“KURBAĞA YAĞMURU” ÜZERİNE IRAZ ŞENSÖZ İLE SÖYLEŞİ
Lina Yalınçay:
Metinlerdeki iç sesler çok sahici ve yer yer şiirsel. Bu karakterlerin sesini bulmak sizin için nasıl bir süreçti? Örneğin Arif ya da Sezen gibi karakterler sizi ne kadar zorladı ya da yönlendirdi?
Iraz Şensöz:
Ne güzel bunu duymak. ‘Akşam Olur Gizli Gizli’ isimli öyküdeki Arif gibi karakterleri hayatta hem trajik bulurum hem de onlara sempati duyarım. Bir kadın yüzünden (eşi olsa da olmasa da) acı çeken erkek karakter her zaman hüzünlü gelir bana. Erkekler çok duygusal ve kırılgan egoları olan canlılardır genelde. Arif’in sesini bulmak aslında içimde bir yerlerde yaşattığım o insanlara kulak vermemle oldu. Ben bütün insanların, kendi içinde yaşadığına inanan ve bunu hisseden biriyim. Arif de o insanlardan biriydi. Hep oradaydı. Sezen de öyle. İkisi de hep içimdeydi. Erkek ya da kadın olması fark etmiyor. Ben kendimi ‘cinsiyetsiz’ gören, bir aktör/oyuncu gibi algılayan biriyim. Böyle olunca farklı karakterleri içimde yaşatmak, onların yerine geçmek çok da zor olmuyor diyebilirim.
Lina Yalınçay:
Okurlarınız kitapta çoğunlukla sessiz direnişleri, bastırılmış duyguları ve duyamadıklarımızı fark ediyor. Bu tür duyarlılıkları edebiyata taşımanın sizin için kişisel bir anlamı var mı?
Iraz Şensöz:
Harika. Ben biraz hayatı böyle okuyan, gündelik hayata böyle bakan biriyim sanırım. Dikkatimi hep ayrıntılar çeker. Bu, bazen dediğiniz gibi sessiz bir direniş, bazen bir insanın içinde kalan duygular bazen de küçük bir tepki olur. Edebiyatı edebiyat yapan şeyin de aslında bu olduğunu düşünüyorum. Bir bakışta göremediğimiz incelikleri bize göstermek edebiyatın varoluş amacı gibi geliyor bana. İnsan genel olarak ince, kırılgan, hassas bir canlı ama hayat onu kabalaştırabiliyor. Bu ayrı bir konu tabii.
Bu duyarlılıkları edebiyata taşımamın anlamı ise kişisel, doğru. Sanırım ben de karakterlerim gibi büyük tepkiler verebilen, büyük sesler çıkarabilen biri değilim. Biraz daha biriktiren, izleyen, hayatla baş etmeyi çok beceremeyen, çoğu zaman hayata teğet geçen biriyim. Belki de yazmak bu yaraları sarıyor, acıları dindiriyor olabilir. Ben de net bilmiyorum açıkçası. Biraz da içsel bir itki ile yazıyorum. Yazmak bir ihtiyaç benim için; hava gibi, su gibi.
Lina Yalınçay:
Öykülerinizde kadınlık halleri, yaşlılık, çocukluk ve erkeklik gibi çok farklı kimliklerin iç çatışmalarına odaklanıyorsunuz. Bu çok sesli anlatıyı oluştururken nelere dikkat ettiniz?
Iraz Şensöz:
Bu çok sesli anlatının bir başlangıç olduğunu düşünüyorum öncelikle. Yazıyla, yazma eylemiyle uğraşan biri olarak, her türlü kimlik, varoluş ve ruhla bağ kurabileceğimi biliyorum. Bir şintoist gibi konuşacağım ama buna hayvanlar, bitkiler ve nesneler dahil. Yazan birinin kendini yerine koyamayacağı hiçbir varoluş yoktur bana kalırsa. Yazmanın büyüsü de burada.
Bu çok sesli anlatıyı kurarken hayatın yaraladığı varlıklar olarak basitçe, biz insanları düşündüm. İçimdeki, dışımdaki insanları. Bir açıdan bu karakterlerin hepsi zaten benim. Farklı zamanlarda içimdeki insanlarla buluştum ve bu öyküler ortaya çıktı diyebilirim.

Lina Yalınçay:
“Kurbağa Yağmuru” adlı öyküde hem fiziksel bir doğa olayı hem de duygusal bir kopuş var. Gerçek bir olaydan mı esinlendiniz, yoksa metaforik bir kurgu muydu?
Iraz Şensöz:
Öykünün sonunu başından bilmiyordum. Tek bildiğim ve istediğim kadın karakterimin ilişkisinde yaşayacağı kopuşa doğru yol almaktı. Akışta, kendiliğinden bu metafor belirdi. Kadının yaşadığı o kopuş duygusunu sanırım o kadar güçlü hissettim ki, bunu tek başına, metafor olmadan anlatmak yetersiz geldi.
Lina Yalınçay:
“Adamım Muhammed Ali” öyküsünde hegemonik erkeklik mitinin çöküşünü çok trajik bir tonda işliyorsunuz. Bu öyküyü yazarken zihninizde nasıl bir çatışma vardı?
Iraz Şensöz:
Erkekliğin her haliyle trajik olduğunu düşünmüşümdür. Muhammed Ali’ye öykünen bir boksörün ağır ağır delirmesi… Aslında aklımda en başta sadece bir boksörün hikâyesini yazmak vardı. Muhammed Ali hayranlığı devreye girdi, derken “şöyle olursa ne olur” sorusuyla gelişen olaylar sonucunda benim de yazarken sonunu merak ettiğim bu öykü ortaya çıktı. Çoğu zaman öykülerimin sonunu başından bilmiyorum.
Lina Yalınçay:
Kitabın genelinde gündelik konuşma diliyle edebi bir anlatım arasında dengeli bir geçiş var. Bu dilin biçimleniş süreci nasıl gelişti? Karakter dili mi belirledi, yoksa siz mi yön verdiniz?
Iraz Şensöz:
Teşekkür ederim çünkü tam olarak yapmak istediğim şey bu. Gündelik dil ile edebi bir anlatımı dengeli kullanmak. Okur olarak sevdiğim edebiyat da böyle. Mesela Sepulveda, Salinger, Fante. Böyledir… Gündelik konuşma dilini çok önemsiyorum ve bu dille edebiyat yapılabildiğini gördüm ve bu içtenlik tam olarak beni anlatıyor. Dilin biçimlenmesi şöyle oldu; karakterler kanlı canlıysa zihninizde zaten sizin yazar olarak hesap kitap yapmanıza gerek kalmıyor. Onlar size hikâyeyi yazdırıyor. Yani ben karakterlerimin yaşamasına izin verdim ve onları takip ettim diyebilirim.
Bu harika sorular ve yerinde tespitler için teşekkür ederim. Çok keyifliydi.