GÖNÜL TERZİ/HİÇ KİMSE BİR ŞEY YAPMADI

HİÇ KİMSE BİR ŞEY YAPMADI!

“Ben utanılacak bir şey yapmadım!” dedi kadın. “Ben utanılacak bir şey yapmadım.”

İşte buradaydı kadın. Her tarafını korkuların sardığı yerde. Sesinin boğulduğu boşlukta, yüzüne vuran karanlığın serinliğinde…

Nihayet başardı kadın. Elinin ucuyla da olsa kapıyı itti. Birazcık itmeyle kapı hemen açılıverdi. Umduğundan daha kolay oldu. Bu kadar kolay olacağını o da bilmiyordu. Şaşırdı! Daha önce neden denememişti? Kapıdan dışarı attığı ilk adımda, bu karanlık evden kurtulacaktı. Artık yüzü gülecekti. Acı acı da olsa… Ruhu acı sözlerle inlemeyecek, demir yumruklar bedenine inmeyecekti. Gidecekti bu karanlık evden. Uçsuz bucaksız yerler onu bekliyordu. O kadar kusursuz planlar yapmamıştı kadın. Buna rağmen kapının açılması kolay olmuştu.

Adımlarını attı kadın ve dışarı çıktı. Hiç beklemeden yola koyuldu. Yolda değil de yine orada, karanlık evinin içinde zannetti kendini. Ne garip! Evinden daha karanlık geldi yürüdüğü yollar. Kendisini çağıran, içindeki sesin peşine düşüp uçsuz bucaksız yerlere sürüklenirken içindeki sesin kendisini aldatmayacağını düşündü. Gideceği yerde neden mutlu olmayacaktı ki? Hem içindeki sese güveniyordu hem de gideceği yerdekilere.

Yolda yürürken bir ses duydu kadın. Kendisine bir esir, bir mahkûm gibi davranan bir ses… İçindeki sese hiç benzemiyordu. Arkasına döndü. Ardı sıra homurdanarak gelen adamı gördü. Karanlık evinde yıllardır aynı yastığa baş koyduğu adam… Ses adamdan geliyordu.

“Sen ne utanmaz bir kadınsın, evi terk edip kimin yanına gidiyorsun?” dedi.

Adamın, elinde kör bir bıçakla kendisine doğru hızla geldiğini gördü kadın. Bıçağı gördüğünde gideceği yerin de evi kadar karanlık olduğunu anladı. Adamın o bıçağı kullanması için başka bir sözünün olmasına gerek olmadığını biliyordu. O yüzden ölümden kaçmak için bir şey yapmadı kadın. Bıçağın göğsünü nasıl bulduğunu anlayamadan, ilk vuruşta yere serildi ve… Ve ışıklar söndü. Ölüm sırası ondaydı muhtemelen. Ölümden çok yaşamı isterdi kadın; ama öldü.

Son nefesini verirken yumuşak bir sesle:

“Ben utanılacak bir şey yapmadım!” dedi kadın. “Ben utanılacak bir şey yapmadım.”

Adam:

“Ben yanlış bir şey yapmadım!” dedi adam. “Ben yanlış bir şey yapmadım.”

Söyleyecek başka sözü yoktu adamın. Ne diyebilirdi ki? Verilen her emri yerine getirebilmek için programlanmış gibi durmuyordu; ama yine de öyle anlaşılmak istiyordu.

Olayı kolay anlaşılır kelimelerle anlatmaya çalıştı adam. Olan biteni bir sebebe bağlamaya çalıştı. Önce iyi olandan başladı. Kadının yemeklerinin lezzetli olması, ağzından çıkan ilk söylemdi. Yatağı düzenli ve konforlu, örtüleri gün aşırı değişiyordu. Örtülerle birlikte elbiseleri de temizleniyordu. Ayaklarını temiz sehpaya uzatmanın ayrı bir konforu vardı. Peki, ne oldu da bu kadar hizmeti sunan kadın yerlerdeydi? Kader adamı sınıyor muydu yoksa? Kapının bu kadar kolay açılmasına şaşırmıştı adam. Hem kadına hem kendine kızmıştı o an. Bu kadar kolay açamazdı kadın kapıyı ve çıkıp gidemezdi. Bugüne kadar kahrını çekmişti çünkü. O yüzden kapının açık olması çıldırtmıştı adamı.

Açık olan kapıya yaklaştı ve kapının aralığından dışarı baktı adam. Yalnızca yol görünüyordu ve üstünde kararlı adımlarla yürüyen bir kadın. Karanlık evinden bir hışımla fırladı. Kadını takip etmeye başladı. En az kadın kadar adam da kararlıydı. İkisinin de ardına dönüp bakmaya hiç niyeti yoktu. Maksadı, kadına gözdağı vermekti adamın. Öldürmek değildi. Elindeki bıçağın kör olmasından bu anlaşılıyordu. Adımlarını hızlandırdı adam, yol tükenmeden kadını yakalamalıydı. Arkasından seslendi, daha doğrusu homurdandı. Sesi duyan kadının içini, büyük bir korku sardı. Yolu bile yarılamadan olduğu yerde donup kaldı. Kadınla adam göz göze geldi. Kadının korku dolu gözlerine bakan adamın, aklına karanlık evinin kapısı geldi. Bu kadar kolay açılmamalıydı o kapı. Bu kadar kolay gitmemeliydi kadın. Adam daha da çıldırdı ve hemen kadına yaftayı vurdu.

“Sen ne utanmaz bir kadınsın, evi terk edip kimin yanına gidiyorsun?” dedi.

Elindeki kör bıçağı hiç düşünmeden utanmaz kadına sapladı. Ölümden başka yollar da vardı, o yolları deneyebilirdi. Ama elindeki kör bıçağına güveni sonsuzdu adamın. O yüzden diğer yolları hiç denemedi. Bütün suç bıçağındı, adamın hiç suçu yoktu.

“Ben yanlış bir şey yapmadım!” dedi adam. “Ben yanlış bir şey yapmadım!”

Tanrı:

“Ben dilsiz değilