İLHAM VE PERİSİ
Rüzgârın sesi her adım attığında daha da şiddetleniyordu. Dalgalar ise sanki bütün kıyıları yerle bir etmek için çarpıyordu sahile. Güneş ışınları etkisini yitirmiş, belirginliğini kaybetmişti. Akşamüstünün kızıllığı da yok olmuştu. Kaldırımlara çarpan yağmur taneleri kendilerini yok edercesine beton zemine çarpıyordu. Adımlarını gitgide hızlandırıyordu çaresizce. Aynı şekilde yağmur ve fırtına da hızlanıyor, görüş mesafesini kısaltıyordu. Üzerine yılbaşı süslemeleri yerleştirilmiş elektrik direkleri fırtınanın etkisine ayak uydurmaya çalışır gibi bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Geç kalacağını o an anlamıştı.
Birden kapının ardında ayak sesleri sıklaşmıştı. Kapı usulca açıldı ve sadece bir kafa içeriye bakacak şekilde aradan uzandı. “İlham, hayatım çöpün dışarı çıkarılması lazım!”
Derin bir nefes aldı. Yazdığı öyküyle tam bağ kuracak frekansı yakalamıştı ki her zamanki gibi bu ahengi bozacak bir şey çıkmıştı. Bu seferki ise daha önce aklına gelmeyen ve beklemediği şekilde çöpün dışarı çıkarılması gerekliliğiydi. Usulca yerinden kalktı, sessizce çöp poşetini aldıktan sonra kapının dışarısında buldu kendini. Apartmandan çıktığında ise önce sağa sonra sola baktı. Bahanesini bulmuşken bir sigara yaktı. Etrafına tekrar bakındı. Sokakta sadece klima motorlarının uğultusu ve cızırdayan sokak lambaları vardı. Başka bir sese ise tanıklık etmedi. Çöpü atıp geri döndü. Son kez arkasını dönüp etrafı dinledi.
Uzun süredir bir iş adamının yanında çalışıyordu. Şu ana kadar açık ara en kazançlı işiydi. Fakat içindeki boşluk bir türlü dolmuyordu. En azından ay sonu nasıl gelecek diye düşünmüyor, kendini rahatlatıyordu. Düşünceler arasında zikzaklar çizerken anahtarı usulca kilidin yuvasına soktu ve ses çıkarmamak için elinden gelen yavaşlığı göstererek çevirdi. Ağlama sesini duymasıyla birlikte bütün hayalleri suya düşmüş gibi suratını ekşitti. Bir bu eksikti diye düşünürken mutfağa yöneldi ve fark edilmeden kapıyı kapattı. Bakalım bu sefer ne kadar izole yerimde kalabileceğim diye düşündü bir süre. Mutlak sessizliğe ikna olunca tekrar yazmaya başladı.
Yağmurun hızına, rüzgârın şiddetine ve hatta evrenin karşısına çıkardığı bütün aksiliklere rağmen oyuna zamanında yetişmişti. Seyirciler yavaştan içeri alınırken o da sıraya girmiş ve derin nefesler alarak telaşını gidermeye çalışıyordu. İçeri girerken sahneyi dikkatli bir şekilde süzdü. Sıra numarasına bakıp yerine oturdu ve pür dikkat izlemeye başladı. Sahne kararmış, oyunun başlamasını bekliyordu.
Tekrar kapı açıldı. Bu sefer sonuna kadar açılan kapının ardından bir süre bakıştılar. “Hayatım, hadi yatmayacak mısın?” sorusu gerçeklikle yüzleşircesine suratına çarpmıştı. Derin bir nefes aldı. Bugünlük bu kadar yeterli diye düşündü. Aklında çok şey vardı ama yarın erkenden işe gitmesi gerekiyordu. Bilgisayarını kapattı ve yarım kalan öyküyü düşünmeye devam etti.
Saat sabah 7:00’ydi. Belki iki dakika vardı, belki üç dakika geçmişti. Önemi var mıydı şu an onun için? Genelde önemsizdi. Aslında çoğu zaman o karar veriyordu önemli olup olmadığına. O andaki önem derecesine göre değişiyordu çoğu şey. Hisleri gibi, doğruları gibi, yanlış dedikleri gibi, benliği gibi… Önemsiz olduğu zaman tam diyordu, yetişecek bir şeyi olduğu zaman dakika hesabı yapıyordu, geçtiyse de telaşa kapılıyordu. Mesela vapur tam 8:00’de kalkardı. Mutlaka geciktiği zamanlar oluyordu. Fakat erken kalktığını hiç görmedi, duymadı. Bankalar da saat gecikince hiç açık olmazdı. Bunun da aksine şahit olmamıştı. Fakat otobüsler gecikebilirdi, yetiştirmesi gereken şeyler erken bitebilir veya yetişmeyebilirdi. Zamanı işine geldiği gibi yorumlardı.
Patronu aramış, acil bir konuşma metni yazmasını söylemişti. Uykusuz bir gecenin ve yorgunluğun hâkim olduğu bir sabahta telefonuna ana hatları not etmeye çoktan başlamıştı. Bu tarz durumlar nadiren başına geliyordu ama gene de tecrübesi vardı. Patronunu çok iyi tanıdığı için yazması gereken kelime türlerini bir kenara not etmişti. Gidene kadar bir gözden geçirir, sonrasında düzeltmeleri yapar ve gönderirdi. Bu iş ona pratik düşünmeyi öğretmişti.
Konuşma bitmiş, dağılmış notlarını patronun arkasından eksiksiz bir şekilde toplamak için bedenindeki son enerjiyi harcıyordu. Dakikalar, saatler, günler… her zamanki gibi onu beklemeden yol alıyordu. Patronu, ilham verici konuşmalar yapmayı her zaman severdi. Öyle bir metin istemişti ondan. Bazen okur, çok beğendim derdi. Bazen de okumaya vakti olmaz konuşma sırasında gözlerinin içinin parladığını gördüğünde beğendiğini anlardı. İşte, gözlerinden anladığı bir gündü bu da. Son ana kadar sinyal vermemişti. Elleri, avuçları ter içinde kalmaya başlamıştı ki göz göze gelmişti tam o sırada. Rahatladığı bir günü daha geride bırakıyordu. Ama bugün de para kazanmak için ruhunu kiraladığı günlerden biriydi. Onun metinleri patronunun hitabıyla birleştiğinde bambaşka bir formda akıyordu. Sanki başkalaşım geçiriyordu. Bu ana tanıklık ederken ise kendisini askıdaymış gibi hissediyordu. Düşünceleri karman çorman birbirine giriyordu. “Söz uçar, yazı kalır,” diye bir atasözü vardı, şu günlerde tam tersi geçerliydi onun için. Yazmanın önemi yoktu.
Küçüklükten beri hep yazar olmaya özenmişti. Bu hedefi için her tuğlayı adım adım üstüne eklemiş, acele etmeden zamana bırakarak örmüştü duvarları. Fakat zihni ve arada sıkışmışlık duygusu bunu ilerletmeye izin vermiyordu. Bu düşünceler arasında gidip gelirken İlham, telefonunu cebinden çıkardı. Yazmaya kaldığı yerden devam etti.
Son zamanlarda en etkilendiği oyunlardan biriydi. Saatine bakarak ne kadar kaldığını tahmin etmeye çalıştı. Sonlarına doğru yaklaştığını anlayınca tekrar bütün dikkatini vererek izleyemeye devam etti. Sahne gene tamamen kararmış, oyunun ritmine kaptırmıştı kendini.
(Sesi daha da yavaşlar, neredeyse fısıldar gibi devam eder.)
Boşa geçen bir hayat gibi görünüyor şimdi her şey.
Keşke…
Keşke iyi biri olmayı seçebilseydim.
Size bunu inandırabilir, mutlu bir yaşam sürdüğümü gösterebilirdim.
Ama yapamadım.
İliklerime kadar bu acıyı hissediyorum.
(Yavaşça sandalyesine geri döner, oturur. Ellerini dizlerine koyar, başını hafifçe eğer. Sesi biraz daha yükselir ama sakin bir şekilde devam eder.)
Biliyorsunuz…
Kendimi acındırmayı severim.
Rüzgârı hep kendi arkamdan estiririm.
Ama size bir tavsiye:
Bana inanmayı kesin.
Çünkü ben lanetli biriyim.
Ben…
Tükenmiş biriyim.
Buna inanın!
(Sandalyeden kalkar, sahnenin ortasına yürür. Seyircilere bakar, gözleri karanlıkta parlıyor gibidir.)
Her gün biraz daha bitiyorum.
Size olan inancım…
Hiç yok.
Ama siz hâlâ kendinize ve insanlığa inanabiliyorsanız,
Ne mutlu size.
Umarım o saçma duygularınız hiç ölmez.
Çünkü benimki çoktan öldü.
(Bir süre sessizlik olur. Anlatıcı, ellerini cebinden çıkarır, parmaklarını birbirine kenetler ve yüzünde hafif bir gülümsemeyle konuşmaya devam eder.)
“Bütün iyi dileklerim sizlerle,”
Desem de beni ciddiye almayın.
Umarım bir gün hepiniz benim yaşadığımı yaşarsınız.
Belki o zaman her şeyin bir anlamı olur.
(Ses tonu değişir, alaycı ve sinirli bir hal alır.)
Hastalığımı merak ediyorsunuz.
Değil mi?
Duyar gibiyim.
Ama size istediğinizi vermeyeceğim.
Çünkü siz hiçbir zaman bilemeyeceksiniz.
Evet, bir hastalığım var.
Ve hayır, size ne olduğunu söylemeyeceğim.
Ben sadece lanet olası bir insanım!
(Bir an sessizlik olur. Spot ışık yavaş yavaş kararırken Anlatıcı konuşmasını sürdürür. Sesi giderek daha duygusal bir hal alır.)
Şu an bile korkuyorum.
Evet, korkuyorum.
İçimdeki ses hâlâ susmuyor ve beni deliye çeviriyor.
Dediklerimi boş verin…
Beni affedin.
(Sahne tamamen kararır. Yalnızca Anlatıcı’nın derin bir nefes alışverişi duyulur. Ardından, sahnede mutlak bir sessizlik hâkim olur.)
(Tüm ışıklar kapanır, sahne tamamen karanlıkta kalır.)
Elindeki telefon çalmaya başladığında bir anda irkildi İlham. Gerçekliğin özüne dönüş tekrar onu rüyadan uyandırmış gibiydi. Telefonu isteksizce bir süre elinde tuttu ve daha fazla beklemeden açtı.
“İlham, patron çok beğendi bugünkü konuşma metnini. Acil bir metin daha yazman lazım yarın için, yetiştirirsin sen. Hadi, perilerin eksik olmasın. Görüşürüz.”