrafyada kurulan Büyük Selçuklu devleti döneminde tek bir Türkçe kitap yazılmamıştır. Bu dönemde Türklere dayatılan Arap-Pers karışımı İslami kültür, Göktürkler’den beri süregelen Türkçe yazı ve Türk kültürünü kurma çabalarını adeta bıçak gibi kesmiştir. Göktürk ve Uygur İlhanlıkları Türkçe yazmanın önemini kavramışlardı. Bu, Uygurlardan sonra Arap istilaları sırasında kurulan Karahanlı Devleti zamanında da özenle uygulanan bir politika olmuştu. Kaşgarlı Mahmut’un yazdığı “Divan-ı Lügat’it Türk” adlı sözlük çalışmasında bu politik duruş kendini gösterir; zira Araplara Türkçe öğretmek amacıyla yazılmıştır. Yusuf Has Hacip, Edip Ahmet Yükneki de kitaplarını Türkçe yazmışlardır. Nasıl İranlılar kendi mitolojik tarihlerini anlatan “Şehname”yi övünçle okuyorsa Uygurlar da Oğuz Kağan Destanı’nı yazmışlardı. Yani Göktürklerin zamanında Bilge Kağan’ın kazandırdığı bilinç, Uygurlar ve Karahanlı Devleti dönemlerine kadar etkili olmuştur. Fakat Uygur ve öncesine ait bu kültürün üstüne bir perde çekildiğini görüyoruz; zira bu yazma eserler sandıklara saklanıp yeraltına gömülmüşler ve ancak Batılı araştırmacılar tarafından bulunabilmiştir. Bunun nedeni Müslümanların Budist tapınaklarını yıkması ve onlardan kalan eserleri ise yakmalarıdır. Türk tarihinin en büyük kesintilerinden biri yaşanıyordu. Eski kültür ve inançla bağlarını koparan Türkler tekrar var olma savaşı vermeye başladılar.
Selçuklu döneminde Türkler, Arapça ve Farsça yazmaya zorlanıyordu. Eski kültür ve inançlarını yansıtmaları ise zındıklık olarak görülüyordu. Türkçe ise ötelenmenin ötesinde yok sayılmıştır. Bu dönemden Türkçe bir tane dahi kitabın elimize ulaşmaması bu durumun en büyük kanıtıdır. Yunus Emrelerin yetiştiği ve Türkçenin en güzel örneklerinin verildiği dönem nasıl yaşandı diye sorulacak olursa; Müslümanlardan kaçan Uygurların Moğollara sığınması ve eski Türk devlet kültür ve birikimini onlara aktarması sonucunda kurulan Moğol-Türk İlhanlıklarının Selçuklu’dan sonra kurulan Harzemşah ve Selçuk-i Rumi gibi Arap-Pers kültürünü yaşayan devletleri yıkmasıyla oluşan ortamda mümkün olmuştur. Bu dönem Türk tarihinde “Beylikler Dönemi” olarak anlatılır.
Yunus Emre, Hoca Bektaş, Sarı Saltuk, Tapduk Emrelerin (…) yetiştiği Beylikler Dönemi’nde Türkçe tüm güzelliğiyle boy göstermiştir. Bu dönem aynı zamanda daha sonraki Türk halk edebiyatına temel oluşturmuş, Farsça ve Arapça değil Türkçe de yazılabileceği kanıtlanmıştır.
Eğer Cengiz Han’ın kurduğu devlet olmasa ve Moğol-Türk akıncıları İran ve Arap coğrafyasına saldırmasaydılar bugün Türkçe diye bir dilin varlığı söz konusu dahi olamayacaktı. Türkler bu özgürlük ortamında her alanda örgütlenip kültür ve dillerini Anadolu coğrafyasında yaşatma çabası gütmüşlerdir. Gaziyan-ı Rum (Anadolu Alpleri Örgütü) Bacıyan-ı Rum (Anadolu Kadınlar Örgütü) Ahiyan-ı Rum (Anadolu Tüccarlar Örgütü) Abdalan-ı Rum (Anadolu Erenleri Örgütü). Bu örgütsel yapılarda Türklere dayatılan Arap-Pers kültürü reddediliyor, yerine Türklerin bugün dahi kültür, inanç ve edebiyatında etkili olan Türk eski inanç ve geleneklerinin yer aldığı, Türkçe yazılan ve konuşulan bir kültür halkın arasında yayılıyordu. Ahi Evren, Yunus Emre ve Hoca Bektaş bu örgütlenmelerin en önde gelen temsilcileridir.
