AYDOĞAN ARKIŞ/İKİ BÜKLÜM

İKİ BÜKLÜM

Burada ne kadar güçlü olursan ol, başın yukarıda yürüyemezsin. Patrona kalsa çatı katı. Çatısı tamam, katı eksik. Anason kokan penceresiz odasında, sararmış tırnaklarıyla çukur dolu façasını kaşırken sanki dünyaları bahşediyordu: ‘Haydi size bir de babalık yapayım; kalacak yeriniz de benden olsun.’

Arif kapıyı açtı. Lastik terliklerini ileri geri sürtüp içeri girdi. ‘Tuvalet yine kusmuk dolu, kâğıt da kalmamış,’. Biletini sordum. ‘Acelesi yok, otogardan alırım.’ Eğilip bir adım attı. İkincisinde büküldü. Devamını dizlerinin üzerinde yürüdü. Ellerini parkeye koyup, emekleyerek yatağına gitti. Boyu ayak bileklerine kadar sarı, kirli sünger. Benimkini aldığım yerden, ikinci el. Örtüyü köşelere doğru çekiştirirken delikleri ortaya çıktı. Kirli battaniyesini üstün körü düzeltti. Tozunu, rutubet kokusunu eliyle savurdu. Boynunu, sırtını oynatıp süngerin altına sıkıştırdığı çoraplarını giydi.

‘Evdekiler seni görünce ortalık karışacak,’ dedim. Yüzüyle gözüyle küfür salladı. Dizindeki yamanın dikişini kurcaladı. Eşofmanı üzerindeyken emeklememesini kaç kere söylemiştim. Dizleri eriyince anladı; benim neden sadece çıplakken süründüğümü. Yatağının süngerini tırtıklamaya başladı. ‘Canları sıkıldıkça döverler. Ama kardeşim beni görünce sevinir.’

Sırtını yasladığı duvardan çapraz yükselen çatı kalaslarını tepeye kadar süzdü. Kabarık, pamuklanmış, yeşil küflü lekelerde göz gezdirdi. Oradan yatağıma inen is tutmuş kiremitleri de bakışlarıyla indi. Göz göze geldik. Başını yana çevirdi. Kısık bakışları bir metre yanındaki sıvasız duvara takıldı. ‘Kardeşime de acımıyordur o şerefsizler.’

Pencereye doğru iki büklüm yürüdüm. Açmaya niyetlenirken ‘Boş ver ya,’ dedi. ‘Üşüyeceğimize havasız kalalım.’ Aldırmadım. Şişmiş ahşap kanatları ileri geri zorlayıp açtım. Rezistanslarından birisi kopmuş elektrik sobasını açtım, çalışmadı. Bakıştık. ‘Geçen sefer ben gitmiştim,’ dedim. Kaşlarını kaldırdı. ‘Alış oğlum; yeni biri gelene kadar hep sen gideceksin.’ Çıkarken arkamdan seslendi: ‘Çay da getirsene, Allahtan onu sayamıyor pislik.’

Merdivenlerde gerindim. Arkamdan pencereyi yumruklayarak kapattı. Şu sobanın bile sigortası var. Rutubetli duvarları, kan lekeli sahanlığı geçtim. Basamaklardaki nargilelerin ekşi kokuları loş salona kadar beni takip etti. Locaları ayıran parlak mavi kadife perdeler sigara, şekerli parfüm kokusu saçıyor. Buranın müşterisinin derdi türkü falan değildir. Kevaşenin bacak arasına elini sokabilsin yeter. Bir damla alkole, ucuz meyve suyunu bol buzla çakarlar. Geldiği yerde bu kadarı için bile hayatı kararır. Göz kırpıp garsona duvardaki ışığı kapattırır, silikon basılmış dudakları emdikçe de kafayı bulur. Sehpa niyetine kullandığı çatlak hoparlör, kirli bardak, şişirilmiş hesap… Sesini çıkaramaz. Patron karışmaz o işlere. Korumalar çekerler adamı merdivenlere, geçireceklerini orada geçirirler. Sahanlık için kullandıkları cifin onda birini mekâna harcamamışlardır. Manitanınsa hiçbir şey umurunda değildir. O, adamı İstiklal’de kaç mağazaya sokacağına bakar.

Arif, birkaç hafta önce “En iyisi ben köye döneyim ya,” dediğinde gülüp geçmiştim. Ama sonra… Ondaki sönüklük, yavaş yavaş bana da bulaştı. Ne zaman konuşsak, o neşeli şivesini arar oldum. Son günlerde, sanki hiç derdim yokmuş gibi, kendimi sürekli onun yerine koymuş buluyorum. Ben olsam ne yapardım? Döner miydim? Değer mi?

Beysbol sopalarının dayandığı barın arkasındaki tezgâhtan çay kutusunu alıp su bardağını daldırdım. Aşağı inen merdivenden girişteki salona baktım. Bekçi Ramazan’ın keli sahne kenarındaki kanepede, battaniyenin ucundan parlıyor. Bir gün program arası verdiğimizde ‘Şunlara bak,’ demişti aşağıdaki müşterileri göstererek. ‘Hepsinin kafası kırmızı tarla gibi. Aha çiti de çevirmişler böyle bembeyaz. Kurbanlık hayvanın kanı kuruyunca bizim bahçe de böyle kokar.’ Her şey bu giriş katında başlar. Tiz kahkahaların hangi masadan geldiği anlaşılmaz. Paranın ucunu koklatanlar manitalarla muhabbeti koyulaştırdıktan sonra üst kata, localara terfi ederler. Arkalarında izmaritler, nargileler, saçılmış sandalyeler, bardaklar. Sabahına garsonlar gelir, bir sudan geçirirler… Barın arkasındaki kutudan sobanın sigortasını kaldırıp yukarı çıktım.

Eğilip iki adım attım. Emekleyerek köşedeki tüpü ortaya çektim. Damacanadan çaydanlığa su doldurdu. Demlikle beraber ateşin üzerine yerleştirdi. ‘Bahşişleri bırakmış mı?’ Zaman bizim için yavaş geçer. ‘Pazartesi’ye iki gün var.’ Sigarayı gösterdim. Yüzünü ekşitti. ‘Pencereyi kapıyı aç. Üşümüyor musun oğlum sen?’ Dudaklarımı büzdüm. ‘Astımım olmasaydı üşümezdim.’ Başını aşağı yukarı sallayıp, dudaklarını büzdü. ‘Meraklanma, yakında rahat rahat içersin.’ İki büklüm pencereye gidip camı açtım. Çömelerek süngere geçtim. Sırtımı duvara verdim. Bağlamanın yanından kül tablasını çektim. Sigaramı yaktım.

Çayı demledi. Dizlerinin üzerinde yatağımın köşesine kadar geldi. Altından kâğıt demetini çekti. Şarkı sözlerine bakarak süngerine döndü. ‘Bir yıldır söylüyoruz, şimdi mi aklına gelmiş Arap’ları eğlendirmek?’ dedi. Gerçi üç aydır uyarıyordu patron. ‘Para onlarda. İki tane Arapça şarkıyla olmaz. Ezberledi herifler. Sonra zamdı bahşişti falan ağlamayın. Yapamayacaksanız iş bekleyen çok… Ses de ses olsa,’. On türkünün Arapçaya tercüme parasını zar zor denkleştirmiştik. Zazaca okunuşlarını da sözlerin üzerine yazmıştı. Müşterinin sese, türküye baktığı yoktu. Hatta telaffuzuyla, takıldığı ezberiyle dalga geçmek onlar için güzel bir eğlenceydi. Okuyuşunu taklit ederek mekândan çıkışlarına hepimiz alışmıştık. Patron hariç.

Pencereyi kapadı. Dört ayak üzerinde tüpe gitti. ‘Üç yıl oldu,’ dedi. ‘Kardeşim koşmaya bile başlamıştır. Onun yerine ben emekliyorum.’ Beşiktaş’taki barı sordum. Adamın taklidini yaptı: ‘Bize biraz daha yanık bir tını lazım kardeşim.’ Yüzüme baktı: ‘Sesin bok gibi diyemedi anlayacağın.’ Önüne gelen Kürtçe okuyormuş. Benimkiler Zazaca diyecek olmuş, modası geçti o işlerin demişler.

Yakmasına yakardı sesini de asıl derdi ezberlemekti. Elindeki tercümelere rağmen o iki Arapça türküde bile zorlanıyordu.  ‘Ne lan o sayfalar? Ezberleyeceksen ezberle şunları,’ deyip kağıtları karnına yumrukla yapıştırmıştı patron. ‘Kadıköy’dekinden haber var mı?’ dedim. Çayımı uzattı. Kendisine de alıp kabarık tahtada götünün üstünde geri geri süngerine gitti. ‘Bizim oraya gücümüz yetmez.’

İş olsun diye sormuştum zaten. Bağlamayı aldım. Önceleri çalarken mırıldanır, eşlik ederdi. Şimdi neresi olduğunu bilmediğim dünyalara gidiyor. Olduğu yerden pencereye baktı. Büyük şehirden yapılma umutlarını, derin nefesiyle iki kanatlı pencerenin aralığından dışarı saldı. Arkalarından baktı. ‘Belki köyde düğünlerde söylerim,’ dedi. ‘Sana da yeni birini bulurlar nasılsa. Dikkat et astımı olmasın.’ Sigarama uzandım. ‘Çok da umurundaydı pezevengin! Sen de köyde emeklemeden yürürsün artık.’ İki büklüm bakıştık.

Saçlarını karıştırdı. Parmak uçlarını ovaladı. Kokladı. Kazağını çıkardı. Oturduğu yerde yamalı eşofmanını sıyırdı. Dizlerinin üzerinde süründü, kalkınca başını çarptı. Çakma parfümünü alıp kapıya yürüdü. Sırtını sıkıştırıp gerdi. ‘Ben yıkanmaya gidiyorum.’

Orta sonda ceza vermiş, eve yollamış köydeki hocası. ‘Beşlere kadar sorun yok,’ demişti, Arif. Ama diğerlerini ezberleyemiyormuş. Altıları, yedileri, sekizleri, dokuzları da bilirmiş. Ama beşe kadar. Altı kere üçü, önce içinden üç kere altı yapıp patlatırmış cevabı. Beşten sonrasında patlatma sırası hocasına geçmiş. Dudağını kanatmış. Babasıyla abisi de burnunu.

Dövmek için bahane ararlarmış zaten. Onlar çekilince anası yanına oturur, dokunmadan ağlamasının bitmesini beklermiş. Bu da kadın üzülmesin diye hemen susarmış. Ama beş yaşındayken yediği dayağı unutamazmış. Babasının karnına savurduğu tekmeyle sırtını kuyunun duvarına vurmuş. Kafası yarılmış, kanlar içinde yığılmış. “Ameliyat olmasaydım yatalaktım,” demişti. Omurgasındaki ağrı oradan kalmaymış. Astımı da o zaman öğrenmişler. Sahneye ilk çıkacağı gece, ‘Abi,’ dedi, “ağır kaldıramıyorum, sahneye bardan bir sandalye koyar mısın?” Ayakta yorulunca kenarına oturup söylemeye devam etmişti.

İlk zamanlar uykusunda inlemeleri rahatsız ediyordu beni. Şimdi her defasında düşünüyorum: Bunları benim babam yapsaydı ne yapardım? Bağırsam bir işe yaramaz, vurmaya kalksam gücüm yetmez. Belki de ezberim iyiydi diye dayak yemedim, okuyabildim, üniversiteye gittim.

Türküleri ezbere bilirmiş ama. Teneffüslerde herkes etrafına dizilirmiş. Zaten onun derdi de okul değilmiş. Kar kış yolda şarkı söylerken dilini dudaklarına vurup saz da çalarmış. Babası akşam ezanına kadar abisinin beş masalı kerpiç kahvesinde pineklermiş. Evlendirene kadar tüm hasılatı almış. Sonrasında para kimseye yetmez olmuş. Torun da yoldaymış zaten. Anası, ‘Yan köye bekçi arıyorlarmış, baksan ya,’ dediğinde duvarlara vurmuş kadını; ‘Ulan kaltak! Ben gidince koynuna birini mi alacan?’ Babasıyla abisi karar vermişler; ‘Bu çocuktan bir bok olmaz, bari eve para getirsin.’

Sandalyelerden sesler yükseldi. Ramazan sürte ittire kendine yol açıyor. Birazdan tuvalete gidip yine delilenecek. ‘Çabuk çık, altıma sıçacağım.’ Bizimkinin bu ayazda buz gibi suyla nasıl yıkandığına yine şaşıracak. Arif, davarın kokusunu bahçedeki çeşmenin altında çıkarırken alıştığını söylemeyecek. ‘Madem oturdun şu tuvalet kapağını kurula bari!’ Bizimki babası yaşında diye takmayacak; ‘Garsonların işi o, ben solistim!’ Basamakları çıkarken söylenecek; ‘Bir gün de günaydın de be abi.’ Kel içeri girerken la havle çekecek. Üç oğlunu taksiye bağlamış altmış beşlik adam, oylarına karşılık iki kata çevirdiği gecekondusuna, yağ tenekelerinde yetiştirdiği çiçekler gibi bakan karısından gördüğü kadarıyla kapağı kurulayıp sıçacak.

Ortaokul son yazında köylüyü ikna etmişler, Arif’i davarın başına vermişler. Sabahın köründe türkülerle toplar, kilamlarla otlatırmış. Beş yıl hiçbirinin kılına zarar getirmemiş. Sesini severmiş köylüsü. Geçen hafta ‘Belki onlar da sevmiyordu da idare ediyorlardı.’ demişti. Televizyondakilerden örnekler verirlermiş: Kim hangi köyden çıkmış, nasıl gitmiş İstanbul’a, yapmış kasetini, sosyetenin bir numarası olmuş, paraya para demiyormuş. Akşam çay çekirdek o meşhurların programlarını seyrederlermiş. Anası ne zamandır ‘İstanbul doyuruyor tabii insanı,’ dermiş, lafı bitince yan gözle buna bakarak. Kardeşi o gün emeklerken anasının bahçeye döktüğü bulaşık suyuna girmeseymiş belki de hiç İstanbul’da olmazmış. Üst baş pislik, çamur. Ağlamaktan katılan bebeyi babasının elinden zor almışlar. Tanıştığımızda tavuk dönerini yerken ‘Duyduğum en yanık zılgıttı,’ demişti. Üç gece başında sabahlamış, uykusunda onu seyretmiş. Kardeşi babasını gördükçe ağlamış, ağladıkça da dayağı yemiş. Dayanamamış, şafak sökmeden vurmuş kendini kasabaya, otogara. Odun çuvalının içinde iki dakikada doldurdukları, pantolon cebinde yengesinin cumhuriyet altını, otobüsün penceresinde de hep kardeşinin yüzü varmış.

İstiklal’de grupların yanında takılmış. Kimi sesini beğenmez kimi parasına çöker kimi duruşuna takar. İki yıl oradan buraya, aynı yerde en fazla üç ay. Bir yıl önce, patron getirmişti onu mekâna; ‘Sesi idare eder, çalışın biraz.’ Hafif kambur duruşu hemen dikkatimi çekmişti. Doğduğu günden beri yükünü orada biriktirmiş gibi. Çatıya çıkarken heyecanla konuşuyordu; ‘Keşke ben de bağlama çalsaydım. Size fark etmez; Türkçe, Zazaca, Arapça. Aynı türkü sonuçta.’

İçeri girdi. Parfümünün kokusu yayıldı. ‘Anam haksızmış,’ dedi. Kapı arkasına çakılı çividen havlusunu çekti. Kısacık saçını kurularken başı kayboldu. Sesi boğuktu. ‘Burası da doyurmuyormuş.’ Cılız vücudunu hızlıca sıvazladı. Yatağına kadar emekledi. Dizlerindeki kırmızılıkları ovaladı. Battaniyeyi umursamadı. ‘Köyde davara söylerim. Onlar sesime, ezberime takılmaz.’ Uzanıp başını arkada kenetlediği avuçlarına yerleştirdi. Gözünü elli santim yukarıya inen tavana dikti. ‘Olmadı, kardeşime abilik yaparım, hatırlar herhalde.’ Duvarda bundan sonraki hayatının filmini seyrediyor gibiydi. ‘Altını alıp gitseydin keşke,’ dedim. Saçlarını yüzünü havluyla tekrar kapattı. Betona çarpmış da çok acımış gibi başını hızlı hızlı kaşıdı. ‘Kendimi satsam alamam,’ dedi. Doğruldu. Göz göze geldik. ‘Kaçmama yakın,’ dedi. ‘Kardeşim anlamış gibi, emekler emekler kucağıma gelirdi.’

‘İstiklal’de tanıştığın gruplara da sorsan mı?’ Yan dönerken zorlandı, yüzü kırıştı. ‘Üç yıl oldu oğlum, kim öle kim kala. Başkalarına da sordum. Hepsi akraba. Bu saatten sonra yancılık mı yapacağız?’ Üzerinde sadece donu vardı. Sigarayı işaret etti. ‘İçeceksen iç.’ Kül tablasını gösterdim. ‘Az önce içtim.’ Başını salladı. ‘Ben de seninle gelsem mi?’ dedim, ‘Ne de olsa alıştım bet sesine.’ Elektrik sobasının sigortası attı. Arif gözlerini bana devirdi. Toparlandı. ‘Kalk,’ dedi, ‘kalk!’ Ka’ları genzinde yakarak. ‘Bir tost yiyelim, öleceğiz açlıktan.’