AKPINAR KÖY ENSTİTÜLÜ BABAM
AHMET SEVEN’in ardından
“Samsun Samsun kırdın kanatlarımı, soğuk taşların özlemine bıraktın beni…”
On yıl önce Mayıs ayıydı, Samsun’la ilgili bir kitap çalışması için mezun olduğun okula gitmemiz gerekiyordu. Oğlum Hasancan ve annemle birlikte Ladik Akpınar’a gittik. Mevsime rağmen Akdağ’da ve okulunun bahçesinde kar vardı. Annemi bir yere oturtup okulun bahçesine çıktık. Ağır ağır yürürken, ansızın bir şey görmüş gibi adımlarını hızlandırdın; sana yetişmeye çabalıyor, yetişemiyordum. Seslensem de artık beni duymuyordun. Buza kesen karların üstüne basa basa, o hışırtılı sese aldırmadan bahçenin en sonundaki tek katlı eğreti bir binanın yanında durdun. Soluk soluğa yanına vardım. Ellerinle kireç badanalı duvarı okşuyordun. Durup bir süre sessizce seni izledim. Sonra, “Baba!” diye seslendim. Gözlerini benden kaçırarak, “Bu duvarı bu eller ördü” dedin. Bir şey söyleyip söylememek arasında duraksadım. Sessizliği seçerek bekledim. “Burası bizim yatakhanemiz” dedin yüzüme bakmadan. Sonra birlikte sustuk. Orada ne kadar kaldık, ne kadar sustuk şimdilerde sildi belleğim. Tırmıkların, sapanların ve başka tarım aletlerinin kapı önlerinde yağmura, kara terkedildiği işliklerin önünden geçtik. Mavi gözlerin de yağmur…
Gidişinden bu yana yaşadıklarımız bir film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Uzaklardan, sızılı yüreğimle uzanıyorum sılamdaki anama, babama. Elimi bir uzatıp bir çekiyorum; beni tepeden tırnağa özleme kesen sisli izlerinize. Çocukluğumun alaca sokaklarından, şimdilerde yüreğimi üşüten yaşadığım yerlere… Ait olma duygusunun eğreti durduğu bir yaşamın ağırlığı var omuzlarımda hâlâ… Bir de,“Ben bir daha babamın kapı zilini kaç kez daha çalacağımın hesabını yapıyorum” söylemimdeki silinmez acı…
Yaşamını özetlediğimde bir arkadaşım senin fazlasıyla hoşgörüyü hak ettiğini söylemişti. Kapağı açılmamış bir kitap gibiydin babam! Her anlatıda, her dizede yepyeni sayfalar açılıyordu önümüze. Yoksulluğun ve yoksunluğun kol gezdiği dönemlerde, bütün çabaları karın doyurmanın ötesine geçemeyen bir ailenin çocuğuydun. Daha anne karnındayken kaybetmiştin babanı. Eğitmen elinde okumak için, çarıktan başka bir şey görmemiş ayaklarınla kaç saat yol yürürdün, eğitmenin olduğu köye varmak için. Başka yaşamları bilmediğinden iyi havalarda pek de sorun etmezdin bunu! Ne ki kar tipi çıktığında, ne yapacağını şaşırırdın. Boynun bükülse de yetimliğin verdiği baskıyla karnını doyurmak ve barınmak için, o köydeki bir evin kapısını dahi çalamazdın. Bunu bana anlatırken, “Açlığa dayanırdım da soğuğa dayanamazdım” deyişindeki hüzün dağlardı yüreğimi. Umarsız, en yakındaki samanlığa girip, samanların arasında soğuktan korunmaya çalışırdın. Sabah olup da okula vardığında, üstüne yapışıp kalan samanlardan nereye sığındığını anlardı eğitmen. Seni sobanın yanına oturtur, evinden bir tas sıcak çorba getirirdi. Sen sobanın ve çorbanın sıcağıyla ısınıp kendine gelinceye değin derse başlamazdı. Aradan yıllar geçip devlet memuru olduğunda, bu kez sen eğitmenin her türlü sorunuyla ilgilendin. Ne yapsan ona karşı kendini borçlu duyumsadığını dillendirdin.
O köye iki yıl gidip gelerek eğitmen elinden eğitimini tamamladın. Sonra ağanın isteğiyle onun hayvanlarını otlatmaya başladın. Kayalık olan köyün koşulları nedeniyle hangi hayvana zarar gelse, bir toprağınız giderdi elinizden. Bir gün ninenin korktuğu olur, sarı inek yuvarlanır kayalardan! Olanlar olur! Aradan bir süre geçince ağa karşılık olarak aynı kayadan seni yuvarlar. Öldü mü kaldı mı diye dönüp arkasına bile bakmadan gider. Ondan, bir yetimin hesabını soracak kimse yoktur o dönemde. Ayılıp kendine gelmen gece yarısını bulur. Sürüne, tutuna evine geldiğinde kimsesizliğinize ağıtlar yakar ninen. Sabah o kanlı ve eski elbiselerinle kimselere görünmemeye çabalayarak ilçede alırsın soluğu. Günlerden Perşembedir. O yıllarda başka köyün ağaları hafta günü, pazar yerine çoban beğenmeye gelir. Belki içlerinden insan gibi insan olan bir ağa seni beğenir de kurtulursun bu acımasızın elinden. Bu düşünceler içindeyken tellalın sesi duyulur. “Bedava yemek, bedava yatak, okul açıldı yoksul köy çocuklarını alıyor. Duyduk duymadık demeyin ey ahali!” Tellalın ardına düştüğün andan sonra değişir kara yazgın. Artık, Samsun Ladik Akpınar Köy Enstitüsü’ndesindir.
Ağa durur mu, tez elden ninene “Komünistlerin okuluna gidiyor oğlun” der. Ondan etkilenerek ak sütünü haram eder Nine sana. “Bir gün helal edersin” diyerek yolundan dönmezsin. Geri adım attıramaz ağanın çabaları sana. Tamamlayıcı eğitimle birlikte beş yıllık ‘Ladik Akpınar Köy Enstitüsü’ndeki eğitimden sonra sınava girerek ‘Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün sağlık kolunu kazanırsın. Orada da iki yıl eğitimden sonra ataman, doğduğun topraklara; dahası samanlıklarında sabahladığın Samsun Kavak, Seyitali Köyü’ne yapılır. Canla başla çalışırsın. Çevre köylerin tümünün sorumluluğu da omuzlarındadır. Evlerin ikinci katlarına kadar kar yağdığı zaman bile köy köy dolaşıp umarsız insanlara koşarsın. Penisilin ilacının mucizeler yarattığı dönemlerdir. Nice ölümcül hastayı hayata döndürürsün. Adın köylere, kasabalara yayılır… Her şey bir yana da babam, seni kayalardan yuvarlayan ağaya nasıl yardım ettiğini, onu tedavi ettiğini görmek alabildiğine şaşırtmıştı beni. Yaşadığım sürece de bunu anlamakta zorlanacağımı biliyorum. Bu nasıl bir şeydir babam?! Sana kapısında ki inek kadar bile değer vermeyen bir ağaya sağlık taşımak, evinde konuk etmek kaç insanın yapabileceği bir şeydir? Bunu yapabilmek için hangi karşıt duygularını yendin, neler giyindin eğnine insanlık demetinden?
Senin de çok sevdiğin Şerafettin Uğur Öğretmen, bir gün bana, “Kavak’tayken, müfettiş Recep Cüre ile baban yoldan yürürken bütün halk ayağa kalkardı. Bu saygı durduk yerde oluşmadı” demişti. Kavaklılar Dernekleri Konfederasyonu, Danışma Kurulu Başkanlığı görevini yürüten Ersin Erge dernekte adını andığında, salonda seni tanıyanlardan yükselen uğultuyu anlattı. Duyduklarıma şaşırmadım. Özellikle o yörede nasıl çalıştığının, dahası insanların seni gözlerinde nasıl ululaştırdıklarının tanığıyım ben! Sende olanı insanlarla paylaşırken, seni yetiştiren kurumlara, topluma ve insana gönül borcunu ödemeye çalışırken; ülkülerin uğruna kendi çocuklarını unuttuğun zamanlar olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Oysa, sen bu topluma borcunu kat kat ödedin. Borç bir yana, bence alacaklı olduğunun bilincine varamadan tamamladın yaşamını.
Eğitimci yazar Mehmet Cimi öğretmenimin ‘O Yıllar Dile Gelse’ kitabında, köy enstitülerine hangi koşullarda girdiğini herkes kendi dilinden anlatır. Sen sağdın, kitap yayımlanmıştı. Kendi sayfanı gözyaşlarıyla okudun. ‘Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği’nin bir etkinliğindeydik,Mehmet Başaran, Mahmut Makal, Talip Apaydın, Osman Bolulu ve diğer yazgıdaşların ve dilimizin kalem ustaları o kitapta senin öykünü okuduklarında senden ötürü beni sormuşlar. Yanlarına vardığımda her biri ayrı ayrı seni anarak “Hepimizin bu okullara girerken hüzünlü birer öyküsü var. Ne ki babanın öyküsünü okuduğumuzda bu anlamdaki bütün sözlerimizi geri aldık” demişler, bundan böyle bu kurumlar anıldığında, senden söz edeceklerini dillendirmişlerdi. Bunu sana anlattığımda gözyaşlarını tutamadın, unutamam.
Çakallı Köyü’ndeyken üç kişi Ulus Gazetesi okurdunuz. Başöğretmen, sen ve karakol komutanı. Sonra bir araya gelir okuduklarınızı konuşurdunuz. Onları bulamazsan konuşmak istediğin makaleyi katlar elime tutuştururdun. “Bunu oku, sonra konuşacağız” dediğinde ilkokul dördüncü sınıftaydım. İlkinde anlamaz, iki ve üç derken anlamaya başlardım. Çocuk kitaplarının olmadığı o dönemlerde erken yaşta okuma bilinci kazanmamın ve dünya klasiklerini, yine erken yaşta okumaya başlamamın temeli atılırdı böylelikle. Özellikle, sabahları kahvaltı masasına gelirken ezberinden okuduğun şiirler çınlıyor kulaklarımda; Tevfik Fikret’ten, Namık Kemal’den, Faruk Nafiz Çamlıbel’den…
Geriye dönüp baktığımda bendeki şiir dürtülerinin temeline ilk harcı koyan olduğunu söylemeliyim. Yıllar sonra Samsun’da yüz yüze görüşmemizde, “Eskiden ne güzel şiir okurdun”dememe kalmadı, kaldığın yerden başladın okumaya. Hiç duraksamadan, bir sözcük atlamadan… O sesi kayda almakta geciktim yazık ki… Nereden bilebilirdim su gibi berrak belleğinden bu dizelerin son kez döküldüğünü! Ne zaman seninle ilgili yazmaya başlasam hâlâ yağmur gibi yağmaya başlıyor anılar. Yorgun parmaklarımla onlara yetişmekte zorlanıyorum. Yaşamının neresinden tutsam deniz deryasın babam! Çakallı Köyü’nden söz açılmışken, yine orada başka bir anı canlandı birden: Aşağı Çakallı’da çok kaza olurdu o yıllarda. Köprüden uçuverirdi otobüsler, otomobiller… Bütün yaralılar bizim oturduğumuz lojmana getirilirdi. “Bu yaralı çok ağır dokunamam” demezdin, sanki hastaneydi evimiz. Annem, ispirto ocağında su ısıtır, ben o yaşta, aletleri ve gazlı bezi, pamuğu tutardım. Ağırlık sırasına göre hepsine ilk yardımı yapıp ildeki veya ilçedeki hastanelere gönderirdik.
Bütün bunlar durduk yerde yaşanmadı. Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından biri olan köy enstitüleri, kulluktan birey olmaya taşımıştı seni ve senin gibi yoksul köy çocuklarını… Bilisizliğin kıskacında, güçlünün sürekli sömürüsüne uğrayan bozkır gülüşlü insanımız umarsızdı. Bu durum 17 Nisan 1940 tarihinde köy enstitülerinin açılmasına değin sürdü. Devlet, bir askere alırken, bir de vergi toplarken anımsıyordu köylüyü. Kurtuluş savaşını yapan insanlara bu umut okullarıyla ulaşılmıştır.
Hasan Ali Yücel, “Dağ başlarında kendi kendine açıp solan çiçek bırakmayacağız.” diyerek, yüzde sekseni köylü olan ülkede yapacaklarının sınırsızlığını vurguluyordu.
İsmail Hakkı Tonguç “Köy Enstitülerinin amacı, özgür ve kişilikli birey yetiştirmektir. İş, üretim bir araçtır; bir amaç değildir.” diyerek Köy Enstitülerinin niteliğini çiziyordu belleklere.
Işığı yüklenenlerin karanlığa ışımalarının destanıydı bu kurumlar!
Bunlardan biri olan, Samsun Ladik, Akpınar Köy Enstitüsü de, yaşama sevinci örselenmiş, kekik kokulu dağda bayırda düş kuran, sopa yontan, kaval çalan aç açık yetim Ahmet’lerin, yalnızlıklarından çıkarılıp umut yüklenmelerinin destanıydı!
Umut okullarına koşarak, ruhunu yüreklerine taşıyanların destanı!
Yazgısını değiştirmek için ışığa koşan senin gibi köy çocuklarının destanıydı!
Bu uygarlık koşusunda insan da, doğayla atbaşı, kendini yeniden yaratıyordu. Yokluğun, yoksunluğun, dahası bilisizliğin acımasızlığında sinen insanımız silkiniyordu yeni baştan. Dur duraksız çalışıp didiniyor, coşkusunun ardına saklıyordu yorgunluğunu… Kulluktan bireyliğe geçişin en çarpıcı örneğini sunuyordu dünyaya!Senin hüzünlü geçmişin bu özgün kurumların tanımlanmasına yeterdi. Bu tanımlamanın ve önü alınamaz çağlayanın yarattığı ender örneklerden biriydin Baba!
Sözü uzatırken gidişini yazmaktan kaçındığımı ayrımsadım. Cenazene bile Kovid 19 nedeniyle yetişemedim baba. Öteden beri hiç sevmediğim Aralık ayı seni bizden alan ay olarak yazıldı belleğime. 27 Aralık 2020 Pazar günü sabaha karşı, “Suların sabrı buraya kadar” deyip yumdun gözlerini. Pandemi nedeniyle ülkede her yer kapalı ve dışarı çıkma yasağı olduğundan 28 Aralık Pazartesi günü uçakla Samsun’a, izleyen Salı günü de yanına gelebildim. Soğuk taşlarına tutunmak düştü bana. Gecikmeli de olsa sevdiğin insanların yanında yaptım istediğin konuşmayı. Uçakta gelirken kalemimden, “Samsun Samsun kırdın kanatlarımı/Soğuk taşların özlemine bıraktın beni…” dizeleri düştü dilimden. Bir dönem geçti seninle Baba! Bu destana dur diyen, bozkırları yeşerten kurumları baltalayan düzenbazın gözü aydın, dedim ardından. Yineliyorum sözümü.
Işığın eksilmesin babam, özlemle saygıyla anıyorum seni ve senin kişiliğinde tüm köy enstitülülerini.