AYÇA YILMAZ/İÇİNE SAKLANDIĞIM KÜÇÜK DOLAP

İçine Saklandığım Küçük Dolap

Oldukça karlı bir şubat ayıydı. Doğum günüme bir gün vardı ve Ankara’nın kışının kış gibi geçtiği bembeyaz günlerdi. Yabani, sessiz ve on yaşımdaydım. Babam uzaklara çalışmaya gitmiş, ben ve annem beraber yaşıyorduk. Annem bordo renkli küçük arabamızı sürerken yanına otururdum. Kışın camları buğulanır, elimde eski bir bezle camın buğularını silerdim. Bir çeşit silecektim ben. Kısa boylu, kırmızı şişme montlu, neşeli silecek, annesinin “Şimdi” dediği anı kollayarak sevinçle geçirirdi yolculuklarını. Her yer kardı, beyaz kar, çamurlu kar, cıvık kar, erimiş kar…  Arabayla giderken ara yollar bana sonsuza kadar devam ediyor gibi gelirdi. Bordo renkli arabamız karlar arasında homurdanarak giderdi ve kolları ağrısa da ‘silecek’ yola hep mutlu devam ederdi.

İşte o yolculuklar ne kadar hareketliyse, o şubat ayı, o gün, o evin içi de o kadar sessizdi. Evde bir kişi eksikti. Bomboş odaların her biri mağara gibiydi. Hiç unutmam, anne şöyle demişti: “İşte senin odan.” İşte benim odam. Girer girmez ahşap parkelere yapışmış, kenardakilerden birine kocaman bir ‘A’ harfi kazımıştım. İşte benim odam, sonsuza kadar.

Yarın doğum günümdü, her yer bacak boyu kardı. Her şey bembeyaz, soğuk ve yeniydi benim için. Annenin taşınma telaşı vardı, işçiler girip çıkıyordu ve işte, benim odamın ortasında birtakım eşyalar belirmeye başlamıştı. Bir yatak, bir dolap; sarı kapaklı, tek tarafı aynalı. Yatak olması gereken yerde değil, dolap olması gereken yerde değil. Olmam gereken yerde değilim. Evin içine, kalbine doğru ilerliyorum. İşçiler girip çıkıyor, evin içinde sürekli birtakım eşyalar beliriyor. Sandalyeler, yemek masası, bir koltuk çıkıyor merdiven boşluğundan sızlanarak ve kutu kutu eşyalar takip ediyor süzüle süzüle. Mağara gibi bomboş odalar dolmaya başlıyor. Hiçbir şey olması gereken yerde değil. İşçiler girip çıkıyor, eşyalar artıyor ve sesleri…  Anneyi görüyorum. “Anne ne oluyor?” Anne sürekli birileriyle konuşuyor. Birini bırakıyor, öbürüyle konuşuyor. Öbürü ötekine, öteki bambaşka birine el veriyor. Anneeee! Bambaşka birinin sakalları var ve kocaman kaşları. Ötekine dönüyor, öteki sıska, gömlekli diğeriyse ter kokuyor. Anneee! Arkadan sızlanarak beriki geliyor. Beriki küfrediyor ve sigara kokuyor. “Aman!”, diyor birisi. Çocuk duyuyor. Anneee! Anne birisine çıkışıyor. Birisinin boyu babama benziyor. Aman diyor, çocuk var diyor. Off, eşyalar insanı bunaltmaya başlıyor.

Televizyon salona tıslayarak giriyor. Komodinler yatak odasına geçiyor. Anneee! Anne şimdi birinden yine ötekine dönüyor. Bu sefer beriki lafa atlıyor, beriki feci sigara kokuyor. Kalabalık artıyor, gitgide çoğalan bir hareket dalgası oluşuyor. Odaların ağızlarından eşya parçaları sarkıyor. Karınca gibiyim. Anneee! Anne mutfağa giren buzdolabının koluna girip uzaklaşıyor, gözden kayboluyor.

Ayaklarım geri geri gidiyor. Kapılar sürekli hareket ediyor kelebekler gibi. Havada eşyalar uçuşuyor. Sehpalar süzülüyor salondan mutfağa. Mutfağa elleri belinde tombul bir çamaşır makinesi giriyor. Ayaklarım geri geri gidiyor, öteki berikine, beriki bir başkasına karışıyor. Kalın kaşlardan, sakallardan, sıska gömlek ve birtakım dişlerden ter kokulu bir bulut kaplıyor evin kalbini.

Ayaklarım geri geri gidiyor. Parkelerin cilasında adımlarım kayıyor. Kocaman bir “A” harfi uzaktan beni izliyor, sırıtıyor. Sonsuza kadar diyor. Tövbe Allah’ım! Gözlerimi kapatıyorum. Kâbus, kâbus! Gözlerimi açıyorum. ‘A’ harfi hâlâ bana bakıyor, bu sefer gülümsemiyor. Ayaklarım geri geri başka bir odaya giriyor. Gözlerim hâlâ o düşmanı arıyor. 

Odanın ortasında kocaman bir dolap duruyor. Kesinlikle olması gereken yerde değil. İçeriden sesler geliyor, bir şeyler uçuşuyor, süzülüyor ve lafa giriyor. Karınca gibiyim. Dolabın içine giriyorum. Sessizlik. Karanlık, eski paltolar ve naftalinli; kimseye görünmeden geçip gitmiş mevsimler kokuyor. Kimseye görünmeden karanlık dakikalar, saatler geçiyor, sessiz. Dolap büyüyor, karanlığı bizim mahalleye kadar, okulun bahçesine kadar uzuyor. Koşuyorum bahçede ve çocuklara parmak sallıyorum. Büyüyünce buranın cumhurbaşkanı olacağım diyorum. Kırtasiyelere girip kokulu kolonyalar, simli tutkallar alıyorum mor ve sarı. Bakkala girip ekşi sakızlardan ağzıma atıyorum bir avuç. Koca gözlüklü, şapkalı bakkalın kedisini seviyorum. Bakkal hep gülüyor. Ağzımı caklata caklata çiğniyorum, hâlâ gülüyor. Dilimi çıkarıp sakızı gösteriyorum edepsizce, elimle göbeğime “Ohh, ooh!” yapıyorum, hâlâ gülüyor. Koşarak çıkıp karşıki parka fırlıyorum. Fırlamıyorum, uçuyorum. Hızla giderken sağ ayağıma bakıyorum. Ellerime bakıyorum, ‘scotter’ sürüyorum. Scotter yarışı, yokuş aşağı iniyoruz sekiz-on çocuk. Hızlandıkça evler ip gibi uzuyor kulaklarımın ardından. Rüzgâr “İfff” diyor, yolun asfaltı jilet gibi akıyor. Aşağıdaki caminin yanına kadar iniyorum jet gibi. Bir bakıyorum adamlar çeşmede ayaklarını yıkıyor. Bu adamlar neden hep gri çorap giyiyor. Çoraplara bakıyorum, kesin pis kokuyor.

Uzaktan bir ses adımı çağırıyor. Etrafıma bakıyorum, birden her şey küçülüyor, adamlar sinek kadar kalıyor, ‘scotter’ yok oluyor. Tekrar karanlık ve kimseye görünmeden geçip giden mevsimlerin kokusunun sindiği paltolar sarıyor etrafımı. Neresi burası, dev bir güvercinin yuvası mı? Sıcak, ılık ve kaşıntılı. Bir ses adımı çağırıyor. Birden içeri aydınlık doluyor. Anne beni yuvamdan çekip çıkarıyor. “Neredesin sen saatlerdir?” diyor, şimdi de bana sitem ediyor.

Aylar geçiyor, misafirler geliyor, misafirler gidiyor. İçlerinden biri her seferinde soruyor, “Kızın nerede?” Anne de hep aynı cevabı veriyor: “O dolap seviyor.”