POSTMODERN BİR ROMANIMSI: BAŞINIZDAN GEÇENLER UYUTMAYINCA GECELERİMİ
Polonyalı oyun ve roman yazarı Witold Gombrowicz’in (1904-1969) “Ferdydurke” adlı eseri üzerine, sosyal medyada da yayımlanan bir söyleşi yaptığım; ardından yine aynı konuda Varlık Dergisi için ortaklaşa bir yazı kaleme aldığım[i] Songül Öztürk’ün yayımlanmış bir öykü kitabı olan bir yazar olduğunu çalışmalarımız sırasında öğrenmiş ve beraberce metinler ortaya çıkardığımız bu kalem arkadaşımın yazarlığını daha yakından tanımak istemiştim.
‘Başınızdan Geçenler Uyutmayınca Gecelerimi’ adlı öykü kitabını okuduğumda yine bir Polonyalı yazar olan Witkiewicz’in (1885-1939) alımlayıcı ile sanat yapıtı arasındaki ilişki üzerine yazdıklarından[ii] esinlenerek, kitapta yer alan öykülere ve dolayısıyla yazarın yazarlığına ilişkin herhangi bir değer yargısı oluşturmaktan olabildiğince kaçınmaya çalışarak kitapta varlığını tespit ettiğim yapıyı göstermek üzere bir eleştiri yazısı kaleme almayı hedefledim. Bu tutumumun esin kaynağı olan Witkiewicz, bu ilişkiyi çok öznel bir ilişki olarak tanımlar ki benim tutumum da onun bu tanımına denk düşmektedir. Öte yandan, sanat yapıtının nesnel bir yapısı olduğunun gösterilmesi de alımlayıcının ona ilişkin öznel değerlendirmelerini, yani onu beğenip beğenmemesini etkilemeyecektir. Buna rağmen sanatçının yapıtını kurgularken hedeflerinin daha iyi anlaşılmasında bu tutum yararlı olabilecektir. Bu aynı zamanda sanatçının kendisini bütünüyle gerçekleştireceği bir yapı kurmak yönünde bilinçli ve doğru bir çaba içinde olduğunu ve onun bu doğru yolda ilerlediği takdirde ileride alımlayıcılara daha büyük estetik zevkler yaşatabilecek yapılar kurabilme gizil gücüne sahip olduğunu göstermekte işe yarayabilir. Böylece, belki alımlayıcıları onun sanat yapıtını beğenmeye yönlendirmek değil ama sanatçının kendisini bu doğru yönde ilerlemeye isteklendirebiliriz de.

Öztürk’ün ‘Başınızdan Geçenler Uyutmayınca Gecelerimi’ başlıklı öykü kitabı 2020 yılının sonlarında Klaros Yayınları’ndan çıkmıştır[iii]. Toplam 129 sayfa olan öykü kitabı 21 öykü/küçürek öykü içermektedir. Bu öykülerin sadece altısı kitaplaştırılmadan önce çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanmıştır. Daha önce yayımlanmış o altı öykü içinde yer almayan ve kitabın açılış öyküsü olan ‘Kurtların Sessizliği’nin aslında kitabın en son yazılan öyküsü olduğunu ve bilinçli bir tercihle kitabın ilk öyküsü olarak alımlayıcıya sunulduğunu tahmin edebiliyorum. Bana öyle geliyor ki o ilk öykü henüz daha yazılmamışken bile kitaptaki bütün diğer öyküler üzerinde çalışırken yazarın aklının bir yerlerinde hep ve neredeyse tamamlanmış bir biçimde var olmuş. Çünkü bu açılış öyküsü, bir öncesindeki ‘Okura Sesleniş’ bölümüyle ve kitabın en başındaki atıfla bütünleşip diğer öyküleri de bu bütünlüğe göre hizaya sokuyor; onları bu bütünlüğe göre biçimlendiriyor. “Bilinç dışımdaki bilgenin sesini kısanlara ve duyurana…” atfı, Jung’un kolektif bilinç dışının arketiplerine bağlanan bir cümle olmalı. Yıllar önce Gombrowicz üzerine yazarken Jung’un yapısal ruh çözümlemesini okumuş olduğum için sezebiliyorum. Ancak Gombrowicz, Jung’a göre insandaki bu kalıtsal ve kökenini tam olarak bilemediğiniz bilginin olumsuz yönünü öne çıkartıyordu. Örneğin ‘Bakakaï’[iv] başlıklı kitabındaki öykülerden birinde bir grup genç, nedeni anlaşılmaz bir şekilde, leyleğe anne şefkati gösterirken, zavallı bir kurbağacığı acımasızca öldürmeyi seçiyorlardı. Bir diğer öyküde insanlara kök söktüren, aslında hiçbir şeyden hiçbir şekilde korkmayan bir haydut, yine nedeni tam açıklanamaz bir şekilde, bir sıçan gördüğünde büzüşüveriyordu[v]. Öztürk ise binlerce yıllık insanlık deneyiminin oluşturduğu bu ortak belleğe olumlu bir anlam yüklüyor, ona ‘bilgelik’ atfediyor. Demek ki onu insan doğasına en uygun olan, ama doğasına aykırı bir düzen kurmuş insanın bilincine çıkarmadığı bir bilgiler manzumesi olarak görüyor. Yazarı bu ‘bilgenin’ sesini duyurmaya cesaretlendiren ise Jung’un ta kendisi olabilir mi? Çünkü Jung’un “Yazdıklarım bana içimden saldıran şeylerdi… Beni harekete geçiren ruhun konuşmasına izin verdim…”açıklaması ile örtüşmektedir[vi].
Edebiyat yapıtı, ontolojisi gereği, gerçek yaşamdan çekip kendi içine aldığı bir içeriğin -burada kuramsal bir yorum- sanatsal soyutlamasını yapar. Bu soyutlamayla yazar ya da şair, yapıtının okuyucusuna estetik bir deneyim yaşatmasını hedefler. Atıf cümlesindeki sanatsal soyutlama gösteriyor ki Öztürk de bu hedefe ulaşmak için yazmaya başlıyor. Ancak yazarın[vii] onlarca yıl susturulmuş bilgesi de bir konuşma açlığı içerisinde. Bu iki unsur: Yani susturulmuş bilgeye nihayet kendisini anlatabilme olanağı verilmesi ve bunun alımlayıcılara estetik bir haz verecek şekilde yapılması gerekliliği, bilgenin ben-anlatımda sürdürdüğü iç monologlara çoğu yerde şiire yaklaşan bir akış veriyor:
“Bolluk vaktinden yadigâr köşkte, her şey fazla fazla; odalar, eşyalar, hatıralar, kağşamış olsalar da. Şimdilerde köşk ve yaşlı adam, zaman bolartısı bir yalnızlıkla baş başa” (Öztürk, 2020, s. 55)[viii].
Yukarıdaki alıntıda şiire özgü ritmin, kafiyenin ve ‘bolluk vaktinden yadigâr köşk’ ya da ‘zaman bolartısı’ gibi şiirsel imgelerin yanı sıra, bugün çoğunluk tarafından unutulmuş olsa da, bilgenin bir dilin kadim tarihinden hatırladığı ‘bolartı’ (bolluk) sözcüğü ile “kağşamak” (eskimek) fiilinin altları çizilmelidir. Yukarıdaki tezimin doğrulayıcıları olarak da altları çizilmelidir: Nihayet sesini duyurma fırsatı bulmuş bilge unutulmaya terk ettiğimiz bir bilgiyi bize aktarırken, yazar –aynı anda estetik bir haz da yaşatabilmek için– bilgenin anlatımına şiirsel bir nitelik katıyor ve hatta bazen düpedüz şiire ulaştığı da oluyor:
“Annem cazu[ix] olmasa
Beni kucağına alsa
Saçlarımı okşasa
ve
Hayatım başlasa” (Öztürk, 2020, s. 10)[x]
Ya da “Barış Gelecek
Kendimi
bildim
bileli
orta
parmağım
işaret
parmağımın
üzerinde,
barışı
bekliyorum…” (Öztürk, 2020, s. 97)
‘Okura Sesleniş’ oldukça iddialı bir giriş. Yazar, okuyucularına haykırıyor: “Hislerimi öldürdüm, göstermek için gerçeklerinizi” (Öztürk, 2020, s. 10). Jung ile kurulan ilişkiden biliyoruz ki bu gerçekler kollektif bilinç dışının arketipleri olduğu kadar, gözden kaçırılmaya çalışılanları da içeriyor. Ama yazarın bu yüksek perdeden konuşması, ilk öyküdeki bir oto-ironiyi mümkün kılmak (ya da tersine, ‘Okura Sesleniş’in bir oto-ironi olduğunu göstermek) içinmiş gibi görünüyor. İlk öyküde, bir bilgisayar ekranı karşısında yazamamanın neredeyse fiziksel acı sınırlarına ulaşan acısıyla boğuşan bir yazar imgesinin beş gününün özetini okuyoruz. Daha bir sayfa öncesinde “Hislerimi öldürdüm” diyen yazarın acılarına şahitlik ediyoruz. “Gerçeklerinizi yazacağım” diye atıp tutan yazar lal olmuş, tek bir sözcük dahi yazamıyor. Beş sıkıntılı günün sonunda da pek bir şey çıkmaz, bilgisayar ekranında yalnızca ‘Kurtların Sessizliği!’ başlığı vardır. Aynı yazar figürü, izleyen öykülerin birçoğunda -çoğunlukla da ilk öyküde olduğu gibi birinci tekil şahıs anlatıcı olarak- karşımıza çıkacaktır. Örneğin ikinci öykü ‘Yarın’ın, büyük ün kazanma, edebiyatın ‘yeni ilahesi’ olarak doğma hayalleri kuran anlatıcısı da odur. Ün kazandığında da ‘sayısız röportaj teklifi [alacak] haliyle, [ama reddedecek] ya da uzatılan mikrofonlara öylece uzun suskularla [bakacak]’ (Öztürk, 2020, s. 19). Sonra, ‘Loy Loy Diloy’da okura bir kez daha seslenecek: “Yolluksuz yola koydular ey okur!” (Öztürk, 2020, s. 35). ‘Ya-rım’da da o yazarı görüyoruz, hem de bu kez ‘Senin Rengin Sarı Olsun, Benimki Kader Kısmet’ başlıklı bir aşk romanı yazmayı da kotarmış ünlü bir yazar olarak. Kitabında bilgelik diye ‘yedirip yutturduğu’ safsatalara inanıp onlara göre davranan âşık, yazar yüzünden maşukundan olmuştur; dikilir yazarın karşısına. Neyse ki bizimki yaza yaza laf cambazlığını hayli geliştirmiş olduğundan, ustaca bir manevrayla kurtarır kendini okuyucusunun yaşadığı manevi yıkımın sorumluluğundan:
‘Yazar:
“Beni sürekli işin içine katma, aşk uzmanı mıyım dedim sana?! Hasbelkader bir yerlerden bulduğun o anlamsız başlığa sahip kitabımı okurken tanıdın beni ve peşimi bırakmadın…” (Öztürk, 2020, s. 30).’
Sonra, ‘Kulüp 100’… Yeni öyküsünün geçeceği mekânı gözlerinde kolay canlandırabilsinler diye okuyucularını o mekâna çağıran yazar ve doğum sancılarına denk sancılarla ürettiği eserlerini okumamış, yalnızca kulübü merak ettikleri için oraya gelmiş olan okuyucuları (Öztürk, 2020, s. 114).
Yazarın birçok öyküde çok belirgin olan varlığından anlıyoruz ki ilk öyküdeki bomboş ekran bir şekilde doldurulmuştur. Ve bütün bu öykülerin aslında tek bir anlatıcısı var: O da, ‘Kurtların Sessizliği’nde bilinç dışındaki bilgeyi bilince çıkartabilmek için bilgisayar başında sabahlayan, ‘doğum sancıları’ çeken yazar. Onu elbette tamamen Öztürk ile özdeş sayamayız, mutlaka belli ölçüde kurgulanmış bir anlatıcı-kahramandır. Ama Öztürk ile örtüşen yanları da olmalıdır, çünkü bizi çevreleyen dünyayı anlatmaya ancak kendi durumumuz içerisinden hareketle başlayabiliriz. Dolayısıyla, bu yazar figürü ne oranda Öztürk’ün kendisidir, bunun tespiti zordur. Yine de ‘Yarın’ öyküsünde bahsi geçen ve fotoğrafı kıskançlıkla seyredilecek, imajı eserinin önüne geçecek olan (Öztürk, 2020, s. 18) yazardan çok daha farklı olduğu, yazma edimini çok ciddiye aldığı da kesindir. Aynı nedenle, yani öykülerde tek bir anlatıcının varlığını çok güçlü hissettiğim için, yukarıda temel anlatım tekniğini iç monolog ve anlatım türünü de ben-anlatım olarak imlemiştim. Oysa bu hem tamamen doğru değil ve hem de yüzdesel bir veriye dayanmıyor. Kitapta diyaloglarla yazılmış, başka anlatıcı perspektiflerinin, o-anlatım tutumunun kullanıldığı öykülere de yer verilmiştir. Ama onlar bile sonunda gidip yazar kahramanımızın karşısındaki bilgisayarın boş ekranını dolduruyorlar, o tek yazar-anlatıcı tarafından yalnızca anlatım tutumları ve teknikleri değiştirilerek anlatılan öyküler oluyorlar. Özetle, o tek yazar-anlatıcının öykülerdeki belirgin varlığı, bağımsız anlatı parçalarına, yazımın girişinde de işaret etmeye çalıştığım o bütünlüğü kazandırıyor. Parçalı yapısına karşı verdiği bütünlük izleniminden ötürüdür ki Öztürk’ün kitabını bir ara biçim (romanımsı) diye tanımlamak eğilimindeyim. Peki, niye postmodern bir anlatıdır?
Elbette öncelikle sözü edilen bu parçalı bütünlüğü yüzünden. Ama aynı zamanda öyküler aşağıda sıralanan özellikleri de barındırdığı için, Öztürk’ün kitabı postmodern anlatı şablonu içine tam oturmaktadır.
1. Düzyazıyla şiirin harmanlanması: Yukarıda örnekleri verildiği için burada başka örnek vermeye ihtiyaç duymadım.
2. Değişik üslupların parodileştirilerek metinlere katılması: Sondan başa doğru silinen bir özgeçmişin anlatıcısı olduğu ‘İlgili Kişiye’ öyküsündeki koronun, bir hâkimin zabıt kâtibesine sesleniş üslubuyla “Yaz kızım ilgili kişiye” dedikten sonra, yazdırılanlar:
“Babasının karanlığıyla beraber yoksulluğu sırtlandı yıllarca, sonra da annesinin yokluğu eklendi tüm bunlara. Babasının engeli Allah’ın takdiri, memleketin hali? Eğitimde eşitlik isteyenlerin sesinin kesildiği her yıl değiştirilen öğretim programlarıyla kalabalık sınıflarda işlenen ürünlerden biri. “(Öztürk, 2020, s. 47).
3. Farklı edebî türlerin parodileştirilerek metinlere katılması: Yukarıda anılan ‘İlgili Kişiye’ öyküsünün bir Yunan tragedyası şablonu içine yerleştirilmesi gibi… ‘Ya-rım’ metni ise sanatsal soyutlamanın en ileri örneklerinin verildiği bir oyun metni şeklinde kurgulanmıştır. Âşık, maşuku onu terk etmesin diye, “Havları dökülmüş bir Isparta halısının üzerinde taklalar atmaktadır”. Yazarın da ha bire kayda geçirdiği bu taklalar, aslında tam da yazarın ‘Senin Rengin Sarı Olsun, Benimki Kader Kısmet’ adlı aşk romanında âşıklara tavsiye etme gafletinde bulunduğu dalkavukluğun sanatsal soyutlamasıdır.
4. Dile bir oyun aracı olarak yaklaşım: Yine ‘Ya-rım’ metninde eğlendirici yeni türetimlerin: “Tamamlanmışlığın na hali; na sana! tü tü tü tü tü tü tü kırk bir buçuk kere tüşüüüşallah…” (Öztürk, 2020, s. 23). Ve bohça-sözcüklerin varlığı gibi:
‘aşık,
“Zamanı geldi, kardeş ister dayatmasına “Sevişe istiyoruz, kısmet”, diyemeyecekler, bir sevgi kelimesi de gelmeyecek akıllarına bildiğimden…” (Öztürk, 2020, s. 31)
5.Yüksek entelektüel düşüncenin ürünleriyle halk kültürü ve popüler kültür ögelerinin yan yana getirilmesi: Öztürk’ün popüler kültür ya da halk kültürü ögelerini metnine katmaktan çekinmediğini sırf öykülerinin başlıklarına bakarak bile söylemek mümkündür. Örneğin ‘Loy Loy Diloy’, ʽSuya Ecel Gelmez İmiş(!)’ ve elbette ‘Kurtların Sessizliği’ ve de o sessizliğin üçüncü günü… Yazar-anlatıcının karşısındaki bilgisayar ekranında Japon romancı Kavabata Yasunari’den “Her türlü insanlık dışı davranış zamanla insana dönüşür” diyen bir veciz söz. Güzel, ama yine de yazarımıza peşinde olduğu ilhamı veremiyor; yağmurlar yağmıyor, sular sarı akıyor, Arap kızı camdan bakmıyor. Ama en azından yazarımıza yeşil çay demlettiriyor, müzik dinlemek istediğinde –Japonları çok sevdiği için- yine tercihini ʻBorusanʼdan yana (oksimoron) kullandırtıyor (Öztürk, 2020, s. 14).
6.Üstkurmaca: Postmodern anlatının temel tekniklerinden biri olan, anlatılanın üzerinde onun kurgusallığının sürekli vurgulandığı, yazarın yaratma sürecine ilişkin sorunları okuyucuya açtığı bir düzlem yaratma tekniğidir. Öztürk’ün öykülerinin açık ya da gizli tek anlatıcısı olarak belirlediğim yazar da örneğin ‘Kurtların Sessizliği’nde, yaratma sürecinin sancılarını kayda düşüyor:
“Öyle böyle bir sıkıntı değil içime çöreklenen: Bir türlü gelmeyen doğum sancısı… Yok ondan da beter, bir türlü gerçekleşmeyen, sonlanmayan doğum adeta (…) İtirafı zor. Yıllar sonra peşine düşüyorum, yazın ve düşün dünyasına henüz doğmamış metnin, aslına değinmem gerekirse, sonrasında çorap söküğü gibi gelecek olduğuna inandığım parlak istikbalimin” (Öztürk, 2020, s. 11).
Çoğu yerde de doğrudan okuyucuya sesleniyor, örneğin ‘Ki!’ başlıklı öykü öyle başlıyor. Yazar, nesnel gerçek diye bir şey olup olmadığını okuyucusuyla tartışıyor:
“Hakikatler satıcısı (!)
Alıcısı var mı? Soruyu öykünün bir yerinde muhakkak cevaplandırmalıyım ki… İyi duyamadım sizi, talip misiniz? Yanlış mı anladım! “Hakikat tek yüzlü müdür?” diye sordunuz? Siz de mi benzer bir soru soracaktınız? Sizin de lafı ağzınızda mı bıraktılar? (…) Ne dediniz? Yine duyulmuyor sesiniz? Bunun benim sorumluluğum olduğunu mu söylediniz? Siz de hemfikir misiniz? (…) Bir yazara bu kadar yüklenilmesinin haksızlığını, ortalığı gürültüye boğarak okurların sorumluluklarından kaçamayacağını da belirtmeliyim ki okurla yazarı arasındaki ilişki doğru zeminde devam edebilsin.” (Öztürk, 2020, s. 49-50)
Öztürk’ün metinlerini postmodern anlatıyla kıyaslayabilmek için, önce postmodern anlatının temel özelliklerinin görülebileceği şablonu oluşturdum; bu yıl içinde yitirdiğimiz edebiyat bilimci Yıldız Ecevit’in ‘Türk Romanında Postmodernist Açılımlar’ başlıklı çalışması başucu kaynağım oldu[xi]. Ecevit, kitabında Susan Sontag’ın çok ses getirmiş “Against Interpretation” (Yoruma Karşı) başlıklı denemesinden bir alıntının çevirisine de yer veriyor. “Eleştirinin işlevi yapıtın ʽne anlama geldiğiniʼ göstermek değil, ʻnasıl bir şeyʼ olduğunu göstermek olmalıdır,” diye belirtmiş Sontag. Bu cümle, yazım için belirlediğim tutumun daha farklı bir şekilde ifade bulmuş halidir. Yazımda bilinçli olarak yorumlamadan kaçınarak Öztürk’ün öykü kitabında kurduğu yapının nasıl bir yapı olduğunu göstermeye yöneldim. Böylece hem okuyucularda kitaba karşı bir merak uyandırmayı ve hem de yazarın kendisine kurduğu yapının anlaşıldığını göstermeyi hedefledim. Yazar, üzerinde konuşmaya ve düşünmeye değer bir yapı kurmuştur. Çıktığı zorlu yolda yeni yapılar kuracaktır, kurabileceğinin çok sağlam ipuçlarını ilk eserinde vermiştir alımlayıcılarına.
EDİTÖR: YURDAGÜL SAYIBAŞ-ÇIĞ DERGİSİ
26.06.2025
NOTLAR
[i] Öztürk, S., Selamoğlu, A., Baş, O. F. (2021). “Popolanmak mı? Bonbon Şekerlenmek de Neyin Nesi? / Ağzında Taze Bir Bahar Dalı Tutmuş Dilencinin Pencerenin Önünde İşi Ne?” Varlık, Sayı: 1364, s. 65-72.
[ii] Witkiewicz, S. I (1921). O czystej formie. Bibljoteka Zet.
[iii] Öztürk, S. (2020). Başınızdan Geçenler Uyutmayınca Gecelerimi. Ankara: Klaros Yayınları.
[iv] Gombrowicz, W. (1999). Bakakaï. Çeviri: Ece Korkut. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[v] “Stefan Czarniecki’nin Anıları” ve “Sıçan”.
[vi] Jung’un Dört Arketip kitabına M. Bilgin Saydam’ın yazdığı sunuş yazısından. “Sunuş – Carl Gustav Jung: Nesnel Ruh’un Şamanı”.
[vii] Burada öykülerin çoğunda sesini duyuran kurgusal bir yazar-anlatıcıyı da kastediyorum.
[viii] “Vakit” öyküsü.
[ix] Cazu: Geleneksel halk edebiyatında ve sahne oyunlarında geçen, çoğu kez yaşlı, kimi kez de genç bir kadın figürü. Daha çok geceleri gezen bir hortlaktır. Kızdığı zaman çarpar ve kötülük yapar.
[x] “Okura Sesleniş”te.
[xi] Ecevit, Y. (2001). Türk Romanında Postmodernist Açılımlar. İstanbul: İletişim Yayınları. Postmodernist anlatının temel özelliklerinin formüle edilmesinde özellikle 67 ila 81 sayfaları arasındaki bilgileri kullandım. Onlar haricinde, Ihab Hassan’ın 1975 tarihli Paracriticisms: Seven Speculations of the Times başlıklı çalışmasında oluşturduğu şablona atıf yapan çok sayıdaki anonim bilgiden de yararlandım. Ne yazık ki kitabın kendisine henüz ulaşamadım.