ŞİİR DEĞİLSE NEDİR BU ÇIĞIRTI?
Günümüz şiirinin sayıklama şiiri olduğunu dile getirenlerin bir hayli fazla olduğunu görüyorum. Sayıklama veya aldatma şiiri olup olmadığı göreceli olabilir; fakat toplumsal işlev üstlenmediği konusunda herkes hemfikirdir kanımca. Böyle bir amacı var mıdır, diye soruluyor hep. Bu bir bakıma “İkinci Yeni” sonrasında 80 Kuşağı ile başladı. Cemal Süreya’nın her dönem kendi yazarını/şairini doğurur/getirir, tespitini unutmamak gerekiyor. Bu öylesine bir tespit ki çıkarların, gruplaşmaların, kişisel hırsların söz konusu olmadığını kim iddia edebilir? Toplumsal konular yazılmıyor deniliyor, evet, doğru. Peki, dergilere bir göz atmaya ne dersiniz? Eser gönderim şartlarında ne diyor en başta: Siyasi/ideolojik/politik konular içeren eser kabul etmiyoruz! Bu ne demek, ben bu şiirin önünü kesiyorum, demek. Yazar gidip de eseriyle siyaset mi yapacak? En fazla toplumsal bir gerçekliği dile getirir. Buna da yer veremiyorsa bir edebiyat platformu ortada dolaşmasın efendim. Deniliyor ki artık herkes şiir yazıyor. Yahu bundan niye rahatsız olalım? Yazsın elbet! Ne kadar güzel! Bana kalırsa yazan çok az kişi şiir veya şiir kitabı yayınlıyor. Çünkü para etmeyince herkes roman ve hikâye türüne rağbet ediyor. Günümüzün olayı bu. O türde belki kabul edilmek ve sivrilmek daha kestirme. Yüzlerce edebiyat dergisi var. Herkes şiirini yazar, gönderir, göndersin. Kitabını yayınlasın. Bu bir çöplük oluşturmaz. Aralarından iyi olanlar ister istemez sıyrılacaktır. Düşünmek lazım, gençlere şiir yazma mı diyeceğiz? Mental olarak, psikolojik olarak debelenip durduğumuz şu ortamda şiire sığınmaktan insanları alıkoyacağız. Bırakın efendim, isteyen istediğini yazsın, bassın. Bu, okur kalitesiyle ilgili bir durum ve bu bağlamda konuşmak lazım. Şairleri özgür bırakmalıyız! İster bir düşünceye, ideolojiye veya gruba bağlı yazsın; isterse kalıpsız, duygusuz yazsın. Serbestlik önemlidir. Sıkmaya, takibe gelmez bu işler. Hür ve rahat olmak önemlidir. Günümüzde belli bir akıma bağlılık söz konusu olmadığına göre her şair kendi duyuşunu bulacaktır. Bakın, şair Kaan Eminoğlu Türkçe edebiyat meselesinde nasıl gündemi yakalayıp bir şair olarak genel bir edebiyat kamuoyu oluşturdu.
Şiir, hep bir mecrada akmaz. Her mecradan ayrı bir anlayışı, duyguyu, kelimeyi, gündemi alıp nihayetinde o büyük şiir denizine taşıyacaktır. Sonuçta zengin bir deniz oluşuyor, değeri bilinse de bilinmese de. İlla bir okur, bir dergi, bir grup onu gidip yerinde bulacaktır. Günümüzde evet, halkın şiire yönelimi ve verdiği önem aşındı. Sadece şairler şiirle ilgileniyor neredeyse. Şairler şiir kitaplarını alıp okuyor. Hatta burada da büyük bir sorun var. Gerçekten şair de okuyor mu? Burada belki imkân söz konusu olabilir. Yayınevleri dinlendiğinde her gün onlarca şiir dosyası geliyor, deniliyor. Gerçekten bazen ayda yüzlerce şiir kitabı çıkabiliyor. Şimdi böyle bir ortamda şair hangi birini takip etsin? Kitap fiyatlarına, dergi aboneliklerine, kargo ücretlerine bakıyorsunuz, cep yakıyor. Ben tek maaşlı bir şair olarak nasıl hepsini birden takip edebileceğim. Nasıl Cemal Süreya dergi çıkartmak için arabasını sattı, ekonomik zorluklar çekti. Turgut Uyar gelip halısını sattı Papirüs çıksın diye, şimdilerde şair de böyle belki. Para kazanmak için yapmıyoruz ki biz bu işi. Amacımız sanat. Hep bütçeyle gidiyor. Evin bütçesinden de yiyorsunuz çoğu zaman. Sermayesi bol olanlar, bir köşeyi tutanlar şair okumuyor diyor. Sen kitap fuarlarında imza kuyruklarını hikâyende paylaşmakla oyalanırken bir yerde söyleşi yapmak için astronomik ücretler isterken amacı sanat yapmak olan, iyi veya kötü derdi sadece şiir olan şaire el uzattın mı? Ortamına aldın mı? Dergine davet ettin mi? Etmediğin, sormadığın için okunmuyor diyorsun. Buradaki şair çaresizliğini de görmek lazım. Bu durumlar şiirin kalitesine de yansıyor. Şiiri güçsüz bırakıyor. Rastgele bir şiir yazma durumu ortaya çıkıyor. O şiir kendini de şairini de yansıtamıyor, ifade edemiyor.
Kimse kimsenin şiirini, şiir anlayışını, şiire yaklaşımını küçümsememeli. Tanzimat’tan beridir üstat kabul ettiğimiz isimler bile genç şairleri dinlemişler, anlamaya çalışmışlar, kiminin elinden tutmuşlardır. Ya da açık açık yaptığı/yazdığı şeyin şiir olmadığını söyleyebilmişlerdir. Nazım Hikmet’in Orhan Kemal’e tavsiyesini biliyoruz. Kötü bir şair yerine büyük bir romancı olmuştur. Kesin hüküm verilmemelidir. Kestirip atmamalıdır. Umutsuzluğa mahal yoktur. Şiir insanı, insan da şiiri bir yerinden mutlaka yakalar. Günümüzde şiir nedir, nereye gitmektedir, onu da bir irdelemek lazım. Osman Özbahçe şöyle diyor bu konuda: “Günümüz şiiri onca gelenek, geçmiş, birikim lâfına rağmen, şiirimizin geçmişine kendini kapatmış bir vaziyettedir; fakat çok tuhaf bir şekilde, çağdaş gerçekliğin, çağdaş zihniyetin uzağında bir şiir yazılmaktadır bugün. Günümüz şiiri şimdide, bugünde de değildir. Bence çağdaş gerçekliğin, çağdaş zihnin uzağında işleyen bugünde değildir. Bugünde olmayan aynı zamanda bir yerde olmayandır. Hayalî dolayım günümüz şairini bugünden koparmaktadır. Bu köksüzlüktür. Karşılıksız kalmaktır.” Zafer Yalçınpınar da tarihsel bağ tarafından bakıyor bu olaya:“Günümüz şiirinde geçmiş tasavvuru ile gelecek tahayyülü arasındaki dilsel bağ doğru kurulamıyor ve bu bağda birçok düğümle karmaşıklaşmış sinsi ketler oluştu. Halbuki günümüz şiirinin birincil işlevi -dilsel açıdan- “geçmiş tasavvuru ile gelecek tahayyülü arasında katalizasyon sağlamak” olmalıydı.”, “Şiirin ekosistemi popüler kültürle hastalanmıştır. Popüler kültürün pazarlama biçemleri dilin şiirselliğini ve şiirin iklimini bozuyor. Şiirin toprağı bozuluyor.”
Bu tespitlere katılmamak elde değil. Bu bilgilerden hareketle neyin, nasıl eleştirilmesi gerektiğini de bilmek lazım. Bağlamsız, anlamsız ve soyut şiir yazıldığında veya tam tersi hikayesi olan, anlamı açık, anlatımcı, didaktik ve epik şiirler yazıldığı zaman şairler eleştiriliyor. Belki şiiri bilmediği sezdiriliyor. Belki ideolojik edinimi, siyasi ve sosyal konumu dile getiriliyor. Oysa eleştiriler esere, mısraya, imgeye bakılarak yapılır. Bunlar yapıldıktan sonra şairin şiiri hakkında konuşulabilir. Örneğin; Bülent Ecevit siyasi bir kişilik. Pekâlâ iyi ve kötü kararlar almış olabilir; fakat o siyasi kimliğinden ayrı olarak bir şairdir. Yaptıklarıyla ve görüşleriyle şiiri değerlendirilemez. Şiirin yapısı, biçimi, mısrası, imajı, dönemi eleştirmen bilgisiyle değerlendirilip eleştiri getirilebilir. Ön yargı şiirde kabul edilemez. Şair, şiir yazmayı sürdürdükçe poetik karakterini oturtacaktır. Bir süre sonra yazılmayanın, duyulmayanın, keşfedilmeyenin şiirini yazacaktır. Yazmalıdır. Farklı olanı söylemek bütün türlerde okur tarafından fark edilir. Eğer özgünse kabul de edilir.
Şairler, şiir kamuoyunu da mutlaka takip edebilmelidir. Ben elimden geldiğince piyasada bilinen birkaç dergiyi takip etmeye çalışıyorum. Anlatımcı, hikayeci, didaktik, konuşmacı veya hikayeci bir dilin şiirlerini benimsemediğim için daha çok soyut, imgesel, hayal yanı güçlü; hikâye ve olaya değil kelimeye, olguya, duyguya, felsefeye, mitlere, anımsatmaya, şiirsel düşünceye, post-modernist çağrışımlara, kelime oyunlarına, yapı bozumlarına ve sentaksa odaklanan; bazen ahenge önem veren ve fakat genellikle Türkçenin gücünü arayan bir şiir tarzını benimsiyorum. Tam da burada Şeref Bilsel’in Varlık dergisinin Ekim sayısında (1405) şiirle ilgili dile getirdiği hayati bir tespiti ve tavsiyelerini örnek vermek istiyorum. Şeref Bilsel, şiirde dize işçiliğini önemli buluyor ve şöyle devam ediyor: “Dize dize çalışmak gerekir. Rastgele bir ifade şiire girebilir, ama şiir rastgele yazılmaz; şuur sözcüğünün şiirle bağı var. Rüya görmek isteyen bile uyanık olmalı şiirde. Yazdıklarınız kadar ‘yazmadıklarınız’, şiirin dışında bıraktıklarınız da önemli.”, “Dilin bir canlı olarak nesneler, olaylar, olgular arasında dolaşmayı başarması gerek. Sözcükleri yeniden tanıştırmalı, hayatı yeniden kavratmalı.” Yine Varlık dergisinin Ağustos sayısında (1403) Engin Fırat, Tugay Kantürk şiirini inceleyen yazısında sözcük enflasyonuna ve en az çaba harcama ilkesine dikkat çekiyor. Şiirin üzerinden on yıllar geçse de metnin okur tarafından iz üretmeye ve silmeye devam etmesi gerektiğini belirtiyor.
Ben tüm bunları dikkate alarak kurmaya çalışıyorum şiirimi. Buna göre dergilere şiir gönderiyorum. Kabul etmeyen dergiye saygı duyuyorum. Ben benimsemediğim tarza yer veren dergide şiir yayınlamak zorunda hissetmiyorum kendimi. Orada yer almayınca sıradan bir şair olurum düşüncesine girmiyorum. Her şiirin alıcısı vardır. Herkes her şiiri toptan, hiçbir kritere yer vermeden dışlamamalı. Bunu kolayca yapabiliyorlar çünkü. Şairin emeğine bakmadan, sormadan, dinlemeden, okumadan, var olmaya çalıştığı ortamı görmeden yapıyorlar bunu. İstanbul’da herkes herhangi bir dergide istese bir yerlere gelir. Şair ortamı oluşturabilir veya katılabilir. Dergilerin kapısını çalmaya bakar. Anadolu’da nasıl oluyor bir görülsün bakalım! Gazete bile okumayan, şiiri bırakın hayatı boyunca tek bir kitap bile okumamış, tek derdi mal biriktirmek olan, dedikodu olan birkaç bin nüfuslu kasabalarda yapılsın bakalım. Halep oradaysa arşın burada! Bunlar birkaç şehirde var sadece. Büyükşehirler ve üniversite şehirleri. Bu konuda Maraş ayrılmıştır mesela. Edebiyat kültürü oluşturabilmiştir. Şiirle aldatmak ifadesini kullanıyorum ben böyle durumlar için. Bu ifade günümüzde ete kemiğe bürünmüş bir vaziyettedir. Caridir. En çok şiir yarıştırma piyasası ve ödül dağıtanlar için söylüyorum bu sözü. Aynı kişi onlarca jüride nasıl yer alabiliyor, bunu gerçekten anlamış değilim. Kitaplar gönderiliyor. Peki, gerçekten okunuyor mu? Bunlar birçok şairin de dile getirdiği serzenişler. Bu işe bir düzen vermek gerekiyor artık gerçekten.
“Şiirle aldatmak” ifadesini önce kendimde arıyorum. Kendimi şiirle aldatmıyorum. Bunu rahatlıkla dile getirebiliyorum. Şiiri çalışıyorum. Eskiden sadece yaşadığım, hissettiğim, ilham aldığım anlarda yazardım. Sonradan gördüm ki hep dile getirildiği gibi şiir duyulmanın yanında yapılan da bir sanat. Heykel gibi, resim gibi. Türkçenin çeşit çeşit duygusal çağrışımları ve onlarca anlamda kullanılabilen kelimeleriyle oluşturduğu o ifade gücünü şiirime yansıtmaya çabalıyorum. Anlamsız ve gereksiz imgelere ve soyutlamalara boğmuyorum. Şiirim çağrışım şiiridir. Altında yatan bir dert vardır mutlaka. Bazen bir ruh bazen varoluş bazen de bir çığlıktır şiirim. Şiirim beni ne kadar ilgilendiriyorsa okuyan kişiyi de bir tarafıyla ilgilendiriyor. Bu okumayı rastgele yapsa bile bir yerinden mutlaka yakalıyor. Yakalamalı. On kişiden birkaçını mutlaka yakalamalı, ilgilendirmeli. Aksi halde insan dışı bir iş yapmış olurum. Yaşamdan, gerçeklikten kopuk bir şiir olur. Hatta şiir olmaz sıradan bir metin veya deneme olur. Öncelikle kendim elime alıp o şiirimi seslendirdiğimde şiirsel moda girmeliyim. O ahengi yakalayabilmeliyim, kulağımı tırmalamamalı, şiir akıp gitmeli. Kelimeler ya da söz sanatları akışı duraklatmamalı. Ben kendi varoluşumu edebiyatla, şiirle yapmış bir vatandaşım. Şiirimin de bu varoluşu gerçekleştirmesini süreklileştiriyorum. Başlangıçta kendimi şiir yazarı olarak görüyordum. Kendime şair demeye utanıyordum. Çünkü geride öyle dehalar, heykeller var ki insan kendini sorgulamak zorunda kalıyor. Şair olabilmeyi ne kadar başarabildim bilmiyorum ama kendimi her geçen gün çoğalmış hissediyorum. Şeref Bilsel, Varlık dergisinin 2024 Ekim sayısındaki (1405) bir yazısında şöyle diyor: “Ve bu yüzden az insanın okudukça çoğaldığı bir edebi tür olmayı sürdürebilmiştir şiir.” Biz okudukça, yazdıkça çoğalıyoruz gerçekten. Kendimize başka alışkanlıklar da edinebilirdik. Şiirle, edebiyatla uğraşmayı seçiyoruz yaşadığımız tüm zorluklara rağmen. Ahmet Güntan, “kitap-lık” dergisinin Eylül-Ekim 2024 tarihli 235. sayısında zekanın hala şiire yöneliyor olmasını şiirin yalnızlığını iyileştirdiğini ve bunu umut olarak gördüğünü dile getiriyor ve hepimizin yaşadığı yukarıda bahsettiğim şu serzenişi kayda geçirerek dile getiriyor bizim yerimize de: “Kendi kendimizi isteklendirmezsek yazmayız. Kimse bize ne yazıyorsun, diye sormuyor.” Her şeyden evvel şiir haz alınan bir uğraşıdır. Entelektüel bir uğraştır. Yazma süreci, onu dergiye gönderme, değerlendirme sonucunu bekleme, her gün ilk iş o mailleri kontrol etme, yayınlanırsa gününü bekleme, dergiyi edinme, postayı bekleme, onu saklama, paylaşma gibi duygular insanı hayata boğuyor, yaşam huzuru veriyor, mutlu ediyor. Amacımız, sanattır. Yazımı muhteşem bir şiirle sonlandırmak istiyorum. Varlık’ta (sayı 1403, Ağustos 2024) Engin Fırat’ın üzerinde titizlikle inceleme yaptığı Kantürk’ün “Parla&Yan” kitabındaki “Yarasın” şiiri. Burada son bölümünü paylaşmazsam bir yerlerim eksik kalır.
“…
Ölülerinize içiyorum
kahpe ve sessizce izleyişinize değil
değil uzakta parla&yan o kutsal kibrinize
altın dişlerinize, çocuk gelinlere hiç değil
yıkayın ellerinizi, kanlı ellerinizi
kime kaldırsam kadehimi
sanki sona benziyor alın yazım
ilk gibiyim, kendi kuyumu zor kazdım
sazım kırık, sözüm azık
yazık diyorum can bu
konakladım, göçtüm han bu
o zaman yarasın…
Tanrım seni sana bırakıyorum!”