ENVER KARAHAN/SULTAN

SULTAN

Makine çarklarının hareketiyle, üretim ve zaman kavramıyla bir mücadele halinde olan insanların arasında, zihninin en ücralarında yaşattığı hayaliyle, bir günü daha bitirme telaşına bürünüyor Sultan. Talihle yazgı arasında kırılacak kadar ince bir daldı onun şansı. Belki de olmazlara bel bağlamaktı talihsizliği. Yine gün bitmiş, sallanan bir aracın içinde yol alıyordu. Garip bir ürperti kaplıyor bedenini. Gürültüden bir nebze de olsa arınmış olmanın rahatlığıyla, gözlerini ara sıra kapatıyor. Dağınık düşünceler içinde savrulup dururken, onu bekleyen telaşlara yol alıyor her zamanki gibi yine. Ne kadar daha sürecekti bu telaşlar? Bunun bilinmezliği, ayrı bir telaş olarak aklının bir köşesinde yer etmişti. Gülten’in koluna dokunmasıyla, tüm dikkatini ona yöneltiyor. Gülten, hafiften gülüp kısık bir ses tonuyla, niçin bu kadar durgun olduğunu soruyor ona.

“Durgun değilim. Sadece düşünceliyim,” diyor.

“Seni bu kadar düşündüren ne, merak ettim?”

“Ne yani? Şimdi aklımdan geçen tüm düşünceleri ona mı söyleyeceğim?” diye düşünüyor Sultan.

“Bilmem. Düşündüğüm tek bir şey değil ki… Mesela nasıl iki üç kişi konuşurken konudan konuya atlar, benimki de onun gibi bir şey. Düşünceden düşünceye geçiyorum. O kadar işte.”

Gülten, bakışlarını onun üzerinde gezdiriyor bir müddet. Bir şeyler söyleyecek gibi oluyor ama vazgeçiyor. Tekrar bakışlarını camdan dışarıya yöneltip onu umursamıyormuş gibi yapıyor. Sultan da onu umursamıyor. Tekrar düşüncelere dalıyor. Hayatından kesitler canlanıyor zihninde. Yaşamındaki en talihsiz olayları hatırına getiriyor; hüzün, öfke ve kırgınlıklarla dolu geçen yaşantısını her hatırlayışında, derin bir sessizliğe bürünüyor.

Yazgısı, o daha doğarken başlamıştı Sultan’ın. Şubat soğuğu Hacıköseler Köyü’nü etkisi altına aldığı bir günde dünyaya gelmişti. Annesi, onu daha kucağına alamadan üç aylık bir hasrete katlanmak zorundaydı. Tabii Sultan da anne kokusundan mahrum kalıyordu bir müddet. Bu süre zarfında, annelik görevini en büyük ablası üstleniyordu. Annesi Sultan’a kavuştuğunda üçüncü cemre toprağa çoktan düşmüş, Hacıköseler Köyü’nde yaz mevsiminin en güzel renkleri etrafı gelin gibi süslemişti. Kuşlar, en güzel ötüşleriyle etrafta dolanıyor, yemyeşil tabiatından etrafa bahar kokuları yayılıyordu.

“Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorulmazdı kız çocuklarına. Büyüyordu kız çocukları; ama yazgıları hep aynıydı. Kimi hiç okula gönderilmiyor; kimiyse sadece ilkokulu okuyabiliyordu. Sultan’ın beş yıllık öğrenim hayatı çok başarılı geçse de onun için de değişen bir şey olmuyordu. Öğretmeninin defalarca tekrarlanan ikna çabaları, babasının fikrini değiştirmiyordu. Bu duruma rıza göstermekten başka hiçbir çaresi olmayan Sultan, büyüyünce “ne olacağım” değil, “ne olamayacağım” diye düşünmek zorunda kalıyordu. Tarla ve ev işleri arasında koşturup duruyor, çoğu yaşıtları gibi aynı kaderi yaşıyor; yaşamın ona mutluluk mu yoksa hüzün mü getireceğini düşünüp duruyordu.

Ömür boyu sürecek olan baba özlemi başladığında, o daha on altısındaydı. Acı bir fren sesi, tüm köyü dolaştıktan sonra, Sultan’ın ve ailesinin yüreğinde yankılanıyordu. Hayat, aldıklarını geri vermiyordu. Yüreklere düşen acıyı dindirecek tek ilaç ise zamandı. “Toprak soğutur” derler ama anılar yâd edildikçe gidenin acısı hâlâ ilk günkü gibi kor bir ateş olur, yakardı. Babasının acı dolu vedası Sultan’da ciddi bir travma yaratırken aile içi çatışma ve anlaşmazlıklarla günler geçiyordu.

Daha gencecik yaşında, bir yanda baba özlemi, bir yanda aile içi çatışmalar derken Sultan için bambaşka bir durum gerçekleşiyordu. Yüreğini tatlı bir heyecan kaplıyor, duyguları bambaşka bir hal alıyordu. Sevdalanmak lafını çok kez duysa da şimdi o duygunun gerçekliğinde savruluyordu. İki genç, evlilik kararı alırken bu karara Sultan’ın annesi karşı çıkıyordu. Kaçmaktan başka çare bulamayan Sultan, bir yandan sevdiği adama kavuşuyor; bir yandan da anne özlemiyle dolu günler geçip gidiyordu.

Sultan, anneliği tadıyor ve bir erkek çocuğu dünyaya getiriyordu. Ailesiyle tekrar görüşmesi, mevcut mutluluğunu daha da artırıyor, her şeyin güzel olacağı umudunu taşımaya devam ediyordu.

Başka bir şehre yerleşiyorlardı. Yeni bir hayat, farklı insanlar, farklı bir kültür… Yeni bir düzen kurmuşlardı artık. Kocası işe gidip geliyor, Sultan ise bir yandan çocuğunu büyütürken bir yandan da doğacak olan kızına el işi örmeler hazırlıyordu. Her akşam yolu gözlenen bir eş, evin neşesi bir evlat ve sıcacık bir yuva. Sultan, bu mutluğunun ömür boyu sürmesini diliyor; ama hayat tüm acımasızlığıyla akıp gidiyordu.

Bir aylık kız çocuğu kucağında eşinin yolunu gözleyen Sultan, ne yazık ki acı haberi alıyordu. Hayattaki tek dayanağı, yoldaşı, arkadaşı, sevdalısı, babasıyla aynı kaderi paylaşıyordu. Acı fren sesi, bu kez Hacıköseler’den çok uzakta, Gebze’de duyuluyor; o ses Sultan’ın yüreğinde hiç sönmeyecek bir ateşe dönüşüyordu.

Eşinin acı vedası, Sultan için zorlu günlerin başlangıcı oluyordu. İki çocuk ve güçlü kalmaya çalışan bir anne. Resmi nikâhı olmadığı için, çocuklarını yurda yerleştirememe tehlikesiyle karşı karşıya kalan Sultan, bir yandan bu durumla baş etmeye çalışırken bir yandan da insanların söz ve davranışlarıyla mücadele etmek zorunda kalıyordu. Bu durumla baş etmenin tek yolu vardı, o da güçlü olmak. Çocuklarından ayrılma tehlikesini ailesinin desteğiyle atlatan Sultan, artık iki çocuğuna bakmak için çalışmak zorundaydı. Köyden gelen ablasının da desteğiyle, bir yandan çalışıp evi geçindiriyor, bir yandan da çocuklarının eğitimi için çaba sarf ediyordu. Kendisinin mahrum kaldığı eğitim hayalini, çocuklarında gerçeğe dönüştürmek istiyordu.

Çocuklarının eğitimi için her türlü fedakârlığı yapıyor, büyük bir emek harcıyordu. Kendi hayatından çok onların hayatını şekillendiriyor, iyi bir gelecek hazırlamaya gayret ediyordu. Çocukları büyümüş ve yükseköğretim görmüş iki gençti artık. Hayatlarını kurabilecek bilinçte ve düzeyde olduklarını görmek, Sultan için büyük bir mutluluktu. Sultan’ın her mutluluğunda, bir acı haberin ayak sesleri duyuluyordu. Annesinin hastalığı haberi, Sultan için zorlu geçecek günlerin başlangıcı oluyordu. İki yıl süren tedavi sürecinde, annesinin günbegün kötüleştiğini görmek, Sultan’ın ruhunun derinliklerinde ayrı bir yara açıyordu. Annesinin tedavisi boyunca koşuşturması Sultan’ı da yıpratıyor, annesini sonsuzluğa uğurlama düşüncesi zihninde belirdikçe gözyaşlarına engel olamıyordu.

Sultan acı haberi, yoğun bakımın kapısında beklerken alıyordu. Kendisi doğduğunda üç ay mahrum kaldığı anne kokusundan, bu kez ömür boyu mahrum kalıyordu. Hayatının belirli dönemlerinde yaşadığı zorlu günler, sevdiklerini kaybetmenin acısı, çaresizlik, yalnızlık, koşuşturma, mücadele… Bunlar, her ne kadar Sultan’ın ruhunda derin yaralar açsa da bu hayatta çocukları için giriştiği mücadelenin ve verdiği emeğin karşılığını çocuklarında görmüş olmak, Sultan için paha biçilemez bir servetti. Ama hayat, tüm zorluklarıyla devam ediyordu. Hayatın  getirdikleri ve götürdükleriyle yaşama tutunmaya çalışıyordu.

İş yeri servisinden inince bir müddet durup öylece durağa bakıyor. “Yarın sabah yine burada olacağım,” düşüncesi geçiyor zihninden. Makine sesleri hâlâ beyninin içinde yankılanmaya devam ediyor. Her bir makinenin ayrı bir sesi, ayrı bir ritmi var. Makinelerle uyumlu insan halleri her ne kadar bir devinim yaratsa da aynı zamanda monotonluğu ve tükenmişliği de ortaya çıkarıyor. Tükenmişliği hissediyor, monoton hayatını değiştirecek olan şeylerin yoksunluğunu aklına getirdikçe yaşamanın anlamsız oluşunu hatırlıyor. Aslında hiçbir anlam barındırmayan uğraşları, bize anlamlıymış gibi gösterdiklerini düşündükçe bu içinde bulunduğumuz sistemi makine çarklarının arasında parçalamak istiyor.

Televizyon karşısında yorgun bir beden… Ekranda, şaşaalı hayatlar, sanki bize daha çok çalışmamız gerektiğini fısıldıyor. Saat tüm hızıyla ilerlerken gözlerde müthiş bir ağırlık. Yıkanacak birkaç tabak çanak, ütülenecek bir iki elbise, soğuyan çay yenisiyle değiştirilecek. O da yarıya gelmeden soğuyacak. Yarım kalan kitaptan birkaç sayfa okunup tekrar ayraçlanacak, alarm kurulup yatağa yatılacak.

Sabah aynı vakitte, aynı yerde bir bekleyiş… Tek olmayışının verdiği minimum rahatlama hissi, anlık gelişip araç kornalarının sesine karışıp gidiyor. İki sigara içimlik bir vakit ve ardından sallana sallana gidilen bir yol. Her gün aynı tekrar durumlarının usandıran eylemleri. Makinelerle kucaklaşma… Seni öldürüp kendisini canlandıran makineler. Onun zamanının bir itici gücüsün artık. Onun senin değil, senin onun bir parçası olduğunu kavrayış. Sesler karışıyor birbirine. Sen karışıyorsun seslere. Hayat, seslerin içinde tükenmeye devam ediyor yine.