FEVZİYE ŞİMDİ/UÇ UÇ BÖCEĞİM

UÇ UÇ BÖCEĞİM

          Uğur böcekleri dört yıl önceki gibi yine her yeri istila ettiler. Karşıdan bakınca gerçekten seviyorsunuz uğur böceklerini. Üst kanatları kırmızı üzerine siyah veya sarı benekli, siyah üzerine sarı veya kırmızı benekli uğur böcekleri insanın içini bir anda neşeyle dolduruyor. Halbuki evinizin her yerinde, elinizin ayağınızın altında, ocağın kenarında, hâttâ yemeğin içinde gördüğünüz zamansa yüreğiniz kalkıyor. Ne de olsa böcek işte… 

          Ya Yusufçuk böcekleri… O kocaman gözleri, harika renklerdeki kanatlarıyla nasıl da dikkatimizi çekiyorlar. Bu yıl onlar da istila ettiler iki gün boyunca tüm siteyi. Diğer adıyla peygamber böceği… Meğer sivrisinekler çok olunca böyle koloni halinde gelirlermiş. Biliyor muydunuz bunu? Ben bilmiyordum mesela. Tek tük görürdüm etrafta, ama bir kuş sürüsü gibi gelip her yana dağıldıklarını hiç görmemiştim. Hem de bu kadar iri gövdeli olanlarını…

         Sivrisinek dedim de! Bunlar nasıl sinekler böyle?  O minicik vücutlarına o kadar kanı nasıl sığdırıyorlar. Bir defa ısırdın git kardeşim! Vız vız vız vız… Ne o öyle etrafımızda dönüp duruyorsun! Ekimin sonu geldi, hâlâ yok olmadılar. 

         Uğur böcekleri takıldı kafama. Adı uğur böceğiyse gerçekten uğur getirmesi gerekmiyor mu? Hani küçükken parmağımıza konsun isterdik, yakalayınca mutlu olurduk.

Uç uç böceğim                                                                                                                              

Annen sana terlik papuç alacak.

           Sanki bu iki dizeyi söyleyince gerçekten istediğimiz ayakkabılar bize alınacaktı. Meğerse onlar da yaprak bitleri çoğalınca gelirlermiş. Daha larvayken bile yaprak bitlerini yiyerek büyürlermiş. Tamam yesinler de benim yemeğimin içinde işleri ne? Bir keresinde koca tencereyi dökmek zorunda kalmıştım.

           Hem tropik bölgelerde rengi mavi, yeşil olanları da varmış. Keşke burada da olsalar! Kırmızı üzerine siyah veya sarı benekli, siyah üzerine kırmızı veya sarı benekli, yeşil üzerine kırmızı benekli, mavi üzerine sarı benekli… Nasıl bir renk cümbüşü olurdu öyle. Portakal renklisi bile varmış.

         Sineklerle yusufçuk böceği takıldı kafama. Bir türlü uyuyamıyorum. İçerde kaç sinek var ki? İçe içe bitiremediler kanımı. Bir de vızıldamaları yok mu, deli olacağım neredeyse. Işığı yakıyorum yoklar bir yerde. Nereye saklanır ki bunlar? Tabii ki hiç ummadığın yerlere… Sinek ilacı sıksam evdekiler zehirlenecek. Sözüm ona kokusuz sinek ilacı varmış. Kim demiş kokusuz diye. Yahu bunları yok edecek dua yok mudur acaba? Sorsam mı birilerine. Yok yok olacak gibi değil, en sonunda kalktım elime kitabımı aldım. Şimdi evdekileri de uyandırmamak lazım. Neyse ki sokak lambası tam oturma odasının camının önünde yerini almış. Perdeyi aralayıp orada okuyayım bari.

           Bu kadar kan içmeye karınları doymadı mı daha? Küçükken ne iyiymiş. Biz yatardık anne babalarımız yakalardı sinekleri. N’apsam ki? Şu yusufçuk böceklerinden evin içine mi alsam birkaç tane… Acaba onlar da sinekler gibi karanlıkta uçarlar mı? Sinekleri görüp de yerlerinden fırlayıp onları yakalarlar mı? Ya sinekleri yakalayacağım diye onlar da üzerime konarsa? Ayyyy, dayanamam ben buna! Düşünsenize küçücük sivrisineklere dayanamazken kocaman yusufçuk böceklerinin üzerinizde dolaştığını.

           Yine en iyisi eve böcek ilacı almak. Ama pencerelere de tel yaptırmak gerekiyor. Yine masraf yine masraf… Bu sıcakta pencereler kapalı uyuyacak değiliz ya! Sinekleri içeri almayalım derken biz sıcaktan mahvolmayalım. Ah anneannem, evi ilaçlayacağı zaman hepimizi evden çıkartır, ağzını burnunu tülbentiyle örter, tüm evi ilaçlayarak çıkardı. Bir müddet sonra da kendisi içeriye girerek tüm odaları havalandırır sonra bizi içeri alırdı. Canım benim ya!

           Sinek ölüleri deyince aklıma karıncalar geldi. Ne tuhaf! Küçükken birileri vefat edeceği zaman değişik bir koku duyardım, bundan çok korkardım. Ben koku duymaya başladım mı çevremdeki büyükler “Ne oldu yine?” diye sorarlardı. Ben de “Her yer karınca ölüsü kokuyor.” derdim ve mutlaka bir vefat haberi alırdık. Çok korkarım karınca ölüsü kokusundan. Bazıları da gülerler bana. “Karınca ölüsü nasıl kokuyor?” diye. Kokuyor işte. Laf aramızda viski gibi kokuyor.

           Küçükken İstanbul’da değil, başka bir büyük şehirde oturuyorduk. Büyük şehir dediğime bakmayın, adı büyük ama kendisi pek büyük değildi o zamanlar. Gerçi küçükken büyük şehrin nasıl olduğunu nereden biliyordum ki? Bilmiyordum işte. Yaz tatillerinde İstanbul’a gelirdik trenle. Çok severdim bu tren yolculuklarını. Hele kuşetli trenler… Gece oldu mu kuşeti indirirdi annem. Üst katta yatmayı çok severdim ama düşmekten de korkardım. Kimi zaman da anneannem gelirdi bizi almaya. Bazen otobüsle dönerdik İstanbul’a.  

          Anneannem uyuduğu zaman çok korkardım. Ben hiç uyuyamazdım otobüs yolculuklarında. Çocukluk işte! Anneannemin uyuduğunu fark edince hemen ya ses yapmaya çalışırdım ya da elimle yüzüne dokunurdum. Zavallı kadıncağız uyanıp “Ne oldu yine?” diye sorardı. “Hiiçççç yüzüne sinek konmuştu.” derdim. Sesini çıkarmaz “Hadi uyumaya çalışın siz de.” der uykusuna devam ederdi. Nasıl uyuyayım? Otobüs ineceğimiz yeri geçecek, biz de kaybolacağız diye ödüm kopardı. Bence tren yolculukları daha güzeldi. Tren uçar gibi giderken ağaçları, evleri, ovaları, dağları geride bırakmaya bayılırdım. Gözümü ileriye diker, ilerde ne var diye merakla beklerdim. Tren garlarını ayrı bir seviyordum. İnsan kalabalığı dikkatimi çekerdi. Ağlayanlar, gülenler, el sallayanlar, merakla etrafa bakanlar… İnsanlar sanki aynı kaderi paylaşıyorlardı. Kimi kavuşuyor, kimi ayrılıyor, kimi seviniyor, kimi üzülüyor. Hayat ne garip, değil mi?

          Her trenin peronu vardı, her trenin gideceği yer ve bir öyküsü vardı. Ama küçük yerlerde trenler hep aynı istasyonlarda dururdu. Çok merak ederdim o yerleri. İnip dolaşmak isterdim. Kimi zaman babam da bizimle gelmişse bazı istasyonlarda iner, bize değişik yiyecekler alırdı. Çok severdim öyle yerleri. 

           İstanbul’a geldik mi Haydarpaşa Garı’nda soluğu alırdık. Orada indiğimiz zaman vapurla karşıya, yani Avrupa yakasına geçerdik. Vapurları da çok severim. Ama şimdikileri değil… Eski İstanbul vapurlarını… Beyaz renkli, bacaları sarı. Gerçi siyah siyah dumanlar çıkardı bacalardan ama ben izlemeyi çok severdim. Şimdikiler kocaman kocaman, iki üç katlı. Sanki uluslararası seyahate çıkacağız! Alt tarafı iki yaka arasında gidip geleceğiz. Denizi seyrederek, hava alarak gitmek varken o katana gibi vapurlara girmeyi sevmiyorum. Bir de küçükken vapurla Bandırma’ya gidişimizi hatırlıyorum. Bana çoook uzak bir yer gibi gelmişti. Kıyıda mandalar vardı. Evet mandalar… Söylüyorum ama inandıramıyorum kimseyi. Yoksa yanılıyor muyum? Herhangi bir filmden gördüğüm bir sahne mi aklıma geliyor? Çok küçüktün hatırlayamazsın diyorlar ama hatırlıyorum. Eyvah, yaşım mı ortaya çıkıyor nedir!

          Anlatıyorum hatırladıklarımı. Denize, rüzgâra, çiçeğe, bulutlara… Bulutlar hep benim öykülerimi taşırlar biliyor musunuz? Rüzgâr da geri kalmaz tabii. Ama rüzgâra korkularımı anlatırım çoğunlukla. Alıp götürsün uzaklara diye. Evlendikten sonra da Bursa’ya, Yalova’ya giderdik vapurla. Ama bu kez arabalı vapurla… Off, onları da sevmiyorum. Arabayla vapura mı binilir? Geze geze gideceksin. Yeşili izleye izleye… Ama Eskihisar’ın kıyı şeridi güzel. Seviyorum orayı. Küçük balık lokantalarını, Osman Hamdi Bey’in müze olan evini… Arabalı vapura binince de ilk işim hemen araçtan çıkıp soluğu yukarıda almaktır. Denizi, maviyi, yeşili, martıları izlemek.

         Tabii bir de martılar var. Bedri Rahmi:

“İstanbul deyince aklıma martı gelir
Yarısı gümüş, yarısı köpük
Yarısı balık yarısı kuş” diye boşuna dememiş.

          Bembeyaz, özgürce uçuyorlar. İstanbul’un süsüdür martılar. Denize olduğu kadar özgürlüğe sevdalıdırlar.

Martının sevdası tükenmez denize
Ah bir de deniz sevdalanmayı bilse…

                                                          Barış Erdoğan

       Orhan Veli’nin dediği gibi:

Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüyünde ayrı bir telaş!
Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur, başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi…

          Bembeyaz kanatları ile vapurların ardına takılırlar. Yeter ki onlara simit atılsın. Pike yapa yapa, simit parçaları denize düşmeden havada yakalarlar.

Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin.

                                                             Can Yücel

          Vapurda çay simit ikilisinin tadı bambaşkadır. İki yakanın arası sanki çokmuş gibi, insanlar aradaki masalarda ya da kucaklarına koydukları poşetin içine susamlarını döke döke simitlerini yerler. Hele soğuk havalarda çay içmenin tadı da apayrıdır. Kimi insan sanki özellikle çay içmek için vapura binmiş gibi acele eder.

         Bir de vapurlara ve trenlere binen seyyar satıcılar vardır. Onlar da trenlerin ve şehir hatlarının vazgeçilmezleri olmuşlardır. Hele ikisi vardı ki satacakları eşyaları beraberce pazarlarlardı:

        “Evet bayanlar baylar… Ben Alaattin, bu Selahattin. Bu kabak oyacağı, bu patlıcan soyacağı…

         Komik değil mi? Bizim insanımız bazen normal konuşmalarını bile belli bir kafiyeye uydurarak yapar. İstanbul’da yaşayıp da bu seyyar satıcılardan alışveriş yapmayan yok gibidir.

          Kimi insan doğrudan karşıya geçen vapurları tercih ederken, kimi Eminönü’nden kalkıp Karaköy’e uğrayan motorları tercih eder. Köprünün altından geçerken lokantalara uzaktan da olsa bakarlar, bazen gözlerine birini kestirir, yarın öbür gün oraya uğramayı belleklerinin bir yerine yerleştirirler. Dönüşte ise Karaköy’de inenlerin çoğu balık almadan duramaz. İskelenin hemen arkasındaki balık tezgâhları çoğu zaman balık severlerin uğrak yeri olmuştur. Eminönü’nde inenleri ise sokak satıcıları, sucular, şerbetçiler, bozacılar, simitçiler, macuncular, kestaneciler, mısırcılar, balık ekmekçiler karşılar. Her zaman olmasa bile arada sırada kardeşlerimle Karaköy’de sandaldaki balıkçılardan balık ekmek yemişimdir. İlk evlendiğim yıllarda ise Karaköy Liman Lokantası’nın karşısında bir şirkette çalışırken maaş aldığım zamanlar Eminönü’ne yürüyerek geçer mutlaka balık alarak eve balık götürürdüm.

          İstanbul’u en güzel resmedenlerden biri de Sait Faik’tir. Eski İstanbul’a ait ne varsa hepsini; Galata Köprüsü’nden geçen at arabalarını, balık tutanları, sokak kadınlarını, hamalları, balıkçıları, Rum meyhanecileri, fabrika işçilerini, şerbetçileri, balık tutanların etrafında nasibini bekleyen kedileri, martıları, hepsini Sait Faik öykülerinde görebiliriz.

          Bir Boğaz seferi yaparken aşıkların aklına gelir Cemal Süreya’nın şiiri:    

Sen asıl bunlara bak bunlar dudakların   

Bunların konuşması olur, öpülmesi olur                                                                                       

Seni usulca öpmüştüm ilk öptüğümde                                                                                        

Vapurdaydık vapur kıyıya gidiyordu                                                                                                      

Üç kulaç öteden İstanbul gidiyordu.                                                                                            

Uzanmış seni usulca öpmüştüm                                                                                                      

Hemen yanımızdan balıklar gidiyordu.

         Ya da ayrılan aşıkların diline MFÖ’nün pelesenk olmuş bir şarkısı düşer:

Bu sabah yağmur var İstanbul’da
Gözlerim dolu dolu oluyor bilinmez niye
Anne sözü dinler gibi masum
Ağladım bu sabah

Günler dayanılmaz oldu senden uzak olunca
Martılar mahsun oldu onlar bile ağladılar
Şarkılarda düşünmek seni bana getirmez ki
Seni bana getirmez ki

Bu sabah yağmur var İstanbul’da
Gözlerim dolu dolu oluyor bilinmez niye
Anne sözü dinler gibi masum
Ağladım bu sabah

Günler dayanılmaz oldu senden uzak olunca
Martılar mahzun oldu onlar bile ağladılar
Şarkılarda düşünmek seni bana getirmez ki
Seni bana getirmez ki
Seni bana getirmez ki


       Hay Allah, ben ne anlatıyordum, nereden nereye geldim!