Bu güzel dönem ancak yüzyıl sürebildi. Osmanlı devleti zamanında ise bu yapılanma ve örgütlenmeler yüzyıllar içinde çökertildi ve Arap-Pers kültürüne geri dönüldü. Halk kendini var eden bu önderleri şiir, destan ve hikâyelerinde günümüze kadar yaşattılar. 14. yy.da Azerbaycanlı şair Nesimi Türkçe yazdığı için kabul görmüyor ve dışlanıyordu. O da dillere destan olan şiirini yazdı. “Har içinde biten güle minnet eylemem/ Arabi, Farisi bilmem dile minnet eylemem.” Zındık (Budist demektir) olduğu gerekçesiyle diri diri derisi yüzülerek katledilen Nesimi’nin öncüllerinden Yunus Emre’nin şiirleri ise 16. yy.da zamanın şeyhülislamı Ebussuud Efendi tarafından yasaklanmıştır. Bahane ise yine zındıklıktır. Yine 16. yy.da yazılan Türkçenin öz biçimiyle yazılmış ve Türk edebiyatının mihenk taşı olan “Dede Korkut Hikayeleri” Osmanlının gündemine hiç gelmemiştir. Dressden ve Vatikan’dan nüshaları 20. yy.da getirilmiştir. Oysa İran’ın Şehnamesi Osmanlı’da her zaman okutulmuştur. Yazımızın başlarında değindiğimiz 12. yy.da yazılan Divan-ı Lügat’it Türk’ten sonra Türkçe lügat çalışması yapılmamıştır. Medreselerde Arapça ve Farsça öğretilmiş, uydurulan bir Osmanlı lisanı ile kökleri İran edebiyatına dayanan divan şiirinin dışında bir edebiyat oluşturulamamıştır. Divan şiirinde İran’ın Mecusi şahları (Cemşid, Keyhüsrev, Keykavus…) övülürken Uygurların yazdığı Oğuz Kağan Destanı’ndan kimse bahsetmemiş, Türk tarihi ve kahramanları hiç anılmamıştır. Karamanoğlu Mehmed Bey, Konya’yı fethettiğinde saraydaki devlet görevlileri ile Türkçe konuşamamıştır; çünkü Rum Selçuklu’sundan kalan bu saray görevlilerinin hiçbiri Türkçe bilmemektedir. Farsça konuşan bu devlet adamları Arapçayı da anadilleri gibi biliyordu. Anadolu’nun ortasındaki bu şehirde, sözüm ona Türk devleti diye anlatılan bu devletin sarayında Türkçe konuşan bir kişi olmayınca Karamanoğlu Mehmet Bey, ünlü buyruğu ile Türkçe dışındaki dilleri yasaklamıştı. Bu, aslında bin yıl boyunca yaşanılanların özeti durumundadır. Bugün buyruğun ilan edilişini “Dil Bayramı” olarak kutlamaktayız. Hem Büyük Selçuklu hem Selçuk-i Rumi hem de Osmanlı zamanında yazılan Farsça divanlar ve Arapça kitaplar, Türkçe yazılanlarla kıyaslandığında Farsça ve Arapça lehine önemli bir fark oluşur. Türkçe; edebiyat, bilim ve felsefe sahasından dışlanırken sadece halkın konuştuğu bir dil durumuna düşürülmüştür. İslami kültür dayatması sonucu kendi tarihine yüz çevirmiş köksüz insanların Osmanlıca dedikleri dil ise nihayetinde Arapçanın İstanbul diyalektine dönüşmüştür. Osmanlıca lügat olan “Lügat-i Naci” de Arapça ve Farsça kelimelere yer verilirken Türkçe kelimelere yer verilmemiştir. İki ayrı dilin toplam sözcük sayısı tüm tarihi dönemleriyle birlikte alındığında 250 bin gibi bir sayıya ulaşılır. Fakat Arapça ve Farsçayı birleştirerek yapay bir dil oluşturma çabası işe yaramamış, hiçbir zaman halk arasında konuşulan bir dil olmamıştır. İçerisinde Türkçe sözcük barındırmayan Osmanlıca metinleri Türkçe olarak adlandıran ve bu dili anlayamadıkları için Türklere cahil muamelesi yapanlar aslında öz Türkçenin varlığından sonsuz rahatsızlık duymaktadırlar. Bu durumu nasıl anlatmaya çalışırsa çalışsınlar tam anlamıyla kendi soyunu ve tarihini inkâr eden ve yerine Arap ve Perslerin dil, inanç ve kültürünü zorla kabul ettirmeye çalışan; bu esnada Türklerin tarih, dil ve inançlarını şiddetle bastıran kimliksizleşmiş, milliyetsizleşmiş bir güruhun varlığı hala devam etmektedir. Türklerin varlığını Müslüman olmalarına bağlayan, Türkçenin son derece güçsüz ve kısır bir dil olduğu için Arapça ve Farsçaya gereksinim duyulduğunu söyleyenler aslında bu milliyetsizleşmiş güruhun günümüzdeki temsilcileridir. İslami kültür adı altında içinde bulundukları kültürü dinen kutsallaştıran ve tabulaştıran Türk kültür ögelerini ise yadırgayan kendi kimliğine yabancılaşmış bir toplumun zihniyeti söz konusudur. Yüzlerce yıl okullarda okutulmayan, yasaklanan ve kökleri unutturulan Türkçenin gramer kitabının ve Türk tarihinin yazılması ise Atatürk’ün bu köksüz zihniyeti ve kültürü ortadan kaldırıp Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nu kurması ile mümkün olmuştur.