ZEYNEP EŞİN İLE RÖPORTAJ

‘BÖYLE UĞULDAR AĞAÇ’ ÜZERİNE ZEYNEP EŞİN’LE BİR RÖPORTAJ

Güzide Hekimoğlu:

Merhaba Zeynep Hoca’m. Sizinle son kitabınız olan ‘Böyle Uğuldar Ağaç’ üzerine konuşmak istiyorum. Öncelikle sizi okurlarımıza tanıtmak isterim. Radyo–Televizyon eğitimini tamamladıktan sonra çeşitli ulusal kanallarda yönetmenlik yaptınız. 2018 yılında Yazı-Yorum adlı e-dergiyi kurarak edebiyat dünyasına aktif olarak girdiniz. Bu süreçte yüz yüze ve çevrim içi öykü atölyeleri düzenlediniz ki bu öğrencilerden biri de benim. Birkaç öykü seçkisine önderlik ettikten sonra ilk öykü kitabınız olan ‘Son Üç Dakika’ okurlarınızla buluştu. Ardından ‘Hayat Hanım’ın Hayaletleri’ ve son olarak da 2025 yılında Alakarga Yayınları’ndan, ‘Böyle Uğuldar Ağaç’ adlı öykü kitabınız çıktı. Bu arada ‘Öykü Yazmanın İncelikleri’ ve ‘Okumanın İncelikleri’ adlı kitaplarınızı tekrar gözden geçirip iki ayrı eseri tek bir ciltte toplayıp ‘Yazmanın ve Okumanın İncelikleri’ adıyla tekrar yayımladınız. Alakarga ve Parma Kitap’ta sanat yönetmeni olarak görev alırken editörlüğe ve çevrim içi derslere de devam ediyorsunuz. Birçok yazarın edebiyat dünyasına adım atarken elinden tutan bir yazarsınız aynı zamanda. Unuttuklarım varsa ilk sorum olarak cevaplamanızı isterim.

‘Böyle Uğuldar Ağaç’ kitabınızda yer alan öykülere baktığımda ilk kitabınızla tamamen farklı temalar ve konular karşımıza çıkıyor. ‘Son Üç Dakika’ adlı kitabınızla son kitabınızı karşılaştırırsak aradaki bu değişimi nasıl anlatırsınız?

Zeynep Eşin:

Her kitap aslında, yazarın kendi içindeki farklı bir dönemin aynasıdır. Son Üç Dakika’ benim için daha çok zamanın ağırlığını, insanın kendi içine kapanışını, bireysel yüzleşmelerini öne çıkaran bir kitaptı. Orada sanki zamanı bir kum saati gibi elimde tutuyor, her tanecikte bir yüz, bir içsel hesaplaşma arıyordum. Daha bireysel, daha varoluşsal sorularla dolu bir anlatıydı.

‘Böyle Uğuldar Ağaç’ ise bambaşka bir yönelimden doğdu. Bu kitapta yalnızca bireyin iç dünyası değil, dışarıdaki doğa, toplumsal sesler, hatta kuşların kanat çırpışı, rüzgârın uğultusu bile öykülere dahil oldu. Temalar daha geniş bir yankı alanına taşındı; yalnızlıktan çok çoğulluğa, bireysel kapanıştan çok dünyaya açılan, kökleriyle uğuldayan bir dile evrildi diyebilirim.

Bu değişim aslında benim yazarlık yolculuğumun da bir izdüşümü: İlk kitapta insanın iç karanlıklarını, iç odalarını keşfederken ikinci kitapta o odaların pencerelerini aralayıp dışarıdaki manzarayı, ağaçların, sokakların ve toplumun sesini de işitmeye başladım. Bir bakıma, kendi yazı evrimim; içerden dışarıya, sessizlikten uğultuya, bireyden kolektif olana doğru genişleyen bir yolculuk.

Güzide Hekimoğlu:

Sinema ve Televizyon eğitiminizden bahsetmiştik. Öykülerinizdeki karakterleri bir yönetmen edasıyla yönlendirerek mi yazıyorsunuz yoksa onlar kendilerine bir yol çiziyor mu?

Zeynep Eşin:

Sinema ve televizyon eğitimi, yazıya bakışımı her zaman belirleyen bir temel oldu. Bir öyküyü kurarken ister istemez kamerayı elimde hissediyorum: sahneyi açıyor, ışığı nereye düşüreceğimi düşünüyor, karakterin yüzünü yakın planda mı yoksa uzak planda mı göstereceğime karar veriyorum. Bu anlamda, evet, yönetmen edasıyla bir sahne kurgulamak, karakteri oradan oraya yönlendirmek bana çok tanıdık geliyor.

Ama işin tuhaf tarafı, kâğıda dökülmeye başladığında karakterler artık yalnızca benim elimde kalmıyor. Onlar kendi yollarını çizebiliyor; hatta çoğu kez benim kurduğum planı bozarak bambaşka bir yola sapıyorlar. Sanki yönetmen ile oyuncu arasındaki o kadim gerilim gibi: yönetmen senaryoya sadık kalmalarını ister, ama oyuncu bir anda doğaçlama yapar ve sahne bambaşka bir anlam kazanır. Ben de öykülerimde buna izin veriyorum.

Kısacası, başlangıçta kamerayı tutan, ışığı ayarlayan benim; ama perde açıldığında rolü tamamen sahiplenenler karakterlerin kendileri oluyor. Onlar ne kadar özgürleşirse, öykü de o kadar canlı ve gerçek oluyor.

Güzide Hekimoğlu:

Öykülerinizin bazılarında tanınmış yazarların isimleri karakterlerinize verilmiş: Herman (Hesse), Paul, Edgar Alan Poe, Nazlı (Eray), Halil (Cibran), Slvya (Plath)… Karakterlerinize isim verirken nelere dikkat edersiniz?

Zeynep Eşin:

İsimler benim öykülerimde yalnızca birer kimlik göstergesi değil, aynı zamanda birer işaret fişeğidir. Herman, Paul, Edgar, Nazlı, Halil, Sylvia… Bu adlar, okurun belleğinde hemen başka metinleri, başka yazarları, başka dünyaları çağırır. Yani evet, burada bilinçli bir metinlerarasılık kuruyorum. Karakterlerimin adı üzerinden başka bir yazara, bir başka edebiyat evrenine açılan kapılar aralıyorum.

Bunu yaparken dikkat ettiğim şey, ismin salt bir “alıntı” gibi durmaması. O isim, öykünün dokusuna, karakterin ruhuna işlenmeli. Örneğin Sylvia adını taşıyan bir karakter, sadece Plath’a bir selam durmaz; aynı zamanda onun şiirlerindeki kırılganlıkla, intihal değil ama bir tür ruhsal yankılanma ile var olur. Edgar dendiğinde yalnızca Poe’nun gotik atmosferi değil, aynı zamanda öyküdeki karanlık, tekinsiz ton da kendiliğinden çağrışır.

Okur bu isimlere rastladığında ister istemez başka metinleri hatırlar; öykü, kendi sınırlarını aşarak o metinlerle diyaloğa girer. Benim için bu, yazının en büyüleyici yanlarından biri: metinler birbirini tamamlar, çarpıştırır, hatta dönüştürür. İsim seçerken tam da bu diyaloğun güçlü, organik bir biçimde kurulmasına özen gösteriyorum.

Bir bakıma, karakterlerime verdiğim isimler, öykünün altına gizlenmiş başka bir ses, başka bir katman gibi işliyor. Okur isterse o sesi duyar isterse yalnızca öykünün akışında kalır. Ama bilirim ki isim, tek başına bile bir yankı odası yaratır.

Güzide Hekimoğlu:

Her öykünüz ayrı bir güzellikte. Beni etkileyenlerden biri ‘Nehirde Kaybolan İki Taş Benim Arka Bahçemde’ adlı öykü. Özellikle Avrupa’daki ölülerle çekilen fotoğraflara yapılan gönderme var ve sonu beni çok etkiledi. Bu öykünüzü yazarken etkilendiğiniz bir olay var mıydı? Ya da neden böyle bir öykü?

Zeynep Eşin:

O öyküyü yazarken aslında tek bir olaydan değil, zihnime yıllar içinde takılı kalmış imgelerden beslendim. Avrupa’da özellikle 19. yüzyılda ölülerle çekilen fotoğrafları ilk gördüğümde, o donmuş bakışlarda tuhaf bir huzur ile ürpertinin yan yana durduğunu hissetmiştim. Yaşamın yanında ölüme, sevginin yanında kayba yer açan o görüntüler, belleğimde hep kalmıştı. Nehirde Kaybolan İki Taş Benim Arka Bahçemde’ tam da bu çelişkiden doğdu: hayatta tutmaya çalıştığımız şeylerin ellerimizin arasından kayıp gitmesi ve geriye yalnızca bir fotoğraf kadar kırılgan bir iz kalması…

Öyküyü yazarken kişisel bir kayıp duygusu da vardı içimde. Belki doğrudan birine ait değil ama çocukluğumdan beri ölümle, yoklukla kurduğum o sessiz temas kendini orada açığa çıkardı. Nehirde kaybolan taşlar, aslında hepimizin belleğinde yerinden oynayan, bir daha bulunamayan parçaları simgeliyor. Arka bahçe ise hem en güvenli yerimiz hem de en çok gömülen şeylerin saklandığı mekân.

Yani bu öykü, tek bir olaya değil, ölümle yaşam arasındaki o ince çizgiye, kaybolanla kalan arasındaki çatlağa bakma ihtiyacından doğdu. Belki de bu yüzden sonu sizi etkiledi; çünkü orada yalnızca bir hikâyenin değil, herkesin kendi içindeki kaybın yankısı var.

Güzide Hekimoğlu:

Öykülerde karşımıza çıkan yalnızlık, ölüm, doğa, çocukluk travmaları temaları ile ilgili neler söyleyebilirsiniz? Neden bunları işlediniz?

Zeynep Eşin:

Yalnızlık, ölüm, doğa ve çocukluk travmaları… Bunlar benim için yalnızca “konu” değil, insanın varoluşunu en çıplak hâliyle açığa çıkaran derin yarıklardır. Yazarken bu temalara dönmem, aslında kendimi ya da okuru karanlığa sürüklemek için değil; o karanlığın içinde parlayan incecik ışığı, kimi zaman bir çocuğun bakışında, kimi zaman bir ağacın gövdesinde bulabilmek içindir.

Yalnızlık, bana göre insanın en evrensel hâli. Kalabalıklar içinde bile taşıdığımız, kimseyle tam olarak paylaşamadığımız bir öz. Öykülerde bu yalnızlığı işlediğimde, onun ne kadar derin bir sessizlik değil, aynı zamanda bir tür arayış ve direniş olduğunu da göstermeye çalışıyorum.

Ölüm, kaçınılmaz bir eşlikçi. Onu görmezden gelmek yerine, yüzüne bakmayı tercih ettim. Çünkü ölümle yüzleşmeden hayatın değerini, kırılganlığını ya da güzelliğini bütünüyle kavrayabileceğimize inanmıyorum.

Doğa, tüm bunların içinde iyileştirici bir unsur. Çocukluğumdan beri ağaçların, rüzgârın, kuş seslerinin taşıdığı dil bana başka bir gerçeklik sunar. Öykülerde doğayı yalnızca bir dekor gibi değil, karakterlerin yanında konuşan, bazen onlardan daha güçlü bir özne gibi kuruyorum.

Ve çocukluk travmaları… Hepimizin hayatında en derin izleri bırakan dönem çocukluktur. Büyüdüğümüzde üstünü örtmeye çalışsak da o izler susmaz; yazarken kendini yeniden duyurur. Ben de bu sesi bastırmak yerine öykülerde görünür kıldım. Çünkü travmalar, sadece yarayı değil, aynı zamanda insanın dayanıklılığını, hayatta kalma biçimlerini de anlatır.

Kısacası, bu temaları işlemek benim için bir tercih değil, yazının kendisinin bana dayattığı bir yolculuktu. Yazdıkça fark ettim ki, her bir öykü aslında o yarıkların içinden filizlenen bir çiçek gibi: karanlıkla besleniyor ama ışığa doğru büyüyor.

Güzide Hekimoğlu:

‘Böyle Uğuldar Ağaç’ eserinizde hemen hemen bütün öykülerde büyülü gerçekçilik akımının izlerini fazlasıyla görmekteyiz. Bir önceki kitabınız ‘Hayat Hanım’ın Hayaletleri’nde birkaç öyküde büyülü gerçekçilik yer alırken bu kitabınızda nerdeyse bütün öykülerde var. Artık bu doğrultuda mı yazacaksınız? Büyülü gerçekçilikle ilgili düşüncelerinizi alabilir miyim?

Zeynep Eşin:

Büyülü gerçekçilik benim için yalnızca bir edebî akım değil, dünyayı algılama biçimi. Gündelik hayatın içindeki olağanı, olağanüstüyle yan yana, hatta iç içe görme duyarlılığı. Hayat Hanım’ın Hayaletleri’nde bu yaklaşım kimi öykülere sızıyordu, daha çekingen bir şekilde. Ama Böyle Uğuldar Ağaçta neredeyse bütün öykülerde kendini daha güçlü biçimde gösterdi, çünkü ben de yazarlık yolculuğumda bu dile, bu bakış açısına daha çok yaklaştım.

Büyülü gerçekçiliği seviyorum; çünkü insanın iç dünyasıyla dış dünyanın sınırlarını geçirgen kılıyor. Bir kuşun kanadına yüklenen adalet, bir ağacın uğultusunda saklanan hafıza, bir hayaletin gündelik yaşamın sıradan bir misafiri olması… Tüm bunlar bana edebiyatın en güçlü yanını hatırlatıyor: gerçekliği çoğaltmak, görünmeyeni görünür kılmak.

Bundan sonra hep bu doğrultuda mı yazarım? Bunu kesin bir vaade dönüştürmek istemem. Çünkü yazı daima kendi yolunu buluyor. Ama şunu biliyorum: Büyülü gerçekçilik, benim dünyaya bakarken içselleştirdiğim bir üslup hâline geldi. Yalnızca bir teknik değil, bir varoluş biçimi gibi. Dolayısıyla bundan sonraki öykülerimde de bu sesin, bu tınıların kendiliğinden belireceğini düşünüyorum.

Özetle, büyülü gerçekçilik benim için edebiyatın hayatla kurduğu en şiirsel köprülerden biri. O köprüden geçtikçe hem gerçeğe daha çok yaklaşıyor hem de hayalin imkânlarıyla onu dönüştürmüş oluyorum.

Güzide Hekimoğlu:

Bu eserinizde gotik çizgiler de görmek mümkün. Özellikle ‘Orman’ öyküsünde hem dil hem de atmosfer olarak gotik izler taşıyorsunuz. Bunun hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Zeynep Eşin:

Evet, haklısınız. Orman öyküsünde -ve aslında kitabın kimi satır aralarında- gotik damarın kendini hissettirdiği açık. Bunun birkaç nedeni var.

Öncelikle, gotik estetik benim yazınsal sezgilerime çok yakın: tekinsizlik, karanlık atmosfer, bilinmeyenin gölgesi… Bunlar hem bilinçaltını hem de insanın bastırdığı duyguları açığa çıkaran öğeler. ‘Orman’ı yazarken de doğayı yalnızca huzur veren, iyileştirici bir unsur olarak değil; aynı zamanda içine girildiğinde kaybolunabilecek, karanlıklarıyla insanın kendi korkularını yansıtan bir mekân olarak kurmak istedim.

Gotik çizgiler, dilin de kararmasına, yoğunlaşmasına yol açtı. Cümlelerdeki ritim, tekrar eden uğultular, belirsizlik hissi, bu atmosferi bilinçli olarak besleyen tercihlerdi. Çünkü gotik, sadece dekor değil, aynı zamanda dilin ve anlatımın içine sinen bir ruh hâli.

Benim için gotik unsurlar, büyülü gerçekçilikle de örtüşüyor. Gerçek ile hayalin sınırlarını bulanıklaştırırken okuru aynı zamanda tekinsiz bir eşiğe davet ediyor. O eşikte insan hem korkuyor hem de büyüleniyor. Orman’ öyküsünde yapmak istediğim de buydu: doğanın görkemini ve ürkütücülüğünü aynı anda hissettirmek.

Kısacası, gotik bana insanın en derin korkularını açığa çıkarma, görünmeyen yaralarını görünür kılma imkânı veriyor. Belki de bu yüzden yazdıklarımda kendiliğinden belirmeye devam ediyor; çünkü insanın iç karanlığını anlatmanın en güçlü dillerinden biri gotik.

Güzide Hekimoğlu:

Doğa unsurları kitap boyunca sık sık karşımıza çıkıyor, sizin iç dünyanızla doğa unsurlarını birleştirmek mümkün mü? Ayrıca bu durum neyi simgeliyor?

Zeynep Eşin:

Doğa unsurlarının benim öykülerimde sık sık belirmesi tesadüf değil; doğa, kendi iç dünyamı anlamamda ve ifade etmemde en güçlü aynalardan biri. İçimdeki duygular, çoğu zaman bir ağacın gölgesiyle, bir nehrin akışıyla ya da bir kuşun kanat çırpışıyla daha görünür hâle geliyor. Yani evet, iç dünyamla doğa arasında sürekli bir alışveriş, bir yankılanma var.

Bunu yazıya taşıdığımda doğa, yalnızca bir fon olmaktan çıkıyor; karakterlerin ruh hâllerini, benim içsel sorgulamalarımı yansıtan bir özneye dönüşüyor. Örneğin bir orman, sadece ağaçların topluluğu değil; bilinçaltının derin, girift yollarını simgeliyor. Bir kuş, sadece gökyüzüne ait değil; özgürlüğün, adaletin ya da kaybın da temsilcisi olabiliyor.

Bu durumun simgesel tarafı da tam burada ortaya çıkıyor: Doğa benim öykülerimde insanın iç evrenini dışa vurmanın metaforu. Nehir, kayboluşu ve akışa teslimiyeti; rüzgâr, değişimi ve görünmeyen gücü; taş, kalıcılığı ve hafızayı temsil ediyor. Her doğa unsuru aslında içsel bir duyguya, varoluşsal bir soruya denk düşüyor.

Dolayısıyla, doğayı öykülerimde işlemek benim için hem kişisel bir içsel yolculuk hem de evrensel bir simgesellik taşıyor. İnsanla doğa arasındaki bağ, unuttuğumuz bir kökeni hatırlatıyor: Hepimiz bir ağacın kökünde, bir dalın ucunda, bir taşın ağırlığında kendimizden bir parça bulabiliyoruz.

Güzide Hekimoğlu:

Günümüz öykücülüğünün en önemli isimlerinden biri olarak genç yazarlara tavsiyeleriniz ne olacak? Özellikle hangi yazarları okuyup dimağlarını geliştirsinler?

Genç yazarlara verebileceğim en önemli tavsiye şu olur: Öncelikle yazının bir sabır işi olduğunu unutmamaları gerekir. Yazmak, yalnızca kalemi kâğıda değdirmek değil; görmek, duymak, koklamak, hayatı bütün duyularıyla içselleştirmek ve onu dönüştürerek aktarmaktır. Bu yüzden önce kendilerini dinlemeyi, sonra çevrelerindeki en küçük ayrıntıyı fark etmeyi öğrenmeliler.

Okumak konusunda ise tek bir çizgide kalmamalarını öneririm. Farklı dönemlerin, farklı coğrafyaların, farklı üslupların metinlerini tatmak çok önemlidir. Çünkü dil, yalnızca bireysel değil, kolektif bir hafızanın da ürünüdür. Bir öykücü kendi sesini bulmadan önce pek çok sesin içinden geçmeli, o seslerin ritmini hissetmelidir.

Yazar ismi vermektense şunu söyleyebilirim: Bir metin onları rahatsız ediyorsa, sorgulatıyorsa, hatta bazen öfkelendiriyorsa o metni okumaya devam etsinler. Çünkü iyi edebiyat, daima konforu bozandır. Aynı zamanda şiiri, felsefeyi, mitolojiyi ve hatta bilimin metinlerini okumaktan geri durmasınlar; çünkü öykü yalnızca öyküden beslenmez.

Ve en önemlisi: Yazarken taklit etme kaygısına düşmesinler. Her okunan metin içlerinde bir iz bırakacak, o izin üzerine kendi sözlerini inşa edecekler. Cesaretle, sabırla ve tutkuyla devam ettiklerinde, kendi sesleri zaten bir gün duyulacaktır.