NAZAN ARISOY/BİR ŞAİRİN KALBİNDE KADIN OLMAK

R ŞAİRİN KALBİNDE KADIN OLMAK

‘NÂZIM’IN KADINLARI’

Şiirin Gölgesinde Aşk

Aşk, sadece neşe, öfke heyecan gibi bir duygudur ama insan daima onu kutsallaştırmayı seçer. Kutsallaştırmakla kalmaz, sonsuz olmasını bekler. Kendince anlamlar yükler ve tanımlar oluşturur. Bu yüzden aşk daima sanatın, edebiyatın süslü ve büyülü dünyasının ana güç kaynağıdır. Aşkın her hâli yansır eserlere. Öyle bir kaynaktır ki, her duruma yakışan ezgi ve dizeyi bulmak mümkündür.

Bazen bir şiirin ilk dizesi olur, bazen de yarım kalmış bir mektubun son cümlesi… Nâzım Hikmet’in hayatında ise aşk, ne zaman sorsan yer değiştiren, çok sesli bir sürgün gibidir. Ne bir kadına tam tutunabilmiştir, ne de bir kadından tamamen vazgeçebilmiştir.

Kadınlarının sevgisini içinde dönüştürebilen biridir. ‘Karıcığım’ kelimesi ile başlayan cümleleri, “Kızıl saçlı bacım benim, anam, kız kardeşim, can yoldaşım benim” hâline dönüşebilir. Hem şiirlerinde, hem de yaşamına dokunan kadınlarına yazdığı mektuplarında bu dönüşümün ispatını bulabilirsiniz. O hep yoldadır… Ufku görünmeyen deniz kıyısında paçalarını sıyırıp, yalnızca bileklerine kadar girer suya. Derinler ona kalmalıdır, sığlıkta yaşatır aşkı ama unutulmaz kılandır. Bir kentin ışıklı sokakları, tıngırtısıyla dinlendiği bir tren, bir opera sahnesi ya da bir zindanda geceye bakarken yazdığı dizelerde sürer aşk yolculuğu.

Türk edebiyatının en güçlü seslerinden biri olan Nâzım Hikmet’in aşkları, yalnızca kişisel tarihinin bir parçası değil; aynı zamanda onun şiirsel üretiminin ve ruhsal salınımlarının da temel yapı taşlarıdır. Onun kadınlarla kurduğu ilişkiler, aşkı hem bir ilham hem de bir çöküş olarak yaşadığını gösterir. Bu yazı, Nâzım’ın hayatından geçmiş kadınlarla kurduğu ilişkilerin izini sürerken, onun aşkla kurduğu karmaşık dansın da şifresini arıyor. Bunu yaparken elimizdeki pusula psikoloji çünkü bazı sevdalar, sadece kalple değil, zihinle de okunur.

Freudyen çerçevede değerlendirildiğinde, Nâzım’ın ‘id’i son derece baskındır; arzularıyla hareket eden, anlık hazlara kapılan, aşkı hem estetik hem bedensel bir alan olarak yaşayan bir karakterdir. Jungyen anlamda ise ‘aşık’, ‘göçebe’ ve ‘gölge’ arketipleri arasında salınan bir figürdür. Kadını ilahlaştıran ama onunla yaşamaya gelince zorlanan bir şair… Aşka ihtiyaç duyar ama aynı zamanda onunla boğulur.

Nüzhet’e kadar toy çırpınışlar… Sonra sahip olmak için köklenme arzusu ve ilk evlilik macerası… Davasına olan aşkı Nüzhet’in aşkını bastırınca terk edildi Nâzım. Bu ilk terk edilişi ve ilk büyük hayal kırıklığı. ‘Hanımeli’ ve ‘Gövdemdeki Kurt’ şiirlerini yazdırdı bu yıkık aşk ona.

Piraye… ‘Sadakatle tükenmek’ modelinde yaşadı onunla aşkı. Piraye, ‘anne-bakıcı’ arketipini taşıyan; sabırlı, sadık ama en sonunda kendini koruyan bir figürdür Nâzım’ın hayatında. Kadının kendi sınırlarını keşfettiği bir psikolojik dönüşüm süreciydi. Erikson’un ‘yakınlık vs. yalıtım’ evresinde, önce yakınlıkla örülü bir evlilik yaşanmış, zamanla mektuplarla sürdürülen bir mesafeye dönüşmüştü cezaevi günleri. Sonra, Piraye ölümüne kadar sürgün kaldı Nâzım’ın yüreğinde, onun umurunda olmadan. Nâzım, demir parmaklıkların arasından ruhunu dışarı taşıran bir adam… Özgürce uçtu kalpten kalbe. Birkaç aşk sığdırdı cezaevi günlerinin içine.

Nâzım’ın sadakatsizlikleri karşısında ‘susarak ayrılan’ Piraye, aşkın içinde kaybolmadan da sevmenin, veda etmenin yollarını buldu. Terk edilmek değil, kendi merkezine geri dönmekti vazgeçişi. Bedenini uzaklaştırıp, kalbini esir etti Nâzım’a…

Sabırla sevmek nasıl olur sorusunun cevabıdır Piraye. İnsan sevdiğinden incinir… Piraye topladı gönlünün kırıklarını, sustu ve gitti kendi yaşam yoluna. Piraye gittiğinde, çıkardığı sesiyle değil, çıkarmadığı sesiyle öğretti bize aşkın şerefli bir yarım kalmışlığını ve Nâzım’ın en büyük pişmanlığı oldu Piraye…

Münevver… Kırık bir kadın kalbini temel yaptı kendi köhne aşkının sarayının altına. Piraye enkazından çıkartabileceğine inandığı mutlu bir yaşam umdu. Nâzım heyecanla sarıldı bu yeni aşk bedenine. Taze duyguları severdi Nâzım. Münevver, ardında kocasını ve kendine biçilen kimlikleri bırakıp, geldi Nâzım’ın cezaevindeki kucağına ama Nâzım uçup gidince cezaevi avlusundan, kucağında bebeği ile bakakaldı arkasından. Nâzım kendi yaşamını özgürleştirmek için Münevver’i de, oğlunu da bırakıp gitti onların hayatından. Pişmanlıklar, özlem ve başarısızlıkla sonuçlanan üçüncü evliliğin yükü ile yoruldu kalbi Moskova’da…

Galina kalbini onardı hem doktorluğu, hem anne şefkatinin sıcağı ile; kadın olmak istedi Nâzım’a. Uzaktan izledi Nâzım’ın kadın tanımına uygun bulduğuyla aşkını… Fotoğraflarını videolarını çekti Vera aşkıyla mutlu yaşayan Nâzım’ın. Galina da, Piraye gibi bacısı, anası oldu bir zaman sonra…

Vera Tulyakova… Kendi merkezinde kalmayı başarırken kutsallaştırdı Nâzım’ı. Dönüşmedi, değişmedi Nâzım’ın aklında. O hep dişi ve sevilmeye değer bir kadın… Neşe ve daha fazlası…

Vera… Vera’nın onu yargılamadan, yönlendirmeden ama kendiliğinden var olması, Nâzım’ın içindeki gürültüyü yatıştıran bir ezgi gibiydi.

Vera, Jung’un ‘bilge kadın’ ve ‘anne’ arketiplerini taşıyan; Erikson’un ‘yakınlık ve bütünleşme’ evresini sağlıklı atlatmış, dengeli bir kadın figürüydü. Nâzım’ın fırtınalı aşk hayatının son limanı olan Vera, onun tutarsızlıklarına tahammül etmekle kalmadı, duygusal yükünü de gönüllü taşıdı daima. Kendinden vazgeçmeden uyumlanmanın mümkün olduğunu gösterdi Nâzım’a. Sınırları olan bir ilişkinin sevgiyle mümkün olabileceğini anlattı. Nâzım’ı ilk kez telaş etmeyen bir sevgide durduran, onun duygularına eğilmeden de eşlik eden bir figürdü.

Celile… Nâzım’ın dünyadaki ilk kadını. Anne Celile… Freud’a göre bir erkeğin ilk aşkı annesidir ama bu aşk bazen bir hayranlık, bazen bir kırgınlık, bazen de hiç dinmeyen bir açlıkla kalır. Nâzım Hikmet için Celile Hanım, yalnızca bir anne değil; erişilmesi zor, estetikle örülü, bağımsız ve gizemli bir kadındı. Ressamlığı, zarafeti, Fransızca konuşması, piyano çalması… Hepsi Nâzım’ın kadınlara dair iç imgelerinde belirleyici oldu.

Bir yandan da, bu ulaşılmazlık onda derin bir terk edilme hissi yarattı. Çocukken çok sevdiği annesinin, Yahya Kemal’le olan duygusal yakınlığıyla yüzleşmesi, içindeki ilk ‘aşk-kıskançlık-öfke’ üçgenini tetikledi. Nâzım’ın yaşadığı öfke ve hayal kırıklığı, ileriki aşklarında kadınlara karşı duyduğu ikircikli tutumun temelidir: ‘Yüceltme’ ve ‘tüketme’ arasında salınan bir aşk modeli. Onu hayranlıkla izlerken, başkasına duyduğu ilgiyi görmek… Bu sahne, Nâzım’ın hayatı boyunca tekrar eden bir modelin ilk provasıydı.

Celile Hanım, Nâzım’ın hem ilhamı, hem travması oldu. Sanatçı kimliğiyle oğlunun estetik duyarlığını şekillendiren bu kadın, aynı zamanda oğlunun bağlanma stilini de belirlemişti. Freud’un Oedipus kompleksine uygun bir biçimde, annesiyle kurduğu bağ, aşırı idealize edilmişti.

Yetişkinlikte bağlandığı kadınlar, Piraye, Münevver, Vera… Hepsi de güçlü, sanata yakın, bireysel kimliklerini koruyan kadınlardı. Tıpkı annesi gibi ama bu benzerlik, Nâzım’ın hem bağlanmasına hem de kaçmasına sebep oldu. Kadınlara duyduğu sevgi derindi ama bu sevgiyle baş edebilmek için onlardan duygusal olarak uzaklaştı çünkü gerçek bir bağ kurmak, içindeki çocukla yüzleşmekti; yani annesinin sevgisine doyamamış o çocukla…

Tüm kadın figürler bir araya getirildiğinde ortak bir örüntü ortaya çıkar: Nâzım, kadını bir ‘Musa’, bir ‘ayna’, bir ‘kurtarıcı’ olarak görür. Kadınlar ise onu, ya sabırla taşır ya da zamanla yıpranarak terk ederdi. Aşkın yoğunluğu, aynı zamanda tükenişin de kapısını araladı…

Celile Hanım, onun iç dünyasında ‘ulaşılamaz kadın’ arketipini yarattı. Bu yüzden Nâzım, kadınları ya yüceltir ya da idealin altına düştüklerinde hayal kırıklığına uğrar, uğratırdı. Her kadında annesinin bir izini arar ama bulduğunda dahi doyuma ulaşamazdı. Bu eksikliği ise şiire dönüştürdü, duygusal açlığını estetikle doyurdu.

Nâzım Hikmet bir şairdi ama yalnızca dizelerle anlatılamaz. O, her kadına bir dize yazan ama o dizelerin içinde kendini kaybeden bir adamdı. Aşkı tanımlamadı, aşkın onu nasıl tanımladığına şahitlik etti. Nâzım’ın aşk hayatı, bir edebi metinden çok bir terapi seansı gibidir. Kimi zaman çocuk, kimi zaman sevgili ama hep eksik, hep arayan biri…

Belki de bu yüzden onu okumak, sadece bir şairi anlamak değil, bir adamın kalbinde yüzmek gibidir. Derin, dalgalı, biraz bulanık ama mutlaka suda bir yansımanın olduğuna emin hissedeceğiniz bir yolculuk…

Nâzım, aşkla kalbinde çocuk kalan bir şairdi. Bu yüzden aşka aşıktı… Aşka açtı… Onun hayatına giren kadınlar, sadece bir şairin âşıkları değil, onun ruhsal iklimlerinin yansımalarıydı. Vera huzuru ve neşeyi, Piraye sadakati, Münevver tutarsız tutkuyu ve hırsı, Celile ise ulaşılması kolay olmayan sevgiyi temsil ediyordu. Belki de bu yüzden Piraye, Münevver ve Vera onunla tanıştıklarında evli ve çocuk sahibi kadınlardı. Hepsi sahip olduklarını bırakıp, Nâzım’a teslim oldular. Annesinden izler, Nâzım’ın aşk yaşama modelini oluşturdu.

Nâzım Hikmet’in aşk hayatı, yalnızca biyografik bir ayrıntı değil, onun ruhsal dünyasını, sanatını ve toplumsal duruşunu şekillendiren bir temel taştır. Onun kadınlarla kurduğu ilişkiler, bireysel bir tutkudan öte; bir çağın erkekliğine, kadınlığa, aidiyete ve özgürlüğe dair çok katmanlı bir psikanaliz olanağı sunar.

İyi ki aşk oldu… İyi ki aşkı buldu yaşadı ve yaşattı ki, şairden şiir, şiirden aşk oldu…

Editör: Güzin Arar

Çığ Dergisi