BEYHAN ÖZER/“BÖYLE UĞULDAR AĞAÇ” ÜZERİNE DEĞERLENDİRMELER

ZEYNEP EŞİN’İN “BÖYLE UĞULDAR AĞAÇ” ÖYKÜ KİTABI ÜZERİNE DEĞERLENDİRMELER

Zeynep Eşin’in son çıkan öykü kitabı ‘Böyle Uğuldar Ağaç’ detaylara hassas bir dille yaklaşan, abartıya kaçmayan ama keskin gözlem gücüyle okuru hayalin atmosferine davet eden bir eser. Her öykü, sorgulama imkânı tanırken zamanı unutturuyor; doğanın renkleri ve sesleri arasında merakla yol alıyorsunuz. Bazen de yalnızlığın derinliğinde, sapa yollara dönüp farklı duyarlılıklarla karşılaşıyorsunuz sekiz öykü boyunca.

Kitaba ismini veren “Böyle Uğuldar Ağaç” öyküsünde, ağaçlara sarılmak, onları anlamak, onlarla konuşmak ve köklenerek hayatın sürekliliğinde nefes almak anlam kazanıyor. Yazarın dili ve tavrı, ister istemez okuru yüzleşmelere götürüyor. Korku, göze almak ve merak, suyun derinliğiyle birleşiyor. Ruhun sancılarını çeken, unutuluşlara ayna olan gölet, tarafsız ve derin bir su imgesi olarak karşımıza çıkıyor.

“Paul suyun nefes almasını izledi. Bir dalga boyunca yavaşça yuvarlandı ve çocuğun ayak parmaklarına hafifçe vurdu. Suyun daha önce hiç göstermediği bir karanlığa doğru inceliyor gibiydi.”

Ağacın kokusunu algılamak, doğanın nefesini tanımaktır. Oysa bizler doğayı yok etmeyi ne çok hatırlıyoruz. Yitirmenin kahredici kokusu yayılıyor satırlara.

Eşin, minimal öykülerini derinlikli küçük mesajlarla örüyor. Anlattıklarıyla her şeyin yükünü taşıyor; duygusal yalnızlıklarını sınır tanımadan satırlara döküyor. “Zehri” öyküsünde içeride kurulmuş bir denge yankılanıyor. Kadınların kırılganlığını zaman yatıştırmıyor; bireysel travmalar klişelere düşmeden işleniyor.

“Genç kızımın görüntüsü beliriyor gözlerimin önünde ve zihnimi ele geçiriyor. Kızımda hiçbir yaranın iz bırakmayacağından emin olacağım.”

Karakterin sesi, tüm kadınların sesine karışıyor; unutulmayan hayal kırıklıklarının, hesap soran kadınların kader birliğinin yankısına dönüşüyor.

Sayfalar ilerledikçe, özgün bir yaklaşımla “Hayalet Yazar” öyküsü çıkıyor karşımıza. Bu kez korunaklı bir yazı mekânına konuk oluyoruz. Soğukkanlı Sylvia, ölen arkadaşı için sebep ve sonuç ararken kurgusu gizemli bir finale evriliyor.

“Nehirde Kaybolan Güzel İki Taş Benim Arka Bahçemde” öyküsünde yıl 1890’dır. Bir morg fotoğrafçısı, ölüm sonrası yüzleri ve ifadeleri ebedileştirir.

“Ölüleri çekerken bir arınma yaşıyorum. Her fotoğraf beni ve onları biraz daha rahatlatıyor.”

Okur, istenmeyen sonlara ve kötülüklere direnmenin merhametini buluyor satırlarda. Rahatsızlık değil, cesur bir yüzleşme duygusu bırakıyor.

“Çalınmış Bir Hikâye” öyküsü ise fotoğraf ile edebiyatın kesişiminde kimlik ve belleğin en saf anlatısına dönüşüyor. Yazar, fotoğrafın gerçekliğe estetik bakışını sorgularken Baudelaire’in sözüne kulak veriyoruz: “Fotoğraf, sanatın hizmetçisi olmalıdır.” Öyküde, bir masal anlatıcısının fotoğraf sanatına nedenleriyle geçişi, zamana ve ışığa hükmetme süreci olarak aktarılıyor. Finalde ise vefanın, vicdanın ve yolculukların biriktirdikleri hissediliyor:

“Yarın daha fazla fotoğraf için dışarı çıkmayı planlıyorum. Sonuçta, masal bir hikâyeyi anlatmanın tek yolu değildir.”

Eşin, öykülerinde kaçırdıklarımızı, göz ardı ettiklerimizi ve ıskaladıklarımızı doğa, hayvan, sanat ve ölüm çerçevesinde ele alıyor. Kelimeler insanlığın karanlık koridorlarından geçerek yeniden yaşam buluyor.

“Kuzgun” öyküsü ise yalana, yağmaya ve vahşete karşı naif bir sığınak sunuyor. Gözleyen, hisseden, içselleştiren anlatısıyla basit görünen ama düşünsel bir söylem yaratıyor. Eşin’in öykülerinde tutarlılık, sadelik ve derinlik bir arada bulunuyor. Okurla nasıl konuşacağını bilen bir yazarın satırlarında vakit geçirmek keyif veriyor. Duru ama kışkırtıcı, sorgulatan ve arındırıcı bir dil, okuru sürekli yeniden okumaya çağırıyor.