AYŞEGÜL DEMİRCİOĞLU/ KUŞAĞINI SÖYLE SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM

Kuşağını Söyle Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim

 “Bu gençler de çok bencil, sorumsuz. Biz ergenlik yaşamadık, bıktık bu ergenlerden! Acaba bizim hormonlarımız yok muydu? Büyükler bizi anlamıyor çok geri kafalılar!” gibi cümleleri ne kadar çok duyar olduk. Dünya da pek çok çatışma çeşidi varken bunlar yetmezmiş gibi bir de kuşak çatışması çıktı başımıza.  Peki, nedir bu kuşak çatışması? Biraz araştırdım, literatüre göre altı kuşak varmış, bunlar:

  • 1925-1945 doğumlular: Sessiz Kuşak (Silent Generation)
  • 1946-1964 doğumlular: Bebek Patlaması (Baby Boomer)
  • 1965-1979 doğumlular: X Kuşağı
  • 1980-1995 doğumlular: Y Kuşağı (Millennials)
  • 1996-2020 doğumlular: Z Kuşağı
  • 2020 sonrası doğumlular: Alfa kuşağı

İnsanlar bu sefer doğum zamanlarına göre kategorize edilip birbirlerine düşürülmüşler anlayacağınız. Bu sınıflamaya göre anneannem-dedem sessiz kuşak, annem- babam bebek patlaması, eşim ve ben X, kardeşim Y, çocuklarım Z, yeğenim de Alfa kuşağı. Altı kuşak bir arada. İki kuşak arası çatışma halt etmiş. Altı kuşak ve bunların birbirleriyle çatışma olasılığı kaçtır acaba? Matematikte havuz problemleri yerine bu olasılıklar hesaplansa daha faydalı olmaz mıydı? Herkesin havuzu var mı? Yok. Ama kuşak çatışması var. Düşman var sanki karşımızda da savaşa giriyoruz. Peki, araştırmaların ne kadarı doğru? Bunu anlamam için öncelikle ailemden örneklerle bir doğrulama yapmam gerek.  

Sessiz kuşak, adı üstünde kendi isteklerini bastırmasının, toplumsal olaylara karşı sessiz kalmasının ve görüşlerinin açıkça konuşulmamasının öğretildiği bir kuşakmış. Aslında uyumlularmış ama sanki bu uyum mecburiyetten, otoriteye saygıdan ve kaderci anlayıştan kaynaklanıyor. Onların babaları ne kuşağıydı bir tanımlama yok ama otorite olan onlarmış. Otur, kalk, bunla evleneceksin vs. vs…  Bizim ailede sessiz kuşağın temsilcisi anneannem anlatırdı. Babası bir gün eve gelmiş ve “Seni verdim, Mustafa ile evleneceksin.” demiş. “Hayır” demek, “Mustafa kim?” demek ne haddine. Otorite öyle uygun görmüş. Mustafa’yı hiç görmeden gelinliği giymiş anneannem. Damat Mustafa’yı görünce şaşırıp ağzından çıkan ilk cümle şu olmuş; “Aaa! Mustafa Abi sen misin? Damat Mustafa mahalleden bir komşularının oğluymuş meğerse. Ne yapsın kaderciler ya; o da kaderinde Mustafa varmış diye düşünmüş ya da düşünmek zorunda kalmış demek ki…  Diğer otoriteler, kaynana ve kayınpeder, ile aynı evde bir yaşamak zorunda kalmış. Ayrıca aynı evde iki elti…  Kaynanasının izni olmadan adım atamazmış zavallı kadın. Bir gün kaynana komşuya gitmiş. İki eltinin canı helva çekmiş. Helva yapmışlar. Derken komşu evde olmadığından kaynana eve dönmez mi? Bizimkiler korkudan helva dolu tencereyi alıp bahçeye çıkmışlar ve tencereyi saklamışlar. Kaynananın adı Hürü. Anlatılanlara göre Hürü sanki bir canavar. Anneannem ondan bahsederken hala tüyleri diken diken olur. Bir hikâyeye göre zamanında üç elti varmış kaynanaları ile yaşayan. Büyük gelin on beş sene,  ortanca gelin on sene, küçük gelin de altı sene kaynanalarına katlanmak zorunda kalmış. Bir gün kaynanaları Hakk’ın rahmetine kavuşmuş.  Ağıtlar yakılıyor.  Ama yıllarca canı yanan küçük gelin ağıt yakarken “uzak uzak gömün” diye ağıt yakarken ortanca gelin “Derin derin gömün.”,  hepsinden fazla kahır çeken büyük gelin ise “Gelir o, gelir o.” diyerek ağıt yakıyormuş. Kadın öyle eziyet çekmiş ki kaynanasının öldüğüne değil de hortlayıp döneceğine inanıyor. Bu hikâyedeki karakterler sanki anneannem ve eltileri gibi gelir bana.

Gelelim annem ve babama yani bebek patlaması kuşağına. Bu isim, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm dünyada bebek doğum oranlarında büyük bir patlama yaşanmasından geliyormuş. İşsizlik kavramını ailelerinde gördükleri için işlerine sıkı sıkıya bağlı olup genellikle mecbur kalmadıkları sürece işlerini değiştirmezlermiş. Şimdi anladım, niye bize sık sık “maymun iştahlı olma” diye öğütler verdiklerini. Bu nesil hala hayatın birçok alanında söz sahibi durumdaymış. Yaptıkları eleştiriler, gençler tarafından basmakalıp bulunuyormuş. Bu da yabancı gelmedi sanırım size.  Son yıllarda sosyal medyada “OK, Boomer” bizdeki “yav hee hee”  anlamına gelen kalıbın müsebbibi olarak görülüyorlarmış. Kuralcı, çalışkan ve başarı odaklılarmış. Hayallerinin peşinden koşarlarmış. Bu da doğru çıktı. Babam köy çocuğuymuş,  babası yani dedem de köyün zenginlerindenmiş. Tarla, tapan ne ararsan var. Babam okumak istiyormuş. Dedem ise tarlada çalışacak ırgat lazım olduğundan çocuklarının okumasını istemiyormuş. Aslan babam hayallerinin peşinden daha küçük yaşlarda gitmeye başlamış. İlk hayali olan sinemaya gidebilmek için bir gün babam ve arkadaşları hasat edilen buğdaydan kendilerince biraz araklayıp satmışlar. Şehre gidip bilet almışlar ama seansın başlamasına daha vakit varmış. O sene de içecek olan kola yeni çıkmış. Film başlayana kadar birer kola alıp bir ağacın altına oturmuşlar. Çalınırsa endişesiyle de paralarının bir miktarını cebe, bir miktarını çoraplarına, kalanını da bellerine pay etmişler. Kolayı içecekler ama birden bu kolanın içinde ne var acaba, içersek sarhoş olur muyuz, uyur kalır mıyız, filmi kaçırır mıyız, paralarımızı çalarlar mı diye bir korku sarmış bunları. Bu korkuyla şişeleri ağacın dibine boşaltmışlar hemen. Filmi de seyredip muratlarına ermişler. Yıllar geçmiş bebek patlaması kuşağı babam dedeme rağmen çalışmış çabalamış ve üniversitede okumuş.

Acaba ben nasıl bir kuşağım? X kuşağının kendilerinden bir önce gelen Bebek Patlaması ve sonrasında gelen Y Kuşağına göre nüfusları daha azmış. Ayrıca birbiriyle sürekli çatışan bu iki kuşağın arasında kaldığı için kendilerine “ortanca kuşak” da denirmiş.  Ailedeki ortanca çocuklar gibi hep dışlanır, görmezden gelinirlermiş. Ay yazık bize valla. Ağlanacak bir halimiz varmış. Daha en baştan kaybetmişiz desenize. Aynı zamanda şüpheci, rekabetçi, otoriteye karşı kısmen saygılı bir kuşakmışız. Bankalara da en çok borcu olan kuşak da bizim kuşakmış. Normal tabii, istekleri bitmeyen çocuklar, hayat pahalılığı, kredi kartı bolluğu varken borç olmasın da ne olsun?  Ama sağ olsun “Borç yiğidin kamçısıdır” diye tutunacağımız bir dal var. Kuşağım üzülme, yiğidoyuz hepimiz. Bu kuşak aile fertleriyle büyümekten ziyade arkadaşlarıyla birlikte büyürmüşler. Bu yüzden ailelerine olan bağlılıkları, önceki kuşaklara oranla daha azmış. Bu görüşe pek katılmasam da artan huzurevi ve bakımevi sayısını düşününce de haklılık payı varmış gibi geliyor bana. Bizler sokakta oynama ayrıcalığına sahipmişiz. Evet, ömrümüz sokaklarda oyun oynayarak geçse de hep büyük olmak, büyük biriymiş gibi düşünmek zorundaydık. Sorumluluk sahibiydik. Ne yapalım kuralcı, çalışkan ve başarı odaklı bir neslin yani bebek patlaması kuşağının evlatlarıyız biz. Yaşamak için çalışmayı benimsemişler. İşte bu çok doğru. Eşim zeki, zehir gibi bir çocukmuş. Geçmiş zamandan bahsediyorum ama yanlış anlaşılmasın hala da öyledir kendisi. O zamanlar Ankara’nın en iyi Anadolu lisesini kazanıp, okumuş. Lise sona geldiğinde de dokuz arkadaşıyla birlikte en iyi dershanelerden birinin sahibiyle pazarlık yapmak için görüşmeye gitmişler. Pazarlığa başlamışlar. “Biz size para ödemeyeceğiz ama bizi kabul etmeniz sizin avantajınıza olur. İlk sınavda ilk yüze gireceğiz ve siz de sayemizde reklam yapacaksınız. Eğer giremezsek paranızı veririz.” Patron şaşırsa da tekliflerinden etkilenip kabul etmiş. Düşünün sene 1988, bu nasıl bir cesaret nasıl bir özgüven?  Bizim kafadarlar canla başla çalışıp başarmışlar.  

Kardeşimin olduğu Y kuşağının en önemli özelliği özgürlük, bilgiye hemen ulaşmaları, teknolojiyi çok iyi kullanmaları ve yalnızlıkmış. Kendilerine aşırı güvenen ve sokakta oyun oynayarak büyüyen son kuşakmış. Bu çok doğru. Biz şehirde yaşayan insanlar olarak gerçekten çocuklarımızı sokakta oynatamadık ama kardeşlerimiz de bizim gibi oynayabildi.  Bizler ve Y kuşağı denilen nesil misket, kiremit dizmece, beş taş, sek sek, yakar top gibi bir sürü oyun oynarken; hatta akşamları bile sokaktan içeri zorla girerken bizim çocuklar yani Z kuşağı, evde teknolojiyle avunuyorlar. Hem sokakta oynayarak hem de sanal âlemde sosyalleşebilmiş, hayatın bu iki farklı alanına tam anlamıyla hâkim olan belki de tek kuşak olduğu söylenen Y kuşağı  “Efsane Nesil” olarak da tanımlanıyormuş. Bu tutumları kimilerine ukalaca gelse de bazı tecrübeleri son kez tadan, bazı gelişmeleri de ilk deneyimleyen nesilmiş. Ayrıca bu kuşak, otoriteye karşı saldırgan olmalarıyla önceki kuşaklardan keskin bir şekilde ayrılırlarmış.  Bizler belki de söz dinleyen son nesildik ama Y kuşağında olanlar için akranlarının görüşü, kendilerinden yaşça büyük insanların görüşünden çok daha önemliymiş.  Parayı daha kolay yoldan ve çabuk kazanma yollarını tercih ederlermiş. Kim istemez ki? Bu efsane kuşağın dijital okuryazarlıkları da yüksekmiş. Kendilerini sosyal medyada iyi bir şekilde ifade ederlermiş. Aman da aman ne mutlu onlara. Gerçekten sosyal medyada kendilerini iyi ifade ediyorlar ki, sabah kalktıkları andan yatana kadar yedikleri içtikleri, yaşadıkları her şey sosyal medyada maşallah. Bu performanslarından dolayı madalyayı hakkediyorlar anlaşılan.  Bu kuşağın evlenme oranları da daha düşük olup ebeveynleriyle birlikte yaşama oranları yüksekmiş. Günün yaklaşık dokuz, on saatini sosyal medya ve iletişim kanallarında, teknolojinin onlara sunduğu imkânlardan yararlanarak geçiren bu kuşak evlense sonuç ne olacak? Bir elleri teknolojide bir elleri sosyal medyada olsun samanlık seyran olur onlara.

Gelelim bizim çocukların yani üzerlerinde pek çok araştırma yapılmasına nail olan Z kuşağına. Mantıklı düşünüldüğünde bence bunun iki nedeni olabilir. Birincisi çoğu araştırmacıların yaş itibariyle X kuşağında olması ve Z kuşağı çocukları olması.  Diğeri de bu kuşak o kadar sorunlu ki en çok onlar üzerinde araştırma yapılmış.  Haklarında yapılan yorumlar genelde ya çok mükemmel bir nesil oldukları ya da komple işe yaramaz oldukları yönünde. Anlayacağınız ortaları yok. Teknolojinin içine doğan bu kuşağın, çok genç olmaları nedeniyle ön görülemeyen bir yapıda oldukları söylenilebilirmiş. Gerçekten bu nesil öngörülemez, bırakın geleceklerinde ne yapacaklarını bir saat sonrası ne yapacaklarını kestiremiyorsunuz. Yaratıcı, tüketici ve geleneksellikten uzak bir kuşakmış. Teknoloji hayatlarının temeli olup, en bireyselleşmiş, en yalnız yaşam tarzını yaşayacakları ön görülmekteymiş. Aristo zamanında teknoloji yoktu ama eğer yaşasaydı eminim bütün maddelerin ateş, toprak, hava, su ve teknolojiden oluştuğunu söylerdi. Bir gün kafede otururken iki kız muhabbet ediyordu. Televizyonda hatta komedi programlarında görüyordum benzer görüntüleri ama bunlar gerçekti. Kızlardan biri diğerine yüksek sesle anlatıyordu heyecanla. Anlattıklarını herkesin duyması onu utandırmıyor hatta belki de hoşuna gidiyordu, anlayamadım. Muhabbet şu şekilde “Ay biliyor musun? Dün ‘instada’ bir resim paylaştım. Eski sevgilim ‘laykladı’. Yeni sevgilim de görmüş onun laykladığını ama umurumda olmadı.” Benim anladığım onun umurunda olan tek şeyin layklanmak olduğuydu. Tabii canım, ekmek gibi su gibi layklanmak. Olmazsa olmazımız sanki… Böyle bir saçma muhabbet saatler boyu sürdü derken kız birden garsona yüksek sesle “Ay wi-fi bağlantısı gitti. Ne olur, lütfen acil bakın.” tarzında panikli cümleler. Sanki biri kalp krizi geçirdi de yardım istiyoruz. 112 ye haber verin gibi. Hepimiz değişik örnekler yaşıyoruz eminim. Çocuğunuz elinde telefonla kahkahalarla geliyor ve size argo kelimelerle dolu bir içerik gösteriyor. Ne yaparsınız? Neye güldüğünü anlamaya çalışarak çoğunlukla ufak bir tebessüm ile birlikte hafif bir kızgınlık tepkisi… Ne yapalım Z kuşağı deyip geçeceğiz ve artık içimize atacağız. Bir araştırmaya göre Türk tatilcilerin %35’i tatil sırasında takipçilerine hava atmak için tatile gidiyorlarmış. Biz de ailecek bir tatile gitmiştik. Dünya’nın en güzel yerlerinden biri. Tam güneş batımı sırasında biz, okyanusun tadını çıkarırken tatilcilerin elinde selfie çubuğu, kameralar… Herkes bir poz peşinde. Bir baktım suda olan ve tatilin tadını çıkarak tek biziz. Biz mi anormaldik acaba yoksa onlar mı anormal? Etrafınıza şöyle bir bakmanız yeterli. Herkes çılgınlık boyutunda sadece fotoğraf çekerken anın tadını çıkaramıyor değil mi? Ya çocuğum tatile gelmişsin fotoğrafçı gibi çalışmak da neyin nesi. Gerçi fotoğrafçıda çalış desen onu da beğenmezler. Hey! Kaldır başını da bir etrafa bak, tüm güzellikleri kaçırıyorsun! Teknolojinin içine doğmalarına rağmen Z kuşağının dijital okuryazarlıkları düşükmüş. Bunun nedeni de sosyal medyada gördüklerini direkt olarak “doğru” kabul etmeleriymiş. Evet, siz ebeveyn olarak ne derseniz deyin boş; ama teknoloji ne derse o doğru. Umarım kültürlü dünyada yaşamak, sosyal medyadaki saçma şeylere gömülmek anlamına gelmiyordur. Bunları seyretmekle kaybettikleri zamanı yararlı şeylere ayırırlarsa işte o zaman inanılmaz bir kuşak olacakları kesin. Bekleyip göreceğiz bakalım. Onlar için teknolojiyle erken tanışmış olmak bir avantajmış gibi görülse de sokakta oynayamamak büyük bir kayıpmış. Çok doğru valla. Küçük oğlum okula ilk başladığı gün ben de çağa ayak uydurarak ona eşlik ettim ve ilk teneffüse kadar bekledim. Gözlerime inanamadım. Bazı veliler,  öğrenciler gibi sıralara bile yerleşmişlerdi. İlk teneffüs zili çalıp kapılar açılır açılmaz çocuklar anlamsız şekilde bağrışarak, birbirlerini iterek merdivenlerden indiler ve bahçeye çıktılar. Sonra yine anlamsız şekilde oraya buraya koşarak teneffüsü tamamladılar. Bizimki korktu doğal olarak. Valla ben de bu çocukların arasında bir gün bizim ufaklık telef olacak diye korkmadım desem yalan olur. Bu çocuklar oyun oynayıp sohbet etmek yerine neden anlamsızca koşup bağrışıyorlardı ki? Niye olacak, çocuklar oyun oynamayı bilmiyorlar ki…  Onlar bilgisayar oyunlarıyla büyüdüler. Ne acıdır ki okul bahçelerinde boyalarla belirlenmiş sek sek oyununu ve yağ satarım-bal satarım halkasında öğretmenler çocuklara oyun öğretmeye çalışıyorlar. Oğlumu beklerken bir kız öğrencinin annesiyle muhabbet ettik. Çok etkilendim. Kadıncağız “Ben galiba haftalarca uzun süre geleceğim okula.” dedi. “Neden?” dediğimde de “Kızımın tuvalet sorunu var.” dedi. Anlamadım. Tabii, erkek annesi olduğumdan kızların sorununu hiç düşünmemiştim. Çocuk hiç alaturka tuvalet görmemiş ve nasıl gireceğini bilmiyormuş. Bir düşündüm bizim çocuklar alafranga tuvalet nesli, alaturkayı nereden bilsinler ki? Peki, o zaman okullarda niye hala alaturka tuvalet var? Hedefe isabet ettirmeyi öğrenebilsinler diye mi?

En son olarak da daha ne olduğu bilinmeyen on, on beş yıl sonrasında anlamaya başlanacak Alfa kuşağı var.  Bekleyip göreceğiz bakalım. Civ civ mi çıkacak kuş mu? Ama ne çıkarsa çıksın makbulümüzdür. Atsan atılmaz satsan satılmaz ki…

Elbette kuşak çatışmasını güzel bir olgu olarak değerlendirenler de var. Gençlerin atılgan tavırları, hayalci tutumları gelişmelerin ve yeniliklerin kaynağıymış.  Bizler bu çatışmayı toplumun faydası olacak şekilde kullanabilirsek çok iyi bir şey olurmuş ancak tam tersi bir şekilde ilerlersek içimizdeki değerleri yavaş yavaş kaybetmeye başlarmışız. Uzmanlara göre yetişkinlere, yetişkinlerden kasıt benim anladığım yine bizlere büyük görevler düşmekteymiş. Haydi, X Kuşağı görev başına. İş sende bitecek. Çatışmalar sayende azalacak. Neler neler yapmalıymışız? Yeni gelişmelere sıcak bakacakmışız, toplumsal değişime ayak uyduracakmışız, kendi gençlik dönemlerimizin yanında, bugün yaşanan gelişmelerin getirdiği değer değişikliklerini de benimseyecekmişiz miş miş de muş muş… 

Ben bilmem valla, hayatta bir şeye inanırım. Karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörünün olduğu yerde çatışmaya da kibarca bay bay denir.  Gençlerin yetişkinlerle birlikte barış ve karşılıklı sevgi, saygı içinde yaşaması dileğiyle…

One thought on “AYŞEGÜL DEMİRCİOĞLU/ KUŞAĞINI SÖYLE SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM

  1. Canım kalemine, yüreğine sağlık. Ne güzel anlatmışsın. Bir solukta keyifle okudum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir