EMİNE AYDOĞDU/SANKİ

Tutamayacağımız sözler vermeyi nedense hep çok sevdik. Soru soranların ve eleştirenlerin karşısında ise öfkelendik, kızdık, kırıldık sonra da çok derin bir suskunluğa gömüldük. Ne kendi sorularımızı ne hayatın sorularını ciddiye aldık. Hayallerimiz, soylu, neşeli ve yaşam doluydu; onların kendine özgü bir güzelliği vardı. Hayallerimizin dışındaki bütün yollar geçitsizdi; dünyanın, hayallerimizle değişip dönüşeceğini düşünüyorduk ve biz, sanki bu hayalin gerçeğiymişiz gibi yaşadık.

Tarihi sırtımızda taşımak istedik, o, bizi ezip geçti. Biz sadakatten söz ederken, tarih, sadakatsizlikten dem vurdu. Hayallerimizin sınırsızlığını Yunan şairlerinin ilham perileri dahi kıskandı. Düşlerimizi paylaşmak için günün sonundan daha iyi bir zaman dilimi bilmiyorduk. Kamp ateşinin etrafında aynı yola baş koyanların arasındaki o güçlü bağı pekiştirmek için birbirimize masallar anlatıp, gecenin sonunda sanki diyerek masalların imgesine bir ömür boyu gebe kaldık.

Sanki denen o büyülü sözcük sayesinde, geleceğin, kurduğumuz hayaller gibi pırıltılı olacağını sandık. Devamlı sankinin felsefesini yaptık. Hayatı, doyasıya öğrendiğimiz tüm mevsimlerde, hayallerimizin bizden daha uzun ömürlü olacağını düşündük. Bütün yıldızlar yanana kadar mücadele etsek de zamana kafa tutmadık. Zaman, önce hayallerimizin çekiciliğini, sonra da hayal olma özelliğini kırarak, yıkarak, dökerek, hırpalayarak kaybettirdi.

Geçmişin önüne set çekip, geleceği unuttuk; bugünü, yarını, düşünmeden, gözünü budaktan sakınmadan, iyisine kötüsüne aldırmadan yıkıp, yakıp, kül ettik, ne varsa. Karanlık gecelerin ayazlı sabahlarında göz göze gelemedik. Sıkıca örttük üstünü, bütün yaşananların. Mezarlardan ölü toprağı toplayıp kokladık birlikte, öldürmeye çalıştık geçmişi. Biz öldürdükçe o daha da güçlenerek hatırlattı kendini. Mevsimsiz yağan karın altında kalan güller gibi boynu bükük oturup, yenilgiyi, susmayı ve bir ömür boyu biriktirdiğimiz sırları sineye çektik; kaçırdık gözlerimizi birbirimizden. Nereye yönelirsek yönelelim, yolların sonunu uçurum gördük.

Heves edip uçurumlardan göz ucuyla da olsa koparmaya cüret ettiğimiz ölümden, ölesiye korktuk. Onun içimizde büyüyen bir yol olduğunu unutup, bütün pencerelerimizin ışığını kararttık. Hayallerimizin ateşini söndürerek, karanlığın kırbacına sarıldık. Ağırlığını taşıyamayacağımız büyük sözlerle yola koyulduk. Yürüdüğümüz yolda, verdiğimiz sözler, bir nefes gibi uçup gitti. Yıldızları elimizden alıp söndürenlerin eyleminden haz duymasak da sustuk. Sustukça, kendi içimizdeki kör kuyuları çoğalttık. İndikçe indik kuytulara; kuytularda bağrımız açık saklansak da hep görünmek duyulmak, bilinmek istedik. Hayallerimizi yarına taşıyamayıp, öngörümüzün yanıltıcı yanılgısına kapıldık.

Gözlerimizin önünde düşünceler açılıp kapanırken, biz, hafızamızın biriktirdiklerinin altında ezildik. Alnımıza ve düşlerimize asla sürdürmediğimiz ama gözlerimizde ışıldayan karayla dolaştık. Bencilliğimizin gücüne öylesine taptık ki dost dediklerimizi arayıp sormadık, uzaktan uzağa bakıp kıyılarda kendimize harabeler yarattık. Kurduğumuz derme çatma harabelerde yaşarken, birlikte ördüğümüz geçmişin örüntüleri altında sıcacık rüyalar görerek, birbirimizin sinesinde uyuduk.

Taze sabahlara günaydın derken bile öfkeyle yolumuzu açıp, düşüncelerimizin ve sözlerimizin gücüne kapılarak, kalbimizin atış ritmiyle sövüp saymaya başladık. Sonra ne mi oldu, sanki bir taş gibi sustuk. Suskunluğumuz, kırgınlığımız ve öfkemiz çoğaldıkça, sessiz feryatlar içinde kulaklarımıza doğru bağırdık. Feryat ederken, kalbimizdeki hançerin iki tarafı da keskindi. Önce ilmek ilmek ördüğümüz yalnızlığımızı sökmek istedik, biz söktükçe o arsızca çoğaldı. Her gün yeniden bilediğimiz hançerin hoyrat darbesiyle kestik yıllarca dokuyup çoğalttığımız dostlukları, arkadaşlıkları. İçimizde hiçbir yere oturmayan, hiçbir şeye dokunmayan, acemice yarenlikler kurmaya çalıştık, bizden fersah fersah uzakta olanlarla.

Bir münzevi gibi herkesten en çok da kendimizden kaçtık. Kendimizden kaçtıkça daha da keskinleştik. Düşünürken, yazarken, konuşurken, yürürken, gülerken, ağlarken düşlerimizin çektiği acıyı hiç hissetmedik; kurduğumuz tümceler, şaşkın, acemi, bitkin, solgun, sönük ve yorgundu.

Sıradan hayatlara dönüp sağanak sağanak yağan yağmurun altında ağlamaktan utandık. Toprağın buğulu kokusunu çeksek de içimize, bir türlü sağalmayı başaramadık. İnce bir sızı gibi derinlerde büyüyen düşüncelerimizin, yaralarımıza ne merhem ne neşter olmasını göze aldık. Uzak, çok uzak gecelerden, dağ başlarından, dere kenarlarından, gökkuşağının altından, yağmadan gürleyen gökyüzünden, ısınmadan kaynayan sulardan biriktirdik susuşlarımızı.

Anlatmadan, anlamadan, hissetmeden, duygudaşlık kurmadan, hep anlaşılmayı bekledik. Ayazda kalmış çocuk yanımız hüzünle yoğrulduğundan, kendimize ve hayata gülmeyi hiç mi hiç beceremedik. Ulaşamadığımız o büyük hayaller, güneşin alazında ısınmaya çalışan çocuk yanımızın gururlu, inatçı ve direngen gölgesinde sanki asılı kaldı.