Çekmecemden Çeviriler, Leh Edebiyatı’ndan Kısa Metinler
“Hakikaten konuşmaya değmez. İyisi mi siz votka koyun bardaklara!”
‘Çekmecemden Çeviriler’ 19 Polonyalı yazarın uzun ve kısa öykü, anı, günlük, deneme, röportaj gibi çeşitli türlerden 19 metninin çevirisinin derlendiği bir kitap. İçerdiği çevirilerden bazıları daha önce hiçbir yerde yayımlanmamıştı ve mecazen değil ama gerçekten kütüphanemin bir çekmecesinde mahzun mahzun okunmayı bekliyor, beklerken de kâğıtları sararıyor; tükenmez kalemle yazdığım satırları gittikçe daha zor okunur oluyordu. Onları çevirdiğim yıllarda bilgisayar ve yazıcı henüz yeni yeni tanıştığımız şeylerdi, eski bir daktilom vardı ama çoğunlukla geceleri çalıştığım için komşular herhalde – eski ya da yeni – hiç olmamasını yeğlerlerdi, dolayısıyla çevirilerimi kâğıtlara el yazımla geçirmiştim. Seçkiye aldığım metinlerin bir kısmı ise bugün çoğu ancak sahaflarda bulunabilecek edebiyat dergilerinde ya da çeviri kitaplarımın içinde birer bölüm olarak yayımlanmıştı.
Bir çevirmen olarak gelişim aşamamın ilk yıllarında oluşturduğum bu metinlere geri döndüm ve iyi ki de bunu yapmışım diyorum, çünkü çevirilerde düzeltilmesi gereken bazı önemli hatalar buldum; sonuçta bu seçki sayesinde eski çevirilerim okuyucuya yeniden ama daha tam halleriyle ulaşıyor. Bu ‘daha tam’ elbette şimdilik bir ‘daha tam’, çünkü ‘en tam’ dediğim metinlerimi bile bugün okuduğumda “Şu sözcüğün yerine keşke şunu kullansaymışım” ya da “Kitap bir baskı daha yaparsa şu cümleyi şöyle kurayım” diye düşünmekten kendimi alamıyorum ve bu düşünceler ben yaşadıkça ve çevirdikçe yakamı da hiç bırakacakmış gibi görünmüyor. Türk yazınında çeviri eleştirisinin gelişmesi, çevirmenlerin ve de editörlerin yükünü bir nebze hafifletebilir diye düşünüyorum.
Seçkideki metinleri üç grupta toplamak gerekir. İlk grubu, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayıp 21. yüzyılın, içinde bulunduğumuz ilk çeyreğine uzanan bir zaman diliminde; yani klasiklerden günümüze uzanan bir çizgide Polonya edebiyatının en önemli yazarlarından çevrilmiş ‘tadımlık’ metinler oluşturuyor. Bu yazarlar, Polonya edebiyatı denilince mutlaka bilinmesi gereken, görmezlikten gelinemeyecek yazarlar; dolayısıyla metinlerinin seçkiye alınması hem bilinçli bir seçim hem de zorunluluktu. Ama ilk başta bilinçli seçimden çok zorunluluk vardı: Birçoğunu bir tez çalışması, makale vs. kapsamında çevirmiştim. Şimdi, Polonya edebiyatını bilen ya da dünya edebiyatındaki güncel gelişmelere ilgili okuyucu, seçkiye Nobel’li Olga Tokarczuk’tan niçin hiç metin almadığımı mutlaka soracaktır. Onun da kısa bir öyküsünü çevirmiştim fakat yazarla telifte anlaşamayınca seçkiden çıkarmak zorunda kaldım. Hedefim olan 20’yi böylece tutturamadım, yani konu ’19 mucizesiyle’ falan ilgili değil. Tokarczuk yok ama başka bir Nobel Edebiyat Ödül’lü Polonyalı yazar, Henryk Sienkiewicz ve onun, Polonya’da orta dereceli okullarda gençlere yurtseverlik aşılamak için zorunlu olarak okutulan temel eserler listesinin vazgeçilmezi, ‘Fener Bekçisi’ adlı uzun öyküsü var:
(…) şimdi sis, göz alabildiğince uzanan, ardına geçilmez bir sis: Anlaşılan çayırlardan yükselmekte pus ve bütün dünyayı bembeyaz bulutuyla sarmakta. Dersin ki sanki okyanustur. Ama çayırlık bunlar: Az bekle de gör, nasıl canlanacak çalılıkta ve nasıl ötecekler böcekler sazlıklarda. Sakin ve serin bir gece, tam bir Polonya gecesi! Uzaklarda bir çam ormanı rüzgâr da olmasa uğulduyor… Deniz dalgası gibi. Az sonra şafak aydınlatıyor doğuyu: Bak hele, bahçe çitlerinin ardından horozlar da ötüyor gayrı. Biri bir evden diğerine devrediyor ötüşü; şimdi yüksekten bir yerlerde birlikte ve kabara kabara bağrışıyorlar. Süvariye bir dinçlik, sağlamlık geliyor. Yarınki muharebeye dair bir şeyler konuşuyorlar. Hey ki hey! Madem ötekiler de gidecek bağıra çağıra ve dalgalandırarak sancakları, o da gider. Delikanlılık kanı kaynıyor, gecenin esintisi alsa da biraz ateşini. Soluyor gece: (…) Şafağın pespembe parıltıları içinde ah sevgili ve ne güzel yurttur bu! Oy ki oy, biriciktir, biricik! Şafağın pespembe parıltıları içinde ah sevgili ve ne güzel yurttur bu! Oy ki oy, biriciktir, biricik! (s. 175)
Kazanamasa bile Nobel’e aday gösterilen ve Sienkiewicz’ten tek farkı da o ödülü alamaması olmayan ama asıl, Nobel’li yazarın, yapıtlarıyla yücelttiği Polonyalılık mitlerinin zırhına kendi yapıtlarında sarsıcı yumruklar indirerek ondan farklılaşan Witold Gombrowicz’in Günlük’ünden de bir bölüm var ki cüretkâr, sanatıyla kendini kendine göre gerçekleştirdiğinden emin bir yazarın şu meydan okuyuşuyla başlar:
O eciş bücüş – zihnen sakallı ya da en azından kıllı – cıbıldaklar sürüsüne, Quequen yakınında rastladım; ağları çeken balıkçılara yardım ediyorlardı. İçim bulandı. Onların o gözlüklü ve keçi sakalcıklı bohemliklerine, buruşuk ve kentli bedenselliklerine, incelmişlikle karışmış o sanatsal ʽsadeliklerineʼ… dayanamıyorum. Ama yine de yanlarına gittim, selamladım onları ve (bana her rastladıklarında dediğim gibi) dedim ki: “İnanmıyorum ressamlığa!” (no credo en la pintura) (s. 33).
Sonra, Gombrowicz’den bir kuşak daha genç olan ve onun ulusal mitlere başkaldırısını gerçekçi romanlarıyla sürdüren Stanislaw Dygat’dan kısa bir öykü: ‘Dostoyevski’nin Yaşamından İşitilmedik Bir Bölüm’. Ve Bruno Schulz ve 1942’de bir SS subayının arkadan kafasına sıktığı iki kurşunla öldürüleceği Drohobıç pazar meydanı:
Pazar meydanı sıcaktan boş ve sapsarı, İncil’in çölü gibi, tozu toprağı sıcak rüzgârlarla süpürülmüş olurdu. Altın sarısı meydanın boşluğundan boy atıp büyümüş dikenli akasyalar, eski goblenlerdeki ağaçlar gibi parıl parıl yaprakları, uzuvlarına incelikle ayrılmış yemyeşil telkâri buketleriyle kaynaşır dururdu meydanda. Bu ağaçlar, acıklı eğilip bükülmelerinde, asil tilkilerin kürkü gibi göbeği gümüşi yaprak yelpazelerinin zarafetini gösterebilmek için, taç yapraklarını teatral bir şekilde çalkalayarak sanki kasırga varmış gibi yaparlardı. Birçok günün rüzgârlarıyla cilalanmış eski evler, büyük atmosferin yansımalarıyla, yankılarla, rengârenk havanın derinlerine dağılmış renklerin hatıralarıyla renklenirdi. İnsana sanki yaz günlerinin bütün nesilleri (tıpkı eski bina cephelerinin küflenmiş sıvalarını kazıyan sabırlı sıvacılar gibi) üzerlerindeki aldatıcı sırrı çekiçleye çekiçleye döküp de evlerin gerçek yüzlerini, yazgının ve onları dışarıdan biçimlendiren hayatın fizyonomisini günden güne daha belirgin bir şekilde açığa çıkarıyorlarmış gibi gelirdi (s. 148).
Ve iki güçlü kadın: Zofia Nalkowska’nın Nazi ölüm kamplarından sağ çıkmayı başarmış Dvoyra Yeşil’i ile Kazimierz Wierzynski’den ‘İnsani Şeylerin Düzeni’nin başkahramanı, ayağını bir vurdu mu yeri titreten ve hiç kimseden çekincesi, korkusu olmayan, ne var ki bütün umutlarını bağladığı biricik oğlu Roman’ın I. Dünya Savaşı’ndan dönmeyişinin yıktığı Bayan Buçınska:
Roman, savaşa gitti ve ardında iz bırakmadan kayboldu. Feldost No: 144 damgalı pespembe bir posta kartına, hiç hesapta olmayan bir sevkle askerî okul yerine cepheye gönderildiğini, Karpatlar’da konuşlandırıldıklarını ve bundan sonra mektupların seyyar postanenin yeni adresine gönderilmesi gerektiğini yazmıştı. Buçınska, ürkmüş bir halde, kasabayı dört döndü. Ne istiyordu, kimi arıyordu, neydi bu etrafında olup biten? Eğri camları kar kaplamış, yapraksız kavaklar kırağı bağlamış, marangozhane çoktan susmuş, doktor askere gitmişti; hastanede, istasyonda yalnızca ve yalnızca üniformalılar… Yabancı insanlar, yabancı diller, yabancı konular… (s. 244)
İlk gruptaki metinler, zamanında Polonya’nın Edgar Alan Poe’su muamelesi gören fakat sonra unutuluşa terk edilen, tekinsiz öyküler yazarı Stefan Grabinski’nin Türkiye’de yayımlanan ve okuyucuların da beğenisini kazanan tek kitabı Hareket İblisi’nin en sevdiğim öykülerinden biriyle devam ediyor: ‘Ebedi Yolcu, Humoresk’. Seçkiye Ryszard Kapuscinski’nin Herodot’la Yolculuklar’ından bir metin alırken de en sevdiklerimden birini seçtim: ‘Sınırı Geçmek’. Büyük pozitivist yazar Boleslaw Prus’un ‘Mihalko’sunda ise ekmek parası peşinde Varşova’ya gelip kendini bir kurtlar sofrasında bulan, eğitimsiz, saf ama çok iyi niyetli ve yardımsever bir köylü gencin öyküsü okunacak. Sırada, düşünür Leszek Kolakowski’nin, bazı felsefi ve etik sorunlar üzerine düşüncelerine mizah dozu yüksek masallar aracılığıyla, keyif alınarak okunacak ve kolaylıkla da kavranabilecek bir biçim kazandırdığı, Lailonia Krallığı’ndan Büyüklere ve Küçüklere 13 Masal’ından bir felsefi masal var: ‘Oyuncaklar Üzerine Bir Öykü’.
Masalların tamamını lisans eğitimimin son yılında çevirmiştim, ilk çeviri denememdi ve ben bugün olduğumdan daha bilgisiz, dolayısıyla yazıp çizdiklerimin büyük değerinden daha emindim. Bir cahilin cesaretiyle, Ankara ayazında elimde daktilo edilmiş metinlerin dosyası, birkaç yayınevinin kapısını çaldığımı hatırlıyorum. Elbette bu arayışlar sonuçsuz kaldı, kitaptan yalnızca iki masal, o da yıllar sonra okuyucunun beğenisine sunulabildi. İlki, ‘Ünlü Bir İnsana Dair’, Adam Öykü’de yayımlanmıştı. ‘Oyuncaklar Üzerine Bir Öykü’ ise önce şair Reha Yünlüel’in kurucusu olduğu e-edebiyat dergisi Bachibouzouck’ta, sonra da bir yazarın, Kerem Işık’ın genel yayın yönetmenliğini yaptığı Livera Yayınevi’nin çıkardığı bu seçkide yer buldu. Görmezlikten gelemeyeceğim bir başka isim de bilimkurgu edebiyatının efsanevi yazarı, Türkiye’de de çok seveni bulunan Stanislaw Lem’di. Seçkiye Siberya’nın son öyküsü ‘Prens Ferriks ve Prenses Kristal’i aldım. Yayınevleri için naçizane bir önerimi de araya sıkıştırayım: Yazarın şimdiye kadar yalnızca tek bir kitabı doğrudan Lehçeden çevrildi. Hayır, Lem’in kitaplarının İngilizceye çevirilerini dilimize aktarmış çevirmenlerin ne yeteneklerinden ne de ortaya çıkardıkları metinlerin değerinden bir kuşkum var. Yine de bunlar aracı bir dil üzerinden Türkçeleştirilmiş metinler. Aynı kitaplara, onları doğrudan Lehçeden çevirebilecek çevirmenler aracılığıyla dönmenin yararlı olabileceğini düşünüyorum. Bu yapılırsa, bambaşka bir Lem’le; dili ve mizahı coşkun sel gibi akan bir yazarla karşılaşma olanağı çok daha yüksek. En azından ben, Lehçede öyle bir Lem gördüm. İşte kısa bir örnek:
“Nesli bozukların soluk benizliler soyu,” diye devam etti koca kral, “Sonunda bu makinelerle ta göğe kadar da çıkmış ya, bunu değerli madenleri değersizleştirerek, güzelim elektriğin canına okuyarak ve atom enerjisini de yolundan sapıtarak yapmış. Kırdıkları cevizler bini aşıp da soyumuzun büyük atası ulu Kalkülatör Genetoforyus bunlara bir dur demek gerektiğini iyice ve etraflıca anlayınca, kristal bilgeliği pis işlerine koşturarak onu lekelemelerinin, kendi hırsları uğruna makineleri esir etmelerinin ne denli ayıp bir davranış olduğunu, bu üzerileri cıvık tiranlara anlatmaya girişmiş, gelgelelim kulak asmamışlar. O bunlara ahlak diyormuş, onlar buna kötü programlanmış olduğunu söylüyorlarmış (s. 98).”
Buraya kadar andığım yazarların hepsi ‘ölmüş yazarlardı’. Seçkiye günümüz Polonya edebiyatının önemli kalemlerinden birinin bir metnini de koymak istedim. Bu yazar, çağdaş Polonyalı yazarların artık orta yaş kuşağının bir temsilci, ülkesinde almadığı edebiyat ödülü kalmamış ve gittikçe de yayılan bir uluslararası üne kavuşmuş olan Andrzej Stasiuk. Onun ‘Ninem ve Ruhlar’ öyküsü, 2013’te Türkiye’de düzenlenen ve jüri üyeleri arasında benim de bulunduğum bir çeviri yarışmasında genç çevirmen adaylarının karşısına bir ‘meydan okuma’ olarak çıkarılmıştı. Dolayısıyla seçkideki metin, o ‘meydan okumanın’ karşısına çıkma cesareti göstermiş birden çok çevirmenin ortak emeğinin bir meyvesi ki, kitapta hepsinin adını tek tek andım. Benim bir katkım olduysa eğer, o da metnin yüksek zorluk derecesini belirleyen iki sözcüğüne Türkçede kendimce birer karşılık önermişliğimdir. Şöyle ki: Bütün sesli harfler içinde en narin, en yumuşak tını ʽu” ünlüsünündür. Her ne zaman düşünsem ninemi, o iki sözcük gelir aklıma: ‘Şaduf’ ve ‘otluk’. Bir de bir üçüncüsü var: ‘Ruh’ (s. 178).
İkinci grupta, kendilerini Polonyalı okuyucuya kabul ettirmiş, bazıları önemli ödüllere aday gösterilmiş ve hatta kazanmış, aralarında Polonya sınırlarını aşan bir tanınırlığa erişmiş isimlerin de bulunduğu yazarların çalışmaları toplandı. Bu yazarların farkı, kitaplarının Türkçeye çevrilip yayımlanması için bana kendilerinin başvurmuş olmaları ki, bugün de özellikle genç kuşaktan birçok Polonyalı ‘iyi’ yazar aynı taleple kapımı çalmayı sürdürüyor. Fakat her önerilen kitabı çevirmeye ne benim zamanım var ne de Türkiye’deki yayınevlerini kendilerinin seçmedikleri kitapları yayımlamaya ikna etmek –yazarların sandığı kadar– kolay. Elimden gelen tek şey, içlerinden bazılarının edebiyatını fragmanlar halinde olsa bile Türkiye’deki edebiyatseverlere ve yayınevlerine tanıtmaya çalışmaktı. Kim bu yazarlar? Kendilerini Ryszard Kapuscinski geleneğinin takipçisi sayan iki yazar: ‘Ukraynalı Venüs (Yolculuk Kartpostalı)’ adlı kısa anlatısıyla Slawomir Jankowski ve röportajlarını topladığı ‘Ataların Şerefine’ başlıklı kitabından seçtiğim ‘İmamın Torunu’ ile gazeteci yazar Wojciech Gorecki. ‘İmamın Torunu’nun kahramanı, ‘bir seyyide, Nahçıvan Camisi imamının torunu’ Gülnar, zor bir seçim yapmak zorunda: Ya Avrupa’da okurken gönlünü kaptırdığı Hıristiyan genci terk edecek ya da onunla hayatını birleştirip tutucu ailesinden aforoz edilecek. Gorecki’nin bu kitabıyla Polonya’nın en önemli edebiyat ödülü Nike’a aday gösterildiği notunu da düşeyim. Polonya’da bolca ödül kazanmış ve çalışmalarından bazıları birçok dile çevrilmiş Andrzej Juliusz Sarwa ise 2013’te yayımladığı Olağanüstü Öyküler kitabından ‘Yakup ve Margarita’ öyküsüyle girdi seçkiye. Mutsuz sonu en başından belli, imkânsız ve belki de sırf o yüzden ‘büyük’ bir aşk ölmek nedir bilmez; hayaleti izler durur insanı. Hatta – zayıf bir anını yakalarsa – yaşamına müdahale ettiği bile olur:
“Yakup hayatta değil,” (…) “Kasımda, öleli on yıl olacak.” Margarita’nın gözleri karardı. “Ne? Ne diyorsunuz?” diye kekeledi. (…) “Yakup! Yakup!” diye bağırdı, ama bir yanıt alamadı. Koyu yeşil duvarın önünde kimse yoktu. Artık hangisi gerçek, hangisi sanrı, bilemiyordu. İçindeki çocuk yine hareket etti. Olabilecek en gerçek şey olarak… (s. 205-206)
Sarwa ile aynı kuşaktan, yine bol ödüllü bir roman, öykü, deneme yazarı ve çevirmen Tadeusz Zubinski’den ise ‘Giz’ öyküsünü aldım. Zubinski, hiç değilse bir öyküsünün Türkçeye çevirisinin yayımlanmasını çok istiyordu ama bu dileğinin gerçekleştiğini, ne yazık ki göremedi; seçkiyi hazırlarken yazarın 2018’den beri artık aramızda olmadığını öğrendim. Zubinski’nin ‘genetik bellek’ dediği aile mitleri ve efsaneleri, konu komşudan dinlediği benzer nitelikli öyküler yaratıcılığını besleyen kaynakların başında geliyordu ki ‘Giz’de de bir komşu kadın, kendi ailesinden tuhaf bir adamın gizemli hayatını anlatıyor:
“Öyküm amcam Leon ile ilgili, siz bizim aileyi tanıyın diye, sanki yabancı insanlara anlatıyormuş gibi anlatacağım (bunları komşumuza söylemişti). (…) Bunun bir erkek kardeşi vardı, Vaclav, (…) kabiliyetli, ama garip bir çocuktu; acayip içine kapanık ve tuhaf, okuduğu bölümün adı tam öyle mi deniyor, bilmiyorum ya, Sırp Filolojisi bitirdi hatta bunun yüksek lisansını da yaptı, sonra bunu bursla Belgrad’a gönderdiler, orada Lehçe okutmanı oldu, bir şeyler çevirdi, makaleler falan yazdı (…) Tuhaf tuhaf fikirleri olurdu, belediyeye dilekçe verip kendisine bilmem ne kadar çimento ve kurşun verilmesini istemişti; sözde kendisi ve köpekler için elma ağacının altına bir radyoaktif serpinti sığınağı kazmaya karar vermiş, dilekçeye bazı grafikler, hesaplar falan da eklemişti. Böyle deli deli şeyler işte, zaten o yüzden de ona çatlak muamelesi yapılıyordu. Geceleri elinde bir gaz lambası bağında dolanır durur; ağaçlara konuşur, bulutlara konuşur, yıldızları sayar, şehrimizin mühim bir adamıymış gibi yapardı (s. 263 ve 266-267).”
Üçüncü ve son grupta üç Polonyalı yazarın, bizi ve tarihimizin bazı dönemlerini konu alan metinleri yer buldu. Bunlardan ilki, II. savaştan hemen önce Kayseri Uçak Fabrikası’nda, savaş yıllarında ise Etimesgut Uçak Fabrikası’nda çalışmış Mühendis Gibalka’nın kızı Wanda Dabrowiecka’nın Polonya’da henüz yayımlanmamış anılarından bir bölüm: ‘Ankara. İlk Adımlar’. Wanda Hanım’ı geçtiğimiz Temmuz ayında yitirdik fakat neredeyse ömrünün son günlerine kadar bağlantı içinde olmuştuk. Bana anılarının Türkiye ile ilgili bölümlerini vermişti. O metinler içinden tutup da Ankara’yla ilgili bir metni seçmem, tamamen benim ‘Angaralılığım’ ile ilgili zira ben iflah olmaz bir Ankara hastasıyım. Ankara’da doğdum, ‘ilk adımlarımı’ orada attım, gençliğimi orada tükettim ve dünyanın neresinde olursam olayım ona bağlı kaldım. (Aslında bağlı kaldığım şey, herhalde bir kentten çok kendi geçmişimdi.) O yüzden, 1936 yılı Ankara’sının küçük bir kızın gözünden anlatıldığı bu metni yalnızca severek değil ama gerçek bir ilgiyle de okuyup çevirdim. Özellikle son iki sayfasının okunmasını öneriyorum. Orada, bir ulusal bayram günü resmigeçidi izlemek için Ulus Meydanı’na yürüyen bir erkek kalabalığının önüne katıp sürüklediği genç bir Avrupalı kadınla küçük kızının yaşadıkları yazılı. Okuyunca göreceksiniz ki erkek egemen ve de erkeklerimize egemen ikiyüzlü ahlak ya da düpedüz ahlaksızlık, 30’larda da aynen bugünkü utanmazlığıyla varmış. Ve eğer erkekseniz ve kendinizi o erkekler güruhunun ahlaksız ahlakının dışına zorlukla da olsa, zamanında belki aynı ahlaksızlığın çamuruna bulana bulana da olsa, sonuçta bir şekilde atabildiğinizi düşünüyorsanız, en azından bu açıdan “Olmuşum” diyebileceksiniz. İkincisi: Türkiye’de Leh Dili ve Edebiyatı kürsülerinin kuruluşuna çok emeği geçmiş, benim de hocalığımı yapmış Profesör Andrzej Zieniewicz’in Türkiye izlenimlerini kayda geçtiği Küçük Polonyalı Küçük Asya’da adlı kitabından bir metin. Anıyla deneme arasında gidip gelen metinlerin toplandığı o kitaptan seçkiye ‘Ankara’da Kış (Ya da Küçük Polonyalı Küçük Asya’da)’ başlıklı bölümü aldım. Zubinski ölmeden yetişememiştim fakat Zieniewicz Hoca ile neyse ki aynısı olmadı: 2023’teki ani ölümünden birkaç hafta önce çeviri metnimi aldı ve sözcük sözcük incelemeye yetişti. Çeviriye hocanın asistanlığını yapan, arkadaşım Türkolog Dorota Hafta Işık’ın da büyük katkısı oldu. Seçkiye aldığım bölümde hoca, özgün mizahıyla akademik çevreleri hicvediyor. Ben de bu konuda epey can yakıcı sözcük biriktirdim fakat akademide karşılaştığım şeylerin irtifası o kadar alçaktı ki şimdi ben bile sanki Nâzım Hikmet’mişim gibi, “Hakikaten konuşmaya değmez” diyorum. Yine de hocanın D.T.C.F’den çıktığı ilk gün kurduğu bir cümleyi buraya almadan edemeyeceğim: “Neyin içine düştüm ben? Bildiğin lunapark anasını satayım” (s. 261).
Ve en sonunda ‘Nâzım’ – Witold Szablowski’nin Türkiye’de yaptığı röportajları topladığı Kayısının Başkentinden Gelen Suikastçı başlıklı kitabından bir bölüm. Yazarın özellikle Polonya ve Rusya’da Nâzım Hikmet’in yaşayan dostlarıyla yaptığı söyleşiler, yalnızca şairimizin yaşamının Türkiye’den ayrıldıktan sonraki dönemi değil ama aynı zamanda onun peşinden – onunla nihayet bir araya gelebilmek umuduyla – yurt dışına türlü zorlukları göze alarak çıkan Münevver Hanım ile oğlu Mehmet’in Varşova’daki yaşantıları üzerine de bugüne kadar pek bilmediğimiz ayrıntılara erişmemizi sağlıyor. Bu yazının başlığını da o bölümden aldım. Biliyoruz. Şairin yaşam öyküsünden, gücün karşısında eğilip bükülebilen bir adam olmadığını biliyoruz. Doğası eğilip bükülmeye uygun değil ki, onu şair yapan da o doğadır zaten ve öyle bir doğaya sahip olmanın bedelini de en ağır şekilde ödüyor. Kumaş bir defa böyle dokunduysa, belki kendini bazı ufak tefek lekelerden bütün bütün sakınamaz ama özde İstanbul’da da Moskova’da da aynı kumaştır. Stalin döneminde Moskova’ya gitmek zorunda kalan Hikmet, orada gençliğinde gördüğünden, Ekim Devrimi’ni izleyen ilk yıllardakinden daha farklı – daha kötü – bir ülke buluyor ve sağda solda memnuniyetsizliğini ifade etmekten geri durmuyor. Stalin de ondan memnun değil. Yanına bir şoför, şoföre de Hikmet’i ortadan kaldırma görevi verdirtiyor. Aslında adam katil değil, onu ailesiyle tehdit ettikleri için şairi öldürmeyi kabul etmek zorunda kalıyor. Ast-üst (şoför-büyükedebiyatçı) hiyerarşisini takmayan şair, bu adamla hemen bir dostluk kuruyor ve bu arada adam da Moskova’dan tam dört kez şairi öldürme emri alıyor ama bir şekilde her seferinde emri ertelemeyi başarıyor. Nihayet Stalin öldükten sonra şaire gelip karşısında diz çöküyor ve suçunu itiraf ediyor, salya sümük özürler diliyor. Gerisini bu olaya tanık olan şair Yevgeni Yevtuşenko’dan dinleyelim:
“Nâzım bu hikâyeyi kılı dahi kıpırdamadan dinledi. Sonunda şunu dedi: Hakikaten konuşmaya değmez. İyisi mi siz votka koyun bardaklara” (s. 221).
Bu uzun yazıyı buraya kadar okuma sabrı göstermiş okuyucuya bir son not: Seçkiye, dilim döndüğünce, her bir yazarın yaşam öyküsü ve edebiyatı üzerine bilgiler içeren kısa metinler ekledim. Bu açıdan kitap, Polonyalı yazarlar ve Polonya edebiyatının bazı dönemleri üzerine belki kapsamı sınırlı ama – bence – bu kapsam için yeterli bir bilgi kaynağı da sağlamış oldu.
Çekmecemden Çeviriler. Leh Edebiyatı’ndan Kısa Metinler, Der. ve Çev. O. Fırat Baş, Ed. Kardelen Uysal, Gen.Yay. Yön. Kerem Işık, Livera Yayınevi, İzmir 2023.
Editör: Güzin Arar- Çığ Dergisi