‘Merhumun İlanı’nda Yalnızlık ve Yokluk Üzerine
Kenan Şahbaz’ın ‘Merhumun İlanı’ adlı öyküsü, postmodern anlatım tekniklerinin, bilinç akışı yönteminin ve iç monoloğun etkili biçimde kullanıldığı; tematik yoğunluğu yüksek bir metindir. Anlatı, klasik olay örgüsüne yaslanmaktan ziyade, karakterin iç dünyasına ve zihinsel çözülmesine odaklanır. Öykünün anlatıcısı, ölüm haberini aldığı anda fiziksel olarak hayatta olup olmadığını bile sorgulayan bir özne olarak kurgulanmıştır. Bu bağlamda, öyküdeki zaman ve mekân ilişkisinde geleneksel biçimin dışına çıkılarak, gerçek ile gerçek dışı arasında salınan, yer yer alegorik, yer yer metafizik bir anlatı düzlemi yaratılır.
Metin, anlatıcı-ben kipinde kurgulanmış olup karakterin hem yaşadığı dış gerçekliği hem de iç dünyasındaki çözülmeyi aynı anda verir. Özellikle ‘ölüm ilanı’nın bizzat ölen kişi tarafından duyulmasıyla başlayan çelişki, okurda bilinçli bir belirsizlik duygusu yaratır. Burada yazar, anlatı düzlemini sabit tutmak yerine çoklu düzlemler arası geçişler yapar. Zaman doğrusal değildir, anlatıcı sık sık geçmişe gider; anılarıyla şimdi arasında gidip gelir. Bu yapı, Marcel Proust’un belleğin çağrışımsal doğasını merkeze alan anlatı tekniklerini çağrıştırır.
Anlatının merkezinde yer alan ölüm kavramı, biyolojik sona işaret etmekten çok, sosyal bir görünmezlik ve duygusal tükenmişlik olarak kodlanır. Anlatıcının ‘ağlayamamak’ üzerine yoğunlaşması, yalnızca bireysel bir psikolojik durum değil, aynı zamanda kolektif bir duygu yitimini ifade eder. Bu açıdan metin, duygusal felce uğramış modern bireyin temsiline dönüşür. Ağlayamama hâli, kapitalizmin, bireyselleşmenin, dijitalleşmenin ve gündelik yaşamın yalıtılmışlığının birey üzerindeki yıpratıcı etkilerinin bir metaforu olarak kullanılmaktadır.
Öyküde dikkat çeken önemli yapısal unsurlardan biri de ayrıntıların aşırı ölçüde vurgulanmasıdır. Balkon masasındaki çatlamış tabak, küflü peynir, eksik çatal gibi nesnelerin uzun uzun betimlenmesi, yalnızca atmosfer yaratma işlevi görmez; aynı zamanda karakterin duygusal durumunu, içsel dağınıklığını ve yavaş çözülmesini okura sezdirir. Bu yönüyle metin, nesneler aracılığıyla duygusal aktarım yapan ‘psikolojik gerçekçilik’ anlayışına yaklaşır.
Yazar, öykü boyunca grotesk figürlerle toplumsal eleştiri de yapar. Musibet, Hayrettin Enişte gibi figürler ahlaki çöküntüye, ikiyüzlülüğe, yozlaşmış taşra düzenine dair bir panoramadır. Bu figürler yalnızca geçmişin değil, anlatıcının kimlik inşasında da etkili olmuş travmatik gölgeler olarak okunabilir. Toplumsal hafızanın bireysel kimlik üzerindeki izleri, bu yan karakterler aracılığıyla görünür kılınır.
Anlatıcının kendi cenazesine katılması, ‘kendi ölüsünü izleyen özne’ fikrini gündeme getirir. Bu yapı, bireyin kendi varlığına dışarıdan bakabildiği, yabancılaştığı ve parçalandığı bir kurgu biçimi yaratır. Yazar, burada anlatı öznesini hem hikâyeyi kuran hem de çözen bir figür hâline getirerek metinle özne arasındaki çizgiyi bilinçli olarak bulanıklaştırır. Öykünün sonunda kim olduğu belirsiz bir kadının defalarca “Beni tanıdın mı?” sorusuyla anlatıcıyı sıkıştırması, bu yabancılaşmanın somutlaşmış hâlidir. Kadının kimliği muğlaktır, ancak belki de anlatıcının geçmişte bastırdığı, görmezden geldiği bir temsil ya da hatırlamak istemediği bir aidiyetin metaforik yüzüdür.
Anlatının önemli bir katmanı da ‘görünmezlik’ üzerine kuruludur. Anlatıcının hayattayken de yalnız ve fark edilmemiş oluşu, ölümünün ardından gelen ilgisizlikle birleşerek bütünsel bir unutulmuşluk duygusu yaratır. İnsanların cenazeye sırf ‘görünmek’ için gelmesi, parayla tutulan ağıtçılar, duyguların bile simüle edildiği bir evrene işaret eder. Bu noktada öykü, Jean Baudrillard’ın ‘simülakrlar’ kuramıyla ilişkilendirilebilecek bir düzleme yerleşir: Gerçek duyguların yerini temsilî ve satın alınabilir duygu gösterileri almıştır.
Kenan Şahbaz, dil kullanımında özellikle halk anlatılarına, ağıtlara ve yerel anlatı biçimlerine göndermelerde bulunurken dilin yer yer ironik ve yer yer lirikleşen yapısıyla öyküyü katmanlı kılar. Ağıtçının bile dışarıdan getirildiği bir cenaze ritüelinde, anlatıcının kendi ölümüne bile yabancılaşması, metnin trajikomik yapısını kuvvetlendirir.
Sonuç olarak, ‘Merhumun İlanı’, klasik anlamda ölüm temasını işleyen bir öykü olmaktan çok, modern bireyin varoluşsal krizi, toplumsal duyarsızlık, duygusal tükenmişlik ve hafıza ile yüzleşememe gibi meseleleri merkezine alan güçlü bir metindir. Biçimsel açıdan postmodern, içerik açısından varoluşçu izler taşıyan bu öykü; teknik bakımdan bütünlüklü, tematik olarak yoğun, edebi olarak etkileyici bir örnek sunar.
EDİTÖR: GÜZİN ARAR- ÇIĞ DERGİSİ
25.06.2025