AHMET FURKAN DEMİR/TIMAR AĞASI

TIMAR AĞASI

Güneşin ortalığı kavurduğu bir yaz sabahında ofisimin penceresinden dışarı bakıyordum. Kavak ağaçlarının hışırtısı, yoldan geçen insanların seslerine karışmıştı. Tüm bu seslerin fonunda ise makamlı bir şekilde öten kuşların sesi vardı. Elimdeki çayı bitirdikten sonra masama doğru yönelip ilk hastamı almak üzere kendime çeki düzen verdim. Her açıdan hazır olduğumu hissettikten sonra asistanıma ilk hastayı içeriye davet etmesini söyledim. Kapı açıldığında içeriye 40’lı yaşlarda, orta boy ve orta kilolu, oldukça seyrek saçlı; üzerinde yarım kollu siyah bir gömlek ve altında da aynı renk kot pantolon olan bir adam girdi. Gelen hastamı her zamanki huyum üzerine ayakta karşıladım. Tokalaşmak için elimi uzatıp

“Hoş geldiniz ben psikolog Muzaffer Şerefli” dedim. O da aynı şekilde elini uzatarak,

“Memnun oldum doktor bey. Benim ismim de Şaban” dedi.

Şaban Bey’in görünüşüne ve hareketlerine bakılacak olursa gayet sıradan bir insana benziyordu. Kendisiyle bir müddet hal hatır sorma faslını yaptıktan sonra şikâyetinin ne olduğunu sordum. Bir müddet sessiz kalıp iç çektikten sonra konuşmaya başladı:

“Hocam benim herhangi bir şikâyetim yok aslında hasta olan da ben değilim. Hasta olan benim abim lakin kendisini bir türlü kliniğinize getirmeye ikna edemedik. Ne sizin kliniğinize ne de hastaneye gitmeyi kabul etmiyor. Eğer sizin için de uygun olursa sizi onun yanına götürmek isterim. Fazla bir maddi durumum yok ama hizmetinizin karşılığı ne ise fazlasıyla vermeye razıyım bir şekilde çalışıp öderim size.”

“Peki, abinizden şikâyetiniz tam olarak nedir?”

“Abim önceden çok sağlıklı bir insandı, yemesine içmesine filan da bayağı dikkat eden bir insandı lakin son zamanlarda tamamı ile bir hayal dünyasında yaşamaya başladı. Kendi kurduğu dünyasında kendini olduğu yaştan daha büyük zannediyor. Aile içerisinde kendisinden büyük çok sayıda insan olmasına rağmen kendisini ailenin en büyüğü ve reisi zannediyor. Biz aslında küçük ve mütevazı bir aileyiz ama onun hayal dünyasında bir aşiretiz ve o da bu aşiretin ağası. Kendini bu şekilde bir köy ağası sanıyor ve emrinde binlerce marabası olduğunu, hektarlarca arazisinin olduğunu zannediyor. Oysa biz köyde yaşayan, asgari ücretle geçinen gariban bir aileyiz. Babam, amcalarım, dayılarım ve diğer aile büyüklerimiz hayatta olmasına rağmen abim kendini bir aşiret ağası, bir reis olarak görüyor. Son zamanlarda hal ve hareketleri de çok değişti çocukça hareketler sergiliyor saçma ve anlamsız cümleler kuruyor. Şuan akl-ı melekelerinin yerinde olmadığını düşündükleri için kimse ona karışmıyor ama bu durum bize ve ailemize zarar vermekte. Eşi ve çocukları da bu durumdan dolayı perişan haldeler.”

Şaban Bey’in anlattıkları aslında sık sık karşılaştığımız bir vakaydı. Birçok insan dünya hayatında belirli bir makam, mevki sahibi olmak ister ama bu makama da bir türlü ulaşamaz. Çevresinde bu tür makam sahibi insanlar görünce de onları kıskanıp bu durumu hazmedemezler ve bu durumun neticesinde kendilerine bir hayal dünyası kurup orada oldukları gibi değil de, olmayı istedikleri gibi davranırlar.

Aslında sırada bekleyen başka hastalar da vardı ama bu durum ilgimi celp etmişti. Daha önce de hayal dünyasında yaşayan hastalarım olmuştu ama bir ağalık hususu hiç olmamıştı. Sıradaki hastaları ortağım olan psikolog Şevket Çam’a devrettim.

Şaban Bey’e abisinin rahatsızlığını eksiksiz bir şekilde anlatıp onun yanına gitmeyi kabul ettiğimi bildirdim. Bu kararımı duyan Şaban Bey’in yüzünde adeta güller, gülücükler açıyordu.

Daha fazla zaman kaybetmeden Şaban Bey’in 1975’lerden kalma arabasına binip köyde bulunan evlerine doğru yola koyulduk. Şaban Bey yolda hep abisinden bahsetti. Bana, timsahın ağzında can çekişip arkadaşlarından medet uman bir antilop edasıyla bakıyordu. Çaresiz ve bitkindi.

Uzun sayılabilecek bir yolculuğun ardından nihayet evlerine varmıştık. Arabadan indiğimde beni eski metruk bir müstakil ev karşıladı. Evin duvarlarında doğru dürüst boya yoktu her taraf sıvalı haldeydi etrafında ufak bir bahçe, içinde ise ufak bir bostan vardı. Kapının ön tarafında da ufak bir kümes, onun içinde de 4-5 tane tavuk vardı. Belli ki burada oturanlar geçimini zar zor sağlayan mazbut bir aileydi. Ev metruk olmasına rağmen bayağı büyük yapılmıştı.

Arabadan inen Şaban Bey beni içeriye buyur etti. İçeri girmeden önce abisinin adını sorunca Yusuf cevabını verdi.

Evin içine girer girmez çok geniş bir hol ile karşılaştım. Holün her tarafı bir odaya açılıyordu. Şaban Bey beni direkt karşıda bulanan odaya doğru götürdü. Odaya yaklaştıkça içeriden yüksek sesler gelmeye başladı. Nihayet içeri girdiğimizde çocukların çığlık sesleri ile kadınların bağırarak yaptıkları sohbetin sesi kulaklarımı tırmalıyordu. Bu esnada içeride bulunan erkekler daha sakin ve daha alçak bir sesle konuşuyorlardı. İçeri girmemle birlikte az önceki cümbüş yerini derin bir sessizliğe bıraktı. Şaban Bey oturmam için eliyle kapının sağ karşı tarafındaki minderi göstererek buyur etti. İçerideki ahaliye selam vererek mindere doru yöneldim. Bayanlar kısa bir hoş geldin töreni yaptıktan sonra çocukları ile birlikte yan tarafta bulunan odaya geçtiler.

İçeride yalnızca erkekler kaldı. Giriş kapısının karşı tarafındaki kısmına yakın olan yerde 3 tane yaşlı adam, yanlarında 2 tane orta yaşlı adam kapı dibine doğru da 4 tane genç oturuyordu. Odanın tam karşı tarafında ise tuhaf bir şekilde 45 yaşlarında, üzerinde kendince şık ama rüküş takım elbisesi olan bir adam vardı. Saçları yaşıyla bağdaşmayacak şekilde beyazlamış yüzü traşlı ve oldukça çirkindi. Normalde orada aile büyükleri ya da yaşça büyük insanlar otururdu. Herkes ayağa kalkıp tek tek benimle tokalaşarak selamıma mukabele ettiler yalnızca karşı tarafta oturan tuhaf hareketleri olan adam ayağa bile kalkmadan sözde selamımı aldı.

İçerideki insanlara bakarak Şaban Bey’in hasta olan abisini bulmak çok da zor olmadı. Tuhaf tavırları, çocukça hareketleri, itici ses tonu ve konuşmasıyla karşıda oturan adamdı. İçeride oturan insanlarla gayet güzel sohbet edip tanıştık içeride oturan ihtiyarlar; hastam Yusuf’un babası, amcası ve dayısıydı. Orta yaşta olanlar kardeşleri, gençler de yeğenleriydi.

Yusuf hariç herkes, gerek misafir olmamdan dolayı gerekse de mesleğimden dolayı bana hürmet ediyordu lakin Yusuf hiç oralı değildi. Elinde tesbihi, ağzında sigarası ile bağdaş kurmuş, burnu Kafdağı’nda oturuyordu. İçeride bulunan 16-17 yaşındaki gençler bile onu hesaba almıyor, dediklerini duymazdan geliyordu. Yusuf’un babası benimle sohbet ederken Yusuf pat diye söze atılıp babasının sözünü keserek şöyle dedi:

“Eh hoca biz de burada insanlar ile meşgulüz. Binlerce kişi benim elimden ekmek yer. Yemeklerini, kalacak yerlerini, kıyafetlerini ayarlamak kolay mı oluyor zannediyorsun? Başımı kaşıyacak vaktim olmaz. Yüzlerce hektar araziyi kontrol etmek, ekip biçmek kolay mı sanırsın? Emrinde binlerce insan çalıştırmak kolay mıdır? Ben olmasam bu insanlar sefil bir şekilde ölüler.”

Yusuf cümlesini tamamladıktan sonra bağırdı:

“Veysel bana okkalı bir kahve yaptır.”

Kahveyi istedi istemesine ama odada kimse oralı olmadı. Odada Veysel adında biri var mıydı orası bile meçhuldü. Yusuf’un durumu gerçekten kötüydü hastalığı son derece ilerlemişti biraz daha ilerlerse gördüğü halüsinasyonlar ona zarar bile verebilirdi. Acilen tam teçhizatlı bir akıl hastanesinde tedavi görmesi gerekiyordu.

Şaban Bey’e kafamla işaret ederek kalkmak istediğimi belirttim. İçeride bulunan büyüklerden de müsaade alarak ayağa kalktım her ne kadar yemeğe kalmam için ısrar etseler de kibar bir dille teşekkür ettim. Şaban Bey,

“Ben hocamı kliniğine bırakıp geliyorum” diyerek bana eşlik etti. Tam kapıdan çıkacakken Yusuf Bağırarak:

“Durun hele ben de geliyorum. Yolda beni de tarlaya bırakın bugün fıstık hasadı yapılacaktı marabalar çalışıyor mu kontrol edeyim” dedi.

O da bizimle arabaya doğru ilerledi ani bir manevra ile benim ve kardeşinin önüne geçerek,

“Ben önde gideceğim siz arkadan gelin.”

            Yusuf bizimle gelip olamayan fıstıklarını, olmayan marabalarını kontrol edecekti. Ben tam arabaya binecekken elini sert bir şekilde göğsümün önüne koyup üst üste söylenmeye başladı:

“Önce ben bineceğim sonra sen hoca. ”

Arabaya bindikten sonra yola koyulmaya başladık biraz ilerledikten sonra ani bir şekilde Şaban Bey’e durmasını söyledi.

“Şaban tarlamızı geçiyorsun dur ineceğim” diyerek indi. O indikten sonra yolda Şaban Bey’e tahlillerimi anlattım ve onu, abisinin hastaneye yatırılması konusunda ikna ettim. Ben de Yusuf’a her zaman destek olacağım ve hastanede de sürekli gözeteceğim konusunda söz verdim.

Şaban Bey beni kliniğime bıraktıktan iki gün sonra Yusuf’un yatış işlemlerini gerçekleştirdik. Yatışını yapmadan önce hastanede bulunan doktor arkadaşlarımdan ve hasta bakıcılardan özellikle göz kulak olmaları için ricacı oldum. Yusuf’un tedavisini en hızlı şekilde yapıp bir an önce eski sağlığına kavuşturmalıydık. Yusuf hastaneye yattıktan 10 gün sonra ziyaretine gittim. Önce meslektaşım olan arkadaşlarımdan Yusuf hakkında bilgi aldım ama aldığım bilgiler çok iç açıcı değildi. Daha sonra onu görmek istediğimi belirttim. Sağ olsunlar bu isteğimi geri çevirmediler. Hasta bakıcı Hasan da bana eşlik etti hastaların hepsi avluda hava alıyordu. İçlerinden Yusuf’u seçmek zor olmadı yine kötü kombin takım elbisesi üzerindeydi. Kravatını sonuna kadar sıkmıştı. Yusuf’un yüzünü görünce tepemden aşağı kaynar sular döküldü. Yüzünde sayısız yara izi, sayısız kabuk vardı. Kafasının her tarafı şişmiş, gözaltları darbeden mosmor olmuştu. Hemen Hasan’ın yakasına yapışıp,

“Siz hastalara dayak mı atıyorsunuz bu ne hal böyle?” dedim. Hasta bakıcı Hasan elimi kibar bir şekilde indirip ekledi,

“Sakin olun hocam ne dayağı biz onlara gözümüz gibi bakıyoruz lakin Yusuf sürekli diğer hastalarla tartışıyor, onlarla kavga ediyor çoğu zaman müdahale edip zarar görmesini engelliyoruz ama bazen avluda bizden uzak kalıyor yetişene kadar da olan oluyor. Binada bir cam kırılsa korkudan eli ayağı titriyor, bayılıyor ama insanlarla da sürekli kavga edip dayak yiyor.”

Hasan’ın söylediklerine inanmayarak koşarak Yusuf’un yanına gittim. Beni görünce istemsizce sevinip

“ Ooo… Hoca sen mi geldin hoş gelmişsin” dedi. Sabırsız bir şekilde neler olup bittiğini sordum. O ise gayet sakin bir şekilde cümleye atıldı:

“Bir şey olduğu yok hoca her zamanki gibi işte geçinip gidiyoruz. Buralar hep bizim himayemizde işte bu gördüğün zavallı divaneleri doyuruyoruz. Burası da benim konak bak yüzlerce maraba çalışıyor buradan ekmek yiyor. Sen bu kadar insanı doyurmak kolay mı sanıyorsun? Yemeklerini, kıyafetlerini, ihtiyaçlarını karşılamak kolay mı zannediyorsun? Başımı kaşıyacak vaktim yok. Bu maraba milleti boş bırakmaya gelmez. Hemen su koyuverip çalışmayı bırakırlar. Mecburen işte başlarında duruyorum ne yapacaklarını emrediyorum ben olmasam bunlar bir arşın yol alamaz.”

Cümlesi bittikten sonra arkasına dönüp bağırdı:

“Veysel bize iki okkalı kahve yap.”

Anlaşılan o ki Hasta bakıcı Hasan söylediklerinde sonuna kadar haklıydı. Yusuf sadece köyde değil burada da kendini ağa zannediyordu. Görünüşe göre de burada daha epey kalacaktı. O artık koca bir aşiretin, koca bir köyün ağası değildi o artık koca bir tımarhanenin ağasıydı,  tımar ağasıydı…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir