ERCAN YILMAZ/KAPLUMBAĞA KEFESİ

KAPLUMBAĞA KEFESİ

Kepez ilçesi, tozu buluta katan bir fırtınayla güne ‘merhaba’ demişti. Ama bu kaotik hortum, bir doğa fırtınasından çıkan toz bulutu değildi. Hızlı ve süratle gelen kişi, motorun üstündeki Hikmet öğretmendi. Kasabanın meydanı hınca hınç doluydu. Bugün, kasabalıların ‘Kaplumbağa Bereket Festival’leri vardı.

Her senenin sonunda geniş çaplı katılımcıların iştiraki ile yapılan, sabahlardan akşama kadar süren dört günlük bir eğlenceydi. Her şeyin mükemmel olmasını isteyen Kepez halkının bu organizasyonunun masrafları ‘Kepez Kaplumbağalarını Koruma ve Yaşatma Derneği’ tarafından karşılanırdı. Aslında sadece onlar bu ödeneği yapmaz, köye bereket getirdiğini düşünen birçok kasaba sakini, bu hayvanların köye yaşattıkları bereketli günlerden dolayı bir vatan borcu gibi bu festivale destek çıkarlardı. En fakiri; keşkek yapımı için buğday sırtlanır, en zengini; tonlarca kilo et kavururdu. Restoran sahipleri aşçılarını hizmete koşturur, esnaf kendi sattıklarından sofralar döşetirdi. Her şey ücretsizdi ve konuksever Türk toplumuna yakışır bir şekilde düzenlenmeliydi. Bir konçertonun son bölümü nasıl bir ‘grande finale’ ile biterse buradan çıkanlar da o şekilde mutlu mesut ve günün anlam ve önemini idrak edecek bir şekilde ayrılmalıydı.

Bu sene de hazırlıklardan önce birçok deneme, birçok tatbikat yapılmıştı. Birçok eksperimental konular havalarda uçuşuyordu. Kasabanın okumuşları, ihtiyar heyeti ve kanaat önderleri bu işin yükünü sırtlanıyorlardı. Her biri bugünün heyecanından yatamaz olmuştu. Genç kalemler, yazarlar, gazeteciler, bürokratlar, başkanlar, doktorlar, mühendisler, sendikacılar, kooperatifçiler, turistler, emekçiler, işçiler, öğrenciler, dullar, körler, sağırlar, dilsizler ve en önemlisi başköşenin yegâne sahibi ‘kaplumbağalar’ gelecekti! Organizasyon küçük büyük herkesin bin vatlık fikriyle ışıl ışıl olmalıydı. Bu yüzden en avangart düşünceler, hatta feodal düzenin hala kalmasından yana olan toprak ağalarının görüşleri dahi alınırdı. Hala demokrasinin ayakta kalması inanışlarına göre bu hayvancağızların hikmetindendi.

Kış uykusundan yeni kalkmış kaplumbağalar, yaza girmenin coşkusu, renkli ve mükemmel bir törenle karşılanmalıydı. Hatırda kötü bir güruh olarak kalmak en son isteyecekleri şey olurdu. İlçenin turizmi, geçimi bu şatafatlı ve debdebeli günün güzel geçmesine bağlıydı. Ama esasen malayani düşüncelerin aksine derin bir bağ ile bu kaplumbağalara bağlı oluşlarıydı.

Rivayete göre, eski ataları Hiroşima nükleer bombasından kurtulmaları için Türkiye’nin uçak yolladığı zamanlarda, burada kalıp yaşamak isteyen bazı Japonların bu kültürü empoze ettiği söylenilir. Japonlar kaplumbağalara çok bağlılarmış. Can havliyle malını, mülkünü toplayacaklarına her birinin çantalarından kaplumbağaları çıkmış.

Önceleri bu durumu şaşkınlıkla karşılayan Kepez ilçesi sakinleri, daha sonra bir tercüman yardımıyla olayın iç yüzünü öğrenmişlerdi. Daha önce hantal, sıska, tembel bir sürüngen olarak görünen kaplumbağa, köyün nazarında bereket dağıtan Hızır gibi görülmeye başlanmıştı. Köylüler Japonların bu hayvanlara olan saygılarından o kadar etkilenmişlerdi ki kaplumbağaların bereket dağıttıklarına zamanla çok inanmışlardı.

Bu yecüc mecüclerin vardır bir bildiği, adamı robot eden bir topluluk elbette boşa nutuk atmaz. Bunu bir aymazlıktan sıyırarak kendi kültürlerine koyuvermişler. Ancak öyle abartılmış ki ilçenin tüm duvarları kaplumbağa kefesi motiflere bürünmüştü. Engebeli araziler; Arnavut kaldırımlarına dönüşmüştü. Okulların renkleri kaplumbağanın ayakta bir gulyabani gibi duruşunu gösteriyordu. Her resmi binanın önünde bir aziz Türk bayrağı, bir de kaplumbağa sembolü vardı. Gemicilerin büyük teknelerindeki motifler, kışlalar, saçaklar, ormanlar, binalar, sanatoryumlar; hatta mezarlıklarda dahi kaplumbağa sembolleri vardı. Ölenin dahi bereketli bir yaşam sürmesi için birçok kaplumbağa salıvermişler ölüler ormanına. Mamafih bu durum öyle bir hal almaya başlamıştı ki dünyanın dört bir yanından kişiler bu tuhaf ilçenin insanlarını görmeye geliyorlardı.

Ancak asıl ziyaret ‘Kepez Milli Parkı’ndaki muhteşem kaplumbağa parkına aitti. Görenlerin dimağı düşer! Japon mühendisler tutularak yaptırılan bu parkı izah etmek gerekirse: Enlem ve boylamı tasavvur edilemeyecek kadar muhteşem hesaplanmıştı. Beş dönüm arazinin tam ortasında devasa bir ‘Mahmuzlu Akdeniz Kaplumbağası’ heykeli vardı. Sırt kısmı ‘Ayasofya Camii’ gibi geniş bir kubbe şeklindeydi. Bu kubbeleri birbirine bağlayan inişli çıkışlı altuni bir yeşille döşenmiş kinişler bulunmaktaydı. Geniş bir ‘Royal Albert Hall’ tarzı sunan bu alan çocuklar için özel bir seyir alanıydı. Güvenlik ön planda tutularak çit şeklinden kaplumbağa derisini andıran ferforjelerle çepeçevre yemyeşil bir şekilde sarılmıştı. Her bir dört ayak devasa kaydıraklar ile içe doğru oturtulmuştu. Sağ arka ayak koca bir havuza iniyordu. Sol arka ayak, dev bir trambolin’e iniyordu. Ön sol ayak parkın giriş noktasına ve büyükçe bir oyuncak dükkânına uzanıyor, sağ ön ayak ise çocuklar için bir çikolata atölyesine uzanıyordu. Göbek kısmı her ne kadar kuma gömülmüş olsa da, zemin katına inen bir merdiven bulunmaktaydı. Hayvanın içi farklı bir âleme seyahat gibiydi. İçi su dolu bir gölet hayal edin ve o gölet’in içinde suda yüzen yüzlerce kaplumbağa! Sanki bu mıhlanıp kalan heykelvari siluet bir anne görevini üstlenmiş, içinde de yavrularına gebe kaldığını bizlere anlatıyordu. Rahimde bir yavruyu şekillendirip büyüten Hak Teâlâ bu Japonların aklına ruhundan ruh mu üfledi ki bu denli bir mimariyle harikalar yaratmaya vesile kılmış şu toplumu!

Japonların yeni jenerasyonu bu kültürü belki de çoktan unutmuştu. Ancak atalarının bıraktığı bu kültür ve emanet Türk ocağında, Akdeniz’in en güzel ilinde Kepez’de buram buram yaşanıyordu. Ölen hayvanların sırtındaki kefeler asla atılmaz. Hayat boyu yanlarında taşınırdı. Bu bir bakkalın eline geçecek olursa gramajları ölçmek için terazi kefesi olur. Bir restoran sahibinin eline geçecek olursa menünün en zengin yemekleri bu kefeye konularak en özel misafirlere sunulurdu.

Arthur Koestler, insan evriminin bir yerde takılı kaldığını söyler. Bu eseri gören buna derin bir sille tokat atar. Japonların, bizi on asır geçtikleri bu altın orana sahip yapıt açık bir delildi! Berrak bir numuneydi! ‘Leonardo Davinci’nin, Vitruvius Adamı’ neyse bu da oydu. ‘Disney Land’ neyse Kepez de oydu. Ancak dikkate nazır bir şey daha vardı ki en yumuşak bürokratları dahi çileden çıkartacak şeydi. Zamanla Kepezliler buraya, ‘Kefeliler’ ismini koydular. Tam adı ise takdire şayandı. ‘Kaplumbağa ilçesinin Kefeli sakinleri!’ Öyle bir kültürel şok yaşamışlardı ki gelenek olarak ‘kefeli şapka’ takıyorlardı. Tıpkı kaplumbağa sırtına benzeyen altıgen şeklindeki motiflere sahipti.

Kefeliler bu şatafatlı dört günden sonra her tarafta kaplumbağaların gezdiği yerde toplandılar. Konuşmaya Vali Rasim Bey başladı:

“Bereketli geldin ey Mahmuzlu hayvan!”

Kalabalıktan birçok ses yükseldi.

“Ona hayvan diyemezsin! Onların da bir gururu var, onuru var! Bu sözünüzü geri alınız!”

“Alınız!”

Endişeyle etrafa bakınan Vali, eliyle kalabalığa sakin olun işareti yaptıktan sonra;

“Yahu hayvan hayvandır, insan insandır! Siz bu hayvancağızı biraz fazla abartıyorsunuz!” Sonra yanındaki Belediye Başkanına dönerek, “Sayın Başkan siz ne diyorsunuz bu hale?”

Belediye başkanı kulağına eğilerek;

“Aman Sayın Valim!” dedi “sakın Kefelilerin kaplumbağalarına ilişmeyin, toz ederler sizi de buharınız dahi bulunmaz!” Vali şaşkın bir şekilde,

“Ben yeni atandım buraya ama sen dahil herkes kafayı üşütmüş galiba. Alt tarafı bir kaplumbağa! Beşer değil ya canım! Hayvan hayvandır. Bu da cürüm mü canım?” Topluluğa dönerek;

“Efendim pekâlâ sizin dediğiniz gibi zat-ı muhterem diyelim şu canlı mahlûkata.”

“Mahlûkat diyemezsin!”

“Hayıırrrr, aslaaaaa!”

Vali şaşkınlıkla;

“O halde ne demem gerekiyorsa buyurunuz beni düzeltiniz?”

“Ona Kefenin reisi deyin!”

“Veyahut Kefenin mimarı!”

“Ya da Kefenin kralı!”

“Kefenin kudretlisi demeniz icap eder!”

“Bence Monarşi ile yönetilen bir Majesteleri demek daha münasiptir!”

“Yahu sizler delirdiniz mi? Burası Kepez, Kefe değil! Fazla sevginiz yüzünden gözleriniz kararmış. Bu sürüngen bir hayvandır!”

Sürüngen kelimesinden sonra korumalar zar zor Vali’yi arabaya bindirebildi. Küçüklü, büyüklü fırlatılan plastik su şişeleri, yumurtalar, lahanalar, sarımsaklar, geniş bir protesto ile keşmekeş bir hale bürünmüştü. Vali’ye bir tane kıvırcık lahana isabet etmişti ki görenler kel halinden sonra bir assolist gibi görmüşlerdi. Kimi gülüyor kimi bu hengâme de bayılacak gibi oluyordu. Belediye başkanı, daha önce nasihat ederek bu bürokrat meslektaşına uyarıda bulunmuştu ancak dinlememişti. Vali, bunun bir abartıdan öteye gitmeyen bir şey olduğunu düşünüyordu. İlk zamanlarda Belediye başkanı da bu şekilde gaflar yapmıştı. Ancak, ‘hasenattan seyyiat, seyyiattan hasenat doğar’ kaydıyla o da kaplumbağalara yardımlarda bulunmuş, desteklerini alenen göstermiş, böylece gelecek seçimlerde de yerini sağlam kazığa bağlamıştı. Tabii ya, siyaset dediğin nedir ki… Tarafı belli olanlara sığınmak! Yoksa ne diye bu kavgalara, gürültüye girişecek enerjiyi kendinde bulsun! Söze Başkan girerek:

“Sevgili Kaplumbağa ilçesinin Kefeli sakinleri! Kaplumbağamıza yapılan bu hakaretler elbette yerine ulaşacak bir söz ile gösterilmiş oldu! Siz içinizi ferah tutunuz. Ben Vali ile görüşürüm. Kendisi de bir gün bizim bu sevgimizi anlayacaktır! Anlamazsa bize uzatılan o parmağı kaplumbağa çenesi gibi sert bir şekilde koparmasını biliriz!

Hala sürüngen kelimesini idrak edemeyen toplulukta bayılanlardan bazıları:

“Sürüngen sen ol da ömür boyu sürün emi!”

“Ah ah, ne günlere kaldık. Ömrün kedi gibi kısa, derdin kaplumbağa ömrü gibi uzun olsun!”

“Hay yere batasın!”

“Kendisi saraylarda oturuyor! Şu zavallı mütevazı hayvancık bir kovuk bulurda kış boyu başını toprağa dayar da uyur! Üstelik gıkı çıkmaz!”

Ağlayanlardan bir kadın;

“Ne yer ne içer; öylece tevekkül eder. Bizler için dua eder! Uyanınca gözü dönmüş ayı gibi saldırmaz hiçbir rızka, olursa yer, olmazsa şükür der! Bir de şu koca göbekli vali mi sürüngen diyor bu aziz şahsiyete!”

“Asıl üzüldüğüm sağır, dilsiz ve şu masuma atılan hakaretler değil, kıymetini bilmiyor! Şu vali yüzünden olur da bereketi kaçarsa şu ilçemizin biz ne yaparız? Ha, söyleyin ne yaparız!?”

Hep beraber ağlaşanlar;

“Def olup gitmeli bu vali!”

“Yaşasın kaplumbağa! Bize bağ olanlar Fizan’a!”

Ertesi gün Vali Bey uyanır. İlk işi şu abartılan ve kendisine birkaç kerede tehdit mektupları atan topluluğa bir ders vermek üzere yardımcılarından birini çağırttı. “Olay aynen şöyle olacak” dedi kulağına eğilerek;

“Bak Haşmet, sen benim sadık dostumsun. Sekreterlerim ve müdürlerim dâhil, hiç birine güvenemiyorum. Kulakları hep kirişte! Şu gözü dönmüş faşist insanlara kendimi göstermem lazım. Mesele iktidar olmaktan çıktı. Mecruh halimi görüyorsun, bu cürümü bana yaşatanlara bir ders vermek gerek.”

“Peki, ne yapmayı planlıyorsunuz Sayın Valim?” dedi mütefekkir bir edayla.

“Bak, Haşmet! Şu büyük parkı ben satışa koyalım diyorum. Özel bir şirkete kiralarız. Geliriyle de Kepez’in diğer yatırımlarına destek oluruz. O devasa putu gördükçe tüylerim diken diken oluyor.” Bunu söylerken eli arkada düşünceli bir şekilde dev penceresinin önüne doğru gitti. Arkasını dönmeden cümlesine devam etti.

“Rüyamda küçülmüştüm; yoksa o tosbağa mı büyüktü anlayamadım. Parktaydık. Birden canlanıverip ağzını açtı ve tek lokmada yutuverdi beni. Hz. Yunus misali asra yolculuk gibi düşüverdim hayvanın içine. Sadece bu olsa yine iyi. Düştüğüm zaman; küçüklü, büyüklü o iğrenç hayvanlar tiftikleşiverdiler oramı buramı. Suda çırpındığıma mı yanayım; yoksa pirana sürüsü gibi etimi lime lime eden hayvanların acısından mı çırpınayım! Feryat figanlar eşliğinde boğuldum!”

Vali Yardımcısı ve vali adayı Haşmet Bey;

“Efendim bu rüya size net bir mesaj vermektedir!” dedi acıklı bir yüz ifadesiyle. “Size bunu demek istemem; ama benim halam medyumdur. Rüyalara Hz. Yusuf kadar kabil olmasam da az çok vakıfımdır! Rüyada küçülmek, bu hayvancağız ile otoritenizin tamamıyla sarsılacağına ve bu nedenle kudretsiz kalacağınıza alamettir. Bu da kalsa yine iyi!” Vali bey merakla yanına yaklaştı. Yutkuna yutkuna “Devam et” dedi.

“Hayvanların size taarruzu ve boğulmanız bu yolun sonunda sizi ölüme kadar götüreceği işaretine nazır ediyor!” Ağlamaklı bir şekilde; “Bana kalırsa tayininizi isteyiniz. Size bir hal olursa biz ne yaparız Sayın Valim?”

Bir sigara yakan Vali, dumanların helezonlarından mıdır; yoksa yardımcısının anlattıklarından mıdır bilinmez, koltuğa çöküverdi. Haşmet Bey sözüne devam etti.

“Bu haydutların gözleri dönmüş efendim. Bir kaplumbağayı yüceltip sizi küçültmekte ne hadlerineymiş! Zaten yazılan tehdit mesajları sizlerin canına kast ettiklerinin bir nişanesi değil midir?” dedi serzenişkâr bir ses tonuyla.

“Haklısın, galiba! Derhal emir veriyorum!” Tüm kaplumbağa gönderileri yerlerinden sökülsün, okullar, kreşler, sanatoryumlar ve muhtelif her türlü kamu binaları eski kamusal renklerine bürünsün. Park için de derhal ihale başlatın!”

“Emir, sevgili Valimizindir!” dedi Haşmet Bey el pençe divan kapıya doğru giderek.

Haber kısa zamanda Kefeliler camiasına bir gülle gibi iniverdi. Hepsi bu yaşanılan şokun vahametiyle kudurmuş köpek gibi her görevliye saldırmışlardı.

Gönderiyi elleyen bir memuru adeta linç etmişlerdi. Bayrak kutsaldır nidalarıyla hücuma kalkmış bir garnizon neferleri gibi savunmuşlardı kaplumbağa bayraklarını.

Boyama yapan her bir işçiyi uyarmalarına rağmen dinlememeleri kötü sonuçlanmış. Beyazımsı, sarımsı boyalarla bocalayıvermişlerdi kafalarına. Üstüne bir de boya fırçalarını kıçlarına vura vura ilçeliler kovalamıştı işçileri.

Ne polis ne asker kaplumbağaların lanetine uğramak taraftarı değildi. O gün yer yer sağanak yağmurunda başlamasıyla Kepezliler üzerlerine Tanrı tarafından bir lanetin geleceğini düşünüyorlardı.

Genç kızlar evde kalacak, hastalar hemen ölecek, gemiler batacak, ticaret sıfırlanacaktı. Hepsi bunu düşünüyordu.

Şu yeni Valinin böylesine muhteşem bir organizasyondan sonra işlerine ve inançlarına saldırması bir savaş nedeniydi. Nitekim mektupların boyutları artmış. Vali evden çıkamaz olmuştu. Perde arkasında sürekli protesto ve meşalelerle yaptırımlarına muhalefet olan halkı seyrediyordu.

Parkın ihalesine değil girmek, bahsini eden bile korkuyordu. Olaylar durmak bilmiyordu. Vali endişeli ve tedirgindi. Raşit’in dediği gibi acaba becayiş mi yapsaydı! Buranın insanlarındansa kendi yaşadığı şehirde valilik yapmak daha evlaydı. Ve bahusus daha emniyetliydi! Hurafelerle yaşayıp büyüyen bir toplumu dizginlemek çok zordu! Ancak son bir hamle daha yapma planı onu kaçmaktan men ediyordu.

Köylüler sabahleyin devasa ‘Kaplumbağa Milli Parkı’nın önünde duruyorlardı. Söze ilk giren Belediye Başkanı oldu;

“Sevgili Kepezliler!”

“Kepez sensin kepaze herif! Aziz Kefeliler diyeceksin!”

Bir an bocalayan Başkan,

“Şey… Eee… evet, affedersiniz. Dilim sürçtü. Ben de tam onu diyecektim!”

“Dilin kopsun da dilsiz kal inşallah!”

“Ne diyeceksen de bize! Vali buradan gidecek! Kaplumbağalar yemekten, içmekten kesildiler. Hissedercesine bir ketumlaştılar! Sanki istenmediğini anladılar da bizi terk edecekler!”

“Asıl o muşmula suratlı, kel, şişman vali gitsin! Şu zavallılara ve bize ettiklerine bak!”

Başkan minnettarane bir sedayla;

“Sizleri anlıyorum. Ancak Vali Efendi, bu yaptırımları konusunda kesinkes kararlı. Bu hayvanları istemiyor!”

“Hay dilin kopsun, yere batasın!”

“Hayvan sensin! Hayvan oğlu hayvan!” Şaşıran Başkan kekelemeye başladı. Yine dili sürçmüş, ne diyeceğini bilemeden kalabalığın yuhalamalarına maruz kalmıştı.

Başkan ağlamaklı bir suratla başladı tiyatroya;

“Allah’ım şu biçare kulunu affet! Ona aziz demem lazım iken şeytana uydum! Dilim kopaydı da o mahzuna bu lafları söylemeseydim!” Ceketinin cebindeki mendil ile gözyaşlarını siler gibi yaptı. Halk bu hareketini beğenmiş olacak ki bıçak gibi kesiliverdi. Sonunda bu içindeki yeis ile inandırdığına vakıf olan başkan, bunda bir beis yok, kanuni nizamıyla, sözüne devam etti.

“Size bir vali gelecekse benim gibi dirayetli, benim gibi sözün eri, benim gibi kaplumbağa sevdalısı biri olmalı! Ankara’daki dostlarım ve sizin de onayınızla olmak isterim. Ama evvela oflaz bir huy edinelim. O zaman ulu kaplumbağamızın ömrü gibi uzun ve sitaremiz bol olacaktır, diyorum!”

Bir alkış kıyamet kopuverdi. Kulağına derhal bu dedikoduların çalınması vali ve Haşmet beyi tedirgin etmişti. Haşmet Bey’in de talimatıyla belediye başkanına bir hovardalık suikastı yapılmış. Başkan görevinden istifa ederek emeklilik hayatına hiç de ummadığı bir zamanda nasiplenmişti.

Kepezlilerin yoğun baskılarına dayanamayan vali, merkez yönetiminde baskıları ve başarısızlıklarıyla sonunda pes etmişti. Tayinini isteyip gitmekten başka bir yolu kalmamıştı. Gidişi tıpkı bir kaplumbağa gibi ağır ve temkinliydi.

Kepezliler hiçbir uğurlama merasimi göstermemiş, hiçbir ilgi alakada bulunmamışlardı. Vekil Vali Haşmet Bey, onu uğurladıktan sonra yeni valinin o olduğu kesinleşmişti. Mutluluktan delirecekti neredeyse! İlk gün ilçenin milli gazetesine bir yayın yaparak şu dizeleri yazdırmıştı:

“Efendim herkesçe malum olunan odur ki Kepezliler artık hak ettikleri Kefeliler olmak istiyorlar. Yıllar önce Japonların bize bıraktığı bu mirası sırtlayacağız. Önceki valimiz teessür ederek itiraf ediyorum ki beceremedi. Ancak ben bunu başaracağım!”

Bu haberin yazısı pek bir memnun etmişti onları.

Ancak birkaç ay geçmemişti ki kaplumbağaların sayılarında ciddi azalma olmuştu. Haşmet Bey, bütçe ile birçok tilki, rakun ve kuş popülâsyonunu arttırmak için zekice ve şeytani girişimlerde bulunmuştu. Bunun için gizli bir ekip kurmuştu. Saldırıya uğrayan kaplumbağalar kaşla göz arasında bu hayvanlara yem oluyordu. Zamanla hiç bulunamaz raddeye gelmiştiler. Sonunda nüfuslarının azaldığını gören halk, bu hayvanı uğursuz olarak görmeye başladı. Vali Bey, en sonunda parkı da ihale ile kiraya vermesi için Başkan ile anlaştı. Kırk yıllığına kiralanan bu parkın gelirini yarı yarıya kırıştılar.  Hem de  protestosuz,  kavgasız,  gürültüsüz… Sessizce tıpkı bir kaplumbağa gibi…