FATMA ÖZSOY/NARLI

                                                  NARLI

Zil çaldı. Haftanın son dersinden çıkmış olmanın sevinciyle alelacele çıktım okuldan. Bir arı kovanını andıran okulun bahçe kapısından hızla çıktım. Koşa koşa gittim eve. Evimiz okula fazla uzak değildi. Çok katlı olmayan apartmanların sağlı sollu dizildiği caddenin hemen sonundaydı. Arabaya eşyaları yüklemekte olan annem ile babama yardım etmeye koyuldum. Bir an önce yola çıkmak istiyordum. Gün batmadan köye ulaşmış olmayı diledim içimden.  Çok değil, en fazla iki gün sürerdi misafirliğimiz babaannemin evinde. Şehir merkezinden epey uzak, çam ağaçlarının kucakladığı bu yemyeşil köye varıncaya dek içimi tatlı bir heyecan kaplardı her defasında. Babamın işlerinden dolayı uzun süredir gidememiştik. İki gün boyunca babaannemin ağılında keçilerle oynayacak olmak benim için en keyifli dakikalar olacaktı.

Çok sayıda ve bir o kadar zorlu virajları geçtikten sonra ulaştık köye. Yolculuğumuz yaklaşık bir saat sürdü. Dolambaçlı yollar hepimizin başını döndürdü. Benden iki yaş küçük kız kardeşimle yolculuğu daha eğlenceli hale getirmek için arka camdan geçtiğimiz yolları seyrediyor, gelen arabalara el sallayıp, gülümsüyorduk. Köye yaklaştığımızda yol boyu keçi sürüleriyle karşılaştık, sürüyü yara yara yavaşça geçtik. Geçerken pencereden kollarımızı uzatıp onlara dokunmaya çalıştık. Babam arabayı köy meydanında bıraktı. Evlerin arasından geçen yol hem dar hem de yokuştu. İrili ufaklı taşların ayağıma takılmasına aldırmadım, iniş aşağı uçarcasına koştum. Taş duvardan yapılmış iki katlı evin kuzulu kapısından içeri daldım. Tahtadan yapılmış olan bu büyük kapının içindeki küçük kapıdan içeri girince etrafı tahta çitlerle çevrili ağıla yöneldim. Babaannem dağdan gelmişti. Ağıldaki keçilerin sesi birbirine karışıyordu. Hepsinin rengi, büyüklüğü, sesi birbirinden farklıydı. Aynı gibi görünmelerine rağmen hepsi birbirinden farklıydı. Kimi hareketli, kimi tembel; kimi öfkeli kimi sakin…

Ağıldaki tüm keçileri saymaya kalktım, sayamadım. Önüme geleni kucaklayıp öptüm. Yakalayabildiğimi tuttum, alnındaki kıvırcık kâküllerinden öptüm. Yüzümdeki gülümsemenin verdiği heyecandan olsa gerek yanaklarım alev alev yanıyordu. Tam köşede geviş getirip tüm asaletiyle duran keçinin sarı tüyleri altın gibi parlıyordu. Bakışlarında vakur, bilmiş bir eda vardı. Sarıgözlerinin içindeki göz bebeği siyah kalın bir çizgi şeklindeydi. Kulakları kadife kızılımsı bir atlası andırıyordu. İki yana hafif yatmış, onları bazen hızlıca kımıldatıyordu. İkindi güneşinde yıkanmış olan kızıl sarı karışımı tüyleri pırıl pırıldı. Karnı kocamandı. Benim gibi iştahı yerindeydi belli ki. Okşamak istedim başını. Yanına gitmek için yöneldim. Ben yanına seğirtince kalkıp başka bir köşeye geçti. Ben hızlandıkça o da hızlanıyordu. Köşe kapmaca oynadık adeta. Bana bakmıyordu, beni görmüyor gibiydi ancak en ufak bir hareketimden haberdar oluyor anında savunmaya geçiyordu. Bacakları incecik ama bir o kadar da güçlü görünüyordu. Narin ama güçlüydü. Onu sevmek istedim. Tüm çabama rağmen yanına yaklaşamadım. Akşam ezanına karışan annemin ince sesi duyuldu içeriden. Hava da kararınca hevesimi yarına erteleyerek geçtim içeri. O ise kulaklarını iki yana iyice indirip başını hafif eğerek bakakaldı ardımdan.

Havalar ısınmaya başlamış, artık pencereler açılmıştı. Bahar tatlı akşam esintisiyle günün yorgunluğunu alıyordu. İçeriden odun ateşinde ağır ağır pişen tarhana kokuları geliyor, içimi tatlı bir huzur kaplıyordu. Acıkmıştım. Yemeğin hazır olmasına az kala sabırsızlığımı gidermek için pencerenin önünde iki kolumu birleştirip başımı üstüne koydum. Kızılın yeşile vurduğu dağlara bakıp uzaklara gittim. Acaba babaannem bu dağlara da gidiyor muydu? Bu dağların ardında ne vardı? Bir köy, bir nehir ya da deniz… Orada da çocuklar var mıydı? Onlar da bu taraftaki dağlara bakıp buraları merak ediyor muydu? Sofra hazırlanmış herkes sofraya birbirini davet ediyordu. İki yer sofrasının başında bağdaşlar kurulmuş, kaşık çatal sesleri birbirine karışıyordu. Babam ve amcam televizyondaki haberlerden konuşuyorlardı. Siyasetten, ekonomiden, sağlıktan dem vuruyorlardı. Laf sağlıktan açılınca konu nasıl olduysa babaanneme geldi. İkisi de babaannemin artık çobanlığı bırakması gerektiğini söyledi. Babaannemin yaşının ilerlediğinden, tek başına dağlara gitmesinin tehlikeli olacağından bahsettiler. Bu konudaki endişelerini söyledikçe babaannemin yüzüne bir karanlık çöküyordu. Üzüntüsünü anlıyordum. Babaannem, lokmasını yuttu ve titrek sesiyle:

-Ah ederim derinden, ne gelir elimden, dedi.

 Sitemle başını sallayıp yemeğini yemeye devam etti. Babamla amcam ses etmeden birbirine bakıp yemek yemeye devam ettiler. Babaannemin aklından geçenleri merak ediyor, iki mavi boncuğu andıran gözlerinden duygularına ait bir ipucu yakalamaya çalışıyordum. Sessizlik oldu. Sessizliği bozan ben oldum:

-Ben de yarın seninle dağa gelebilir miyim babaanne, dedim.

Herkes bana baktı olmaz gibisinden. Bense gözlerimi babaanneme dikmiş ne cevap vereceğini bekledim. Kaşlarını dikleştirdi.

-Gün doğmadan yola çıkarım, sen kalkamazsın, dedi.

-Kalkarım, çok erken kalkarım hem de gör bak, dedim.

Annemle babam birbirlerine bakıp olmaz anlamında kaşlarını kaldırıp başlarını iki yana salladılar. Kararımı vermiştim ben, gidecektim.

Erkenden yatmak can sıkıcıydı. Işıklar kapandı, herkes odasına çekildi; koca bir sessizlik çöktü eve. Bu sessizliği bölen tik tak sesleri hâkimiyetini sürdürürdü tüm gece. Pencereden süzülen sokak lambasının titrek ışığında duvardaki kıl heybeyi, figürlerini defalarca ezberleyip hafızama mıh gibi kazıdığım duvar halısını incelemeye koyuldum. Kadifeden yapılmış duvar halısı pencereden vuran ay ışığında ışıl ışıl parlıyordu. Nar figürleri vardı üzerinde. Kızıl, sarı ve koyu mavi tonlarındaki bu halının üzerindeki her şey sanki gerçekti. Yumuşacık kadife yüzeyine dokundukça dokunasım gelirdi. Keçinin kulakları geldi aklıma. Onun da tüyleri bu denli yumuşak, parlak ve güzeldi. O anda “Narlı” dedim içimden. İsmi Narlı olsun, dedim. Gülümsedim. Hemen yanındaki kıl heybenin içinde kutsal kitabını saklardı babaannem. Tavana yakın bir yere asmıştı heybeyi. Küçücük boyuyla buraya nasıl yetişiyor acaba, demekten alamadım kendimi. Dokuz yaşındaki ben, kendimi babaannemin yanında hiç de küçük hissetmiyordum. Kısa boyuna inat uzun ve derin bakışları vardı babaannemin. Çiçekli basma entarisi ile her daim baharı yaşadığını düşünmek mümkündü. Çok az güler ve konuşurdu. Konuşunca da herkes dikkat kesilir, sarf ettiği cümleden sonra derin bir sessizlik kaplardı ortamı. Yanık tenli ve benli yüzünde iki mavi boncuk gibi parlardı gözleri. Barbie bebeklerimin gözlerinin rengine benziyordu. Kat kat bağladığı yazmanın altındaki saçlarını hep merak ediyordum. Bir keresinde görebilmiştim ve saçlarının uzunluğu karşısında ağzım açık kalmıştı. Upuzun iki kızıl örgüyü kafasına bir yumak gibi dolayışındaki ustalığıyla adeta bir sihirbazı andırıyordu. Hem de bir ıslıkla tüm sürüyü yöneten küçük dev bir sihirbaz.

Sofadan gelen tıkırtıyla uyandım. Güneş henüz doğmamıştı. Annem, babam, kardeşim uyuyordu. Yer yatağında ailecek tek bir odada kalmak benim için her zaman çok huzur vericiydi. Kardeşimi uyandırmadan yanından kalktım. Annem ile babam derin bir uykudaydı. Yavaşça tahta kapıyı açtım, gıcırdayan tahtalara usul usul basarak tahta merdivenlerden aşağıya indim. Babaannem çoktan kalkmış sürüyü ağıldan çıkarıyordu. Beni görünce kaşları çatıldı. Sitemli yüzünde iki ince çizgi gibi olan dudaklarını birbirine yapıştırıp başını iki yana salladı. Hemen yukarı çıkıp uyumamı söyledi. Sonra arkasını dönüp sürünün peşine düştü. Bocaladım. Sözünü dinleyip uslu bir kız olup gidip yatağıma mı yatmalıydım, yoksa merak ettiğim dağlara gidip bir bilinmezliğe doğru yolculuğa mı çıkmalıydım?

İki adım attım öne doğru. Önce ürkek ve kararsız. Babaannemin arkasından seğirttim sessiz adımlarla. O, sürüyü yola koymaya; çıkardığı seslerle onları yönetmeye çalışıyordu. Ayağındaki mavi naylon ayakkabılarla adeta koşarcasına yürüyordu sürünün arkasından. Benim naylon ayakkabılarım ise kırmızıydı. Kıpkırmızı. Sarıyordu ayaklarımı. Hiçbir toz, çamur zerresinin ayaklarıma ulaşmasına izin vermezcesine. Çok hafifti ayakkabılarım. Okula giderken giydiğim potinlerimden daha esnek, daha hafif ve daha özgür. Eskimesin diye dikkat etmek zorunda da değildim. Babaanneme ayak uydurmak zor olacak, biliyordum. Çevikti, atikti. Keçilerin o hızlı ve kıvrak hareketleri ile tam bir uyum içindeydi. Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan… Elindeki ağaçtan sopayı hiç bırakmadan ondan hem destek alarak yürüyor hem de onunla bir koro şefi gibi sürüyü yöneterek ilerliyordu. Bir ara sopayı elinden düşürdü. Geri almak için dönüp eğildi ve yerden kalkarken göz göze geldik. Bir hışımla ünledi:

-Sen gidip yatağına yatmadın mı?

            Cevap veremedim, gülümsedim. O da gülümsedi. Bu gülümsemeden aldığım cesaretle seke seke karıştım sürünün içine. Oğlaklar, tekeler, keçiler, erkeçler… Kalabalık bir ordu gibi ufuktaki dağın yamacına asıldık. Hiç durmadan yürüyorduk. Hafif bayırdan çıkıp sarp bir yokuş, ardından yine düzlük ve ardından yine yokuş… Son yokuş dedi babaannem. Herkes memnun halinden, bense nefes nefese kalmış ne vakit dinleneceğimizi merak ediyordum.

Gün tepemize dikilmişti. Acıkmıştım. Bir ben, bir de Narlı sürünün gerisinde kalmıştık. Narlı’nın incecik bacakları koca karnını taşımakta zorlanıyordu. Hareketleri ağırdı. Benim de hareketlerim ağırlaştı. Dönmek istedim. Son yokuşu çıkmak istemiyordum. Gönülsüzce çıktım ve önümüzdeki patikadan sağa döndük. Döner dönmez serin ve rahatlatıcı bir rüzgâr karşıladı bizi. Kıvırcık, siyah saçlarımı uçurdu. Başka bir mekâna ışınlanmış gibiydik. Bakışlarım dondu, öylece kalakaldım. Önümde uçsuz bucaksız bir mavilik… Yer ve gök birleşip tek renk olmuş, mavi olabildiğince içime dolmuştu. Başımı sağdan sola çevirdiğimde gördüğüm manzara aynıydı. Mavi, mavi, masmavi…Engin bir deniz… Çok güzeldi. Çok yükseklerdeydik. Bulunduğum yerden daha yüksek bir tepe görünmüyordu. Masallardaki Kaf dağının ardı burası olmalıydı. Kollarımı açabildiğim kadar açtım, rüzgârı kucakladım.

 Geri dönüşe geçtik. Bir müddet mavinin büyüsünde takılı kaldım. Bir başka yoldan döneceğimizi söyledi babaannem. Sürüden gelen çan sesleri yankılanıyordu kayalıklarda. Sürü bir yandan ilerliyor bir yandan da önlerine çıkan çalı çırpı ne bulduysa yiyorlardı. Hayretle kollarımı çizen dikenli çalıyı nasıl yiyebildiklerine bakıyordum. Nasıl oluyor da ufacık bir temasında bile tenimi çizip geçen, canımı yakan bu dikenli çalılar onların dilini acıtmıyordu?  Babaannem, kıl torbasını omzundan indirdi. Tebessüm ederek “İki ekmek çiğneyelim.” dedi. Torbadan biraz çökelek peynir, taze soğan ve bazlama çıkardı. Evde olsak burun kıvırırdım. Ama bir kayanın üzerine oturup yedikçe yemeye başladım. Avurtlarımı şişire şişire yiyor, keyifle etrafımı izliyordum. Babaannem de acıkmış olmalı ki onun da benden bir farkı yoktu. Birden ayağa kalktı. Sürüye baktı, düşündü. Aradığını bulamamanın verdiği sıkıntı yüzüne yansıyordu. Ne olduğunu merak ettim. Tedirgin bir sesle:

-Sen burada sürünün başında kal, dedi ve geri döndü.

Merak etmiştim. Sürünün başında yalnız kalmanın verdiği ürkeklikle etrafıma bakıyordum.   Ne olmuştu? Babaannem hızlı ve tedirgin nereye gitmişti? Ya şimdi bir domuz, bir kurt, bir yılan çıksa yoluma ben ne yapardım? Babaannem çok gecikir miydi? Soruların biri bitiyor biri başlıyordu kafamda. Keçiler her şeyden habersiz yayılmaya devam ediyordu. Babaannemin sopasını alıp bir kayanın üzerine oturup başımı avuçlarımın arasına alıp beklemeye başladım. Bekledim, bekledim. Elimdeki tahta sopayla toprağa bir şeyler çizmeye başladım.  Sol taraftan bir hışırtı duydum. Başımı hızla kaldırdım. Kalbim delice çarpmaya başladı. Ayak sesiydi bu. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Babaannemin sesi duyuldu. Fırladım yerimden, babaanneme doğru koştum. Kucağı doluydu. Küçücük sarı kulaklarıyla şaşkın şaşkın bakan, başını bile zor kaldıran minik bir oğlak. Narlı, anne olmuştu.

Köye girdik. Artık yolu biliyordum. Deli gibi koşarak evin yolunu tuttum. İçim içime sığmıyordu. Hızla koşarken ayağım taşa takıldı ve düştüm. Umursamadan kalkıp koşmaya devam ettim. Tahta kuzulu kapıdan içeri girip “Anne, anne!” diye defalarca bağıdım. Annem penceren aşağıya baktı ve kanamış dizimi görünce telaşla aşağıya koştu. Dizim acımıştı ama acıdığının ve kanadığının farkında bile değildim. Ağlamaklıydım çünkü çok sevinçliydim. Aşağıya inen anneme Narlı’nın anne olduğunu söyleyip parmağımla yolu işaret ettim. Babaannem sürüyle beraber  yolun ucunda göründü. Kolunun altındaki heybede küçük sarı baş şaşkın gözlerle etrafına bakıyordu. Ardında da Narlı… Gururla yürüyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir