Bilmiyorum! Hafif bir rüzgarın kaçıncı esintisi vurur yüzümüze. Ne zaman yapraklar dökülüp sarardı? Aklımız hangi ara düşünceye daldı? Yüzümüz ne zaman hüzne bulandı? Takvimler hangi ara eylülü gösterdi. Zaman ne de çabuk geçti. Dökülen yapraklar misali ömrümüze bir sonbahar geldi. Hayallere dalarken hüzün çöker yüreğimize. Kendimizle baş başa kalır, uzaklara dalarız. Düşünür dururuz zamanın akışını. Durdurmak isteriz zamanı ya da o yaşanılan ana dönmek isteriz. Fakat, ne mümkün ! Bir trenin saatini kaçırdığımız gibi yaşadıklarımızı, yaşanmışlıklarımızı elimizden kaçırıp gitmişizdir. Zamanın peşinden koşmaya çalışırız. Dur, geri gel, seni yeniden ve yine yaşamak isterim deyip, dururuz… Bir ses yükselir birden! Beni durdurmak ne mümkün. Benim durmak bilmeyen bir akışım var. Durmadan ilerlerim. Beni anlaman mümkün olmadı. Hiçbir zaman da olmayacak… Bu yüzden beni bulduğun, beni yaşamak istediğin durumda yavaşlama, erteleme benim gibi. Değerini bilerek yaşa der. Zamandan yine bir kayıp daha… Aylardan yine bir eylül, mevsimlerden sonbahar. Sen geldin Eylül. Bize sonbaharın hüznünü, yaprak misali dökülen takvim yapraklarını hatırlattın. Hayallerimizin peşinden koşmayı, zamanın değerini anlamayı bir kez daha öğrettin. Elimize geçen fırsatları, güzel günlerin değerini bize hatırlattın. Her eylül, bize bir şeyler anlatır. Her eylül, bize hüznün yanında sevgiyi getirir. Her eylül, bizi küllerimizden yeniden doğurur. Bize biz olduğumuzu hatırlattın.
Teşekkürler Eylül.