ÖĞRETMEN BENİSA
“Yazgısına küs topraklarda/ Birer serçeydiniz/ Kolsuz kanatsız/
Takvimlerle eyleşirken zaman/ Dağ başlarında unutulmuş oğuldunuz, kızdınız…” ZST
04.07.2025 tarihinde arabamızla Ankara’ya gidiyorduk. Salihli’den geçerken yol arkadaşıma; Öğretmen Benisa’dan, yaşamından, dününden ve bugününden söz ettim. Uzun süredir telefonla veya yüz yüze görüşemediğimi söyledim. Ankara dönüşü ona uğramayı düşündük. Ne zaman birini görmeyi isteyip de geciksem kötü haberler alıyorum, diye de ekledim sözlerime.
Daha Ankara’dan çıkmadan kitap baba Mesut Tim’in paylaşımını gördüm. “Öğretmen Benisa’yı kaybettik,” diyordu. Derin bir ah çektim. Yine yetişememiştim. Salihli’deki evine onu görmeye gittiğimizi anımsadım. Bir müze gibiydi evi. Çocuk yaşlarında işlediği kanaviçeler, el işleri, otantik perdeler vs göz kamaştırıyordu. Ne zaman karşılaşsak sımsıkı sarılırdı bana. Babamla okuldaş olmasının hısımlığı vardı aramızda. “Bana babanın emanetisin,” derdi. Oysa o bana emanetmiş, şimdi bunu daha iyi anladım.
Köy enstitülü Mehmet Cimi öğretmenim tanıştırmıştı ikimizi. Sonra Yetkin Aröz hocamla pekişti tanışıklığımız.
Yaşam öykünü yazdığın Öğretmen Benisa ve ardından gelen üç kitabını da yaşanmışlıklarının karşısında sızlanarak ve sabrımı sınayarak okudum. Tanıtım etkinliğinde senin gözlerine bakarak konuştum. Yaşına karşın çelik gibiydin. Yaşadığın onca zorun karşısında dimdik duruyordun. Açıkça söylemeliyim ki çektiğin onca çileden sonra bile yıllara meydan okuyordun. Her zaman gülen gözlerinle, sımsıcak duruşunla… Kısa sürede ne çok özlerdik seni. Biraz görüşemesek telefonla arardım. Kulaklarında işitme zayıflığı olsa da yüksek sesle konuşur, bir biçimde anlaşırdık. Kimi de ileti yazardın telefondan. Çokça da Mesut Tim’in köy kütüphanelerinin açılışında buluşurduk. Orada ansızın öğretmenliğine döner, benim elimden çekiştirerek çocukların yanına götürürdün. Benim seni tanıtmamı beklemeden sen beni tanıtırdın. “Bakın size bir yazar getirdim,” derdin. Zaman yitirmeden çocuklara bir çocuk şiiri okurdum. Neden kitap okumaları gerektiğini birlikte anlatırdık.
Kitabın yayınlanmıştı. Konak Belediyesi Alsancak Kültür Merkezi’nde, senin için bir oturum etkinliği yapılacaktı. Benim konuşmacı olmamı istedin. Kitaplarını yeni okumuş olmanın harıyla oradaydım. Çoğunu doğaçlama olarak gözlerine bakarak konuştum. Ben konuştukça ığıl ığıl ağlıyordun. Bunu gördükçe zorlansam da sürdürdüm aşağıdaki konuşmamı.
‘Hep düşünürdüm, köy enstitülerinden yetişmiş onca yazın erinin içindeki kadınları. Kaç kadın kabuğundan çıkıp da yaşamın boy aynasında bakabilmiş kendine? Kaç kadın zincirlerini kırmaya olanak tanıyan bu özgün kurumlarda öğrenebilmiş omuzlarındaki ağır yüklerden kurtulabilmeyi. Dahası omuzladıkları göz kamaştıran ışığı özümseyip kaçı yansıtabilmiş karanlığın yüzüne yüzüne korkusuzca? Beylerin, ağaların uykularını kaçıran gül bahçelerinde soluk alıp veren, çoğalan ak yazılı canlar kim? Bu ve benzeri sorularla doluyken belleğim, okudum Öğretmen Benisa’yı. Sabrımı sınaya sınaya okudum bu özgün yapıtı.
Ellerinizi tuttum, gözlerinize baktım Öğretmen Benisa! Yüreğinizi avuçlarıma alıp sıcaklığını konuk ettim gecelerce. Acısıyla kanadı yüreğim. Sevinciyle gönendim. İlk sevgi tomurcuklarına dokununca titredi dört yanım. Ağır ağır ve el ele yürüdük köy yollarında. Dilin dilime dolaştı. Elimi bir uzatıp bir çektim sarı saçlarından. Anılar yumağı mı desem, acılar yumağı mı bilemedim; hala koyamadım adını. Buğulu gözlerimle indim anılar treninden. Dahası düştüm Öğretmen Benisa, tren durmamıştı, olanca hızıyla deliyorken bozkırların karanlığını geçmişin gölgesine tepe taklak düştüm!
Şimdi kalem elimde somutlamaya çabalıyorum Öğretmen Benisa’nın görüntüsünü. Bir patika yol arıyorum, geçmişle bugün arasında bir köprü belki de. Hiç sabrım kalmadı, usul usul giderim diyemiyorum. İçimdeki sabır taşı çatladı. Benisa kızın hüzün yükü tez canlılığımı kaça katladı bilemiyorum. Acının ağusu süzüle süzüle elli yıl, onkoloji hastanesine (Babasına) yol olmuş, Benisa’nın sabrı tükenmemiş! Alkışlayamasam da şaşırmamak elimde değil!’

(Öğretmen Benisa, Anı roman/ HURİYE SARAÇ-Broy yayınları,2005)
Köy enstitülü Huriye Saraç’ın yazdığı, uzun soluklu ve yüreklice yazılmış bir anılar demeti elimde tuttuğum yapıt. Yöresel dil zenginlikleri, sesleri güzelleştirip içeriği besliyor. Bir Anadolu destanı okur gibi okudum bu yapıtı. Ülkemizde, yaşamın insanlara acımasızca yüklendiği bir dönemin aynasıydı sanki, dahası yaşamın boy aynası! Anadolu söylemlerinin içine yerleşmiş imgelerle beslenen bir coşku seli. Aynı kökten geliyor olmamın, aynı toprak kokusuna bulaşmış olmamın tanışıklığıyla belki de çocukluğuma taşıyıp durdu beni sonuna değin! Anadolu insanının az sözle anlam derinliği yaratma ya da imleme yeteneklerinin doruğa ulaştığını da gözlemledim bu yapıtta.
“Sol yanımı duvara verdim. Ablam da ben de bir anda bulutlandık.”, “Cici ana diye geliyorlar, öcü ana oluveriyorlar.” Söylemlerinin üstüne söz söylemek kolay değil elbette. Örnekleri çoğaltırsak. “Duyumsar saatim, gönül saatim, belleğimin defterine yazıyordum,” gibi yöresel söylemlerde sözcükler ışıldasa da genel anlatımda sözcük eksiltmesi yapılmadığını gözlemledim. Sözün daha da savrulduğunu söyleyebilirim. Bunu da hoşgörüyle karşılamalı okuyucu diye düşünüyorum. Bir ömrün sessizliğini bozdu Öğretmen Benisa! Bu yapıtla önce içindeki benle yüzleşirken toplumsal kuralların gelenek ve göreneklerin acımasızlığının altını çiziyor, yüksek sesle hem de!
“Köylerimizde bizim gibi bilisiz, yoksul ve yoksun köy çocuklarını yetiştirecektik. Onların bakımsızlığından, kirinden, tozundan, toprak kokusundan, havasından suyundan ürkmeyecektik.” Tümcelerinde apaçık görünmüyor mu köy enstitülerinin öğretisi?
Ardından, “Okuldaki bu üretim ve çalışma, köylerden gelen bizler için çok olağandı. Gideceğimiz köy okullarında da bu işleri yine biz yapabilirdik, yüksünmezdik.” Tümcesiyle bu özgün kurumların nasıl da amacına ulaştığını yansıtmıyor mu bizlere? “Bundan böyle, eleştirmeyi, eleştirilmeyi, eleştiriye katlanmayı, kendi başımıza iş yapmayı, sorumluluk almayı, zaman içinde kendimizin eleştirmeni olmayı öğrenecektik!” Öğretmen Benisa’nın bütün bunları öğrendiğinden hiç kuşkum yok. Ancak, her şeye karşın bu toplumda kadın olmanın ezilmişliğiyle, önce birey olması, Anadolu söylemiyle “Kimse olması” ailesince engelleniyor. Işıkla donanıp belleğini arındırsa da yaşamındaki çelişkilerle öz benliğini özgür kılamayan bir insan Benisa! “Topuk yarası kadınlar…” ( Betül Dünder) dizesindeki tanımın içini dolduruyor içimi acıta acıta. İçinde açan tomurcuklar çiçeğe duramadan soluveriyor bu nedenle de.
Sözün tam da burasında yoğun olarak yaşadığım 8 Mart 2006 Dünya Kadınlar Günü etkinliklerinde tanık olduğum bir olayı anımsadım: Bir kadın profesörün her gece eşinden dayak yemesi. Dayandıkça, şiddetin dozunun artmasını şaşkınlıkla dinledim. Analar ya da babalar kızlarının bir meslek edinmesini isterken onun ”Kimse” olup olamadığı akıllarına bile gelmez hiç. Geçmişten günümüze bu konunun değişmeden sürdüğünü de ne yazık ki somut örneklerle içimiz burkularak görmekteyiz.
Öğretmen Benisa durduk yerde, “Bir yalnızlık, bir gurbet daha eklendi içime,” demiyor. Yaşadığı ortamdaki koşullar nedeniyle hep gurbettedir o! Sıla, sisli bir görüntüdür onun için. Bir türlü dokunamaz ona. Ne zaman yaklaştığını duyumsasa biraz daha uzaklaşır sis kümesi. Ne bırakabilir yakasını ne dokunabilir sıcağına. “Yüreğimdeki tomurcuk toprağını bulunca patlayıveriyor,” söyleminin ardındaki kimsesizlik, sevgi boşluğu bir ömrü kapsamaz mı çoğala çoğala? “Bir an yoğun bir acının dalgalarında ışıyan sevincin hüzne benzer mutluluğunu bölüştük gözlerimizde.”, “Börtü böcek yine ayaklanmıştı. Göğüslerimize doluyordu gökyüzü.” “İçimdeki buzdağı eridi.”
“Memdi’nin bu utangaç bakışları birkaç gönül telimi koparmış, köye götürmüştü beni.” Kalabalık bir ailenin köy enstitüsüne gitme şansını yakalayan tek bireyi olmak, onu bir ömür onaramadığı suçluluk duygusunun içine de sürüklemektedir.
“Anılar yük katarıydı içimizde.”, “Kızlar yatakhanesine uyku hiç uğramadı o gece.” “Ağlamakla gülmek arası altüst olmuş dalgalanıyordum. Bir anda olup biten bu kıvanma sanki bütün bir geleceği kucaklıyordu. Okulum, güzel okulum, yüz süreceğim, yeniden sen yarattın beni.” Yarım yüz yıl önce yaşanmışlıkların çığlıkları, kimi de yazgısı değişen bir çocuğun içindeki kuşun kanat sesleriydi dilinden dökülen sözcükler. Sesi bugünlere değin uzanıyor olanca coşkusuyla.
Köylerinde, onların söylemiyle kızını komünist okula gönderdiği için kapıları pencereleri taşlanır. İmam, cuma hutbelerinde; ”Kızlarınızı okutmayın,” diye vaaz verir. “Köy halkı, bu komünist adamla, kızını komünist okuluna gönderenlere namaz kıldıramam,” diyerek camiden çıkar. Bahçelerinin suyunu keserler. Arada gelgitler yaşasa da baba, okul idarecilerinin yönlendirmesiyle direnir. Kızı öğretmen olacaktır. Dahası o, öğretmen babası olacaktır. Olur da… Ne ki öğretmen babası olmak kızının öğretmen kimliğinin hep önünde koşmaktadır. Babası kendisine yapılan onca baskıya karşın kızını okuldan almamıştır ya, öyleyse parasal olarak ve görsel olarak değişimleri hak eden öncelikle kendisidir(!)
“Öğrencilerimi yarına hazırlarken düşündüğünü söyleyen, kimseye boyun eğmeyen, üreten, iyi yaşayan, çevrelerini güzelleştiren kişiler olmalarını amaçlıyordum. Enstitülerin, köylerin üstüne çöken karanlığı, yoksulluğu yenmek için kurulduğunun ayrımına daha da varıyordum.” Söyleminde kadın olma duyarlılığı olanca görkemiyle sergileniyor, abartısızca hem de. Kimse olmayı başaramamasına karşın, enstitüde öğrendiği ilkeleri öğrencilerine öğretmek için çırpınır. Burada, bir annenin çocuğuna karşılıksız vermesi, onu donatmak istemesindeki özverinin ve sevginin fotoğrafı yansıyor belleklerimize. Oysa o dönemde anne değildir Benisa! Ancak kardeşlerini, üvey anadan koruyabilmek için bir anne duyarlılığını fazlasıyla yüklenmiştir. Böylelikle de öğrencilerine bir öğretmenin vermesi gerekenden öte çaba göstermektedir. Belki tüm köy enstitülü öğretmenlerinde benzeri durumlar gözlemlenebilir. Ancak, Öğretmen Benisa, kadın olma duyarlılığıyla anaç yanını öğretmen kimliğiyle harmanlamıştır. Bu da onu diğer öğretmenlerden ayrıcalıklı kılmıştır.
”Bir sevi sıcaklığı saçıyordu.”, “Genç kızlığım uç verir gibiydi.”, ”Çil kafalı bir pişmanlıktı bu.” Söylemlerinin Anadolu kokusu yayılıyor dört yana.
Bir öğretmen düşünün ki son dersten sonra kuyudan su çekip okulu, helaları temizlesin! Çocukların çamura belenmiş çoraplarını kuyu başında yıkayıp kurutsun. Tırnakları uzayan çocukların tırnaklarını kessin. Ardından; “Derslik, yavrularını bağrına basan ananın yüreği gibi sıcacıktı. Bir süre onların çiçeklenmelerini izledim. Çocuksu kokuları içime doldu tutam tutam!” Örneklerindeki sıcak, sıcak olduğu denli sevgi dolu yaklaşımlarla çoğaltsın insanı…
“Yoksuldan sakın geç, varsıla takıl geç” söyleminin ardına takılmaz Benisa Öğretmen. Ne ki öğrendiği, donandığı ilkeleri bildiğince ve gereğince uygulamasına izin vermez babası. O salt öğretmen babası olmanın getirdiği parasal rahatlamadan hoşnuttur. Kızının öğretmen kimliğinin oluşmasına engel olur. Bu doğrultuda, okuduklarımın sabrımı zorladığını söylemeliyim. Öğrencilerine, köylüye özverili çalışmalarıyla iyi, dahası başarılı bir öğretmendir Benisa. Onaylamadığı bir davranışı yüzünden onu öğrencilerinin yanında tokatlayan bir babanın kızıdır da aynı zamanda! Haklı olduğu durumlarda bile kendini savunamayan bir kişilik sergilemektedir. Köy koşullarında kız çocuklarının daha çok itildiği, yoksandığı dönemlerde bile; “Çil kekliğim,” gibi benzer söylemlerle yürek sesini dillendiren bir babanın bu denli birbiriyle çelişen tutum içinde olması oldukça şaşırtıcı. Öğretmen Benisa’nın tepkisizliği, iç dünyasında fırtınaya tutulmuşken bu denli edilgen tutumu, ondan da şaşırtıcı! Çocuk Benisa’nın tepkisizliğini olağan bulsam da Öğretmen Benisa’ya aynı hoşgörüyü gösteremediğimi söylemeliyim. Yetişkin Benisa’nın tutumu, enstitüde donandığı bütün değerlerle çelişiyor. Zaman geçiyor, konumları değişiyor, ama yaşanılanlar değişmiyor. Yoksanmışlık olanca ağırlığıyla sürüyor. Onu yapma, bunu söyleme, onunla konuşma komutları, o insanın gölgesi olup bir ömrü kuşatabiliyor. Kendi kimliğini koruma yetisi elinden alınan birini tükensin diye, uğraşacak birileri her zaman olacaktır. Oysa insan kendine dokunurken başka yaşamlara da dokunur, dokunmalıdır da!

Bütün bu olumsuzlukları yaşarken içindeki sevgiye tutunur Öğretmen Benisa. Yaşamın onu boğduğu zamanlarda, tüm itilmişliklere, bir durumdan diğerine geçmelere karşın içinde büyüttüğü insan sevgisine tutunur. O yokluktan var olmuştur. Yaşamındaki gelgitler yüzünden, bir zaman sonra yeni yokluklara sürüklenmekten kendini alamaz. Yazmak eyleminin onu çocukluğunun alacakaranlık sokaklarına taşıdığını, yaralarının yeniden kanadığını görüyoruz. Bu kez, can parçasına tutunduğuna da… Kitabın ön sözünde oğluna yazdığı tümceler, acılarla yoğrulmuş bir ömre tuttuğu aynanın yansıması aynı zamanda. Yürek yanmayınca dil söylemez, söylemini doğrularcasına açıyor yürek kapılarını. Mürekkebi tükenmeyecek biliyorum. Bu destanın ardı geleceğini de duyumsuyorum. Yüreğimi yüreğine dayadım Öğretmen Benisa! Çağlayana ket vurulmazmış! Kim bilir, Benisa Öğretmen yürek kapılarını açmışken yaşamın tanıklık ettiği başka renkleriyle buluşmasını da başarır kaleminiz. Yazın dünyasına Anadolu söylemiyle dil otu yemiş bir yazın eri katıldığının imlerini de veriyor okuyana.
Bunun ilk ışıklarını yaktı bile! Hadi rast gele! Mürekkebin tükenmesin Öğretmen Benisa!
Özellikle salgın süresinde evde tutsak kaldığımız günler kocaman bir set çekti insan ilişkilerimize. Can kavgasının içinde bulduk kendimizi. O süreçte oğlunun desteğiyle Torbalı’da yaşamaya başladığını çok geç öğrendim. Kaldırmakta zorlandığım bir anınız daha var. Öğretmen babası olmanın getirilerinden yararlanan babanız son yıllarında, yaşadıklarını yazmana engel olur. Onca zordan sonra onu dinleyip yazmayı geciktirmeniz beni çok şaşırtmıştı. Dahası, “Onu dinlemeyin, sizin yaşadıklarınızı uzaktan izlerken aklı başındaydı.” demiştim.
Çifteler Köy Enstitüsü çıkışlı Öğretmen Benisa’nın yaşamını yazdığı dört kitabı okuduğunuzda konu daha açık anlaşılacaktır. Yaşamın onu sürüklediği acımasız süreçte karnını doyurmak için evlere temizliğe bile gittiğini nasıl unuturum? Öyle çok ki unutamadıklarım… Birini anlatsam diğerinin hatrı kalır! Merak edenler kitaplarını edinip okumalılar.
Babama da kitap imzalamıştın. Onu postayla Samsun’a gönderdim. Daha önce ona senden ve kitaplarından söz etmiştim. Kitaplar eline geçtiğinde babam evde her gün kahvaltı sonrası okuma saati başlatmış. Evde annem, ablam ve dinlemek için gelen komşulara her gün bir saat kitaplarınızı okumuş. Arkası yarın, deyip bıraktıktan sonra aralarında sizi ve yazdıklarınızı konuşurlarmış. Her okuma saatinden sonra coşkulanıp babam benimle de konuşmak isterdi. Bir kez de ikinizi telefonla görüştürmüştüm.
Emirdağ’da ilk kadın öğretmendin ve ilk kadın yazardın. Kitaplarında yazdıklarınla yaşamın Çalıkuşu dizisine benzetilmiş. Baban Ahmet Hayri Saraç 1930 yılında Edirne’de askerken Atatürk’le karşılaşır. Atatürk ona, “Eğer bir kızın olursa onu okutur musun?” der. Orada baban, kızını okutacağına ilişkin Ata’ya söz verir. İlerleyen yıllarda sen doğarsın. Baban Atatürk’e verdiği sözü anımsar ve seni okula gönderir. İlkokulu bitirince de Çifteler Köy Enstitüsü’ne gönderir. Köyünüzdeki bağnaz insanlar babanı kınarlar. Bununla kalmayıp kızını komünist okula gönderdi diye evinizi taşlarlar. Baban bunların hiçbirine aldanmaz. O okulda okumanı destekler. Çünkü o Atatürk’e kızını okutacağına ilişkin bir söz vermiştir. Okulu bitirdikten sonra kızı köyünün ilk kadın öğretmeni olacaktır.
Babanıza verdiğin sözü tutarak o ölünce hüzünlü yaşamını kaleme aldın. Yazmak hem özüne saygı, hem de sana bunları yaşatanların ağırlıklarını sırtından indirmekti.
Sevdiğim insanların ardından yazmak hiç kolay değildir benim için.
Güle güle ÖĞRETMEN BENİSA güle güle…
Özlemle rahmetle anıyorum ve hep anacağım seni…
Babama, Mehmet Cimi öğretmenime ve okuldaşlarına selam söyle…
Yüreğimdeki yerin ve gidişinle orada açılan boşluk hiç dolmayacak…
Biz seninle çok övündük, şimdi toprak övünsün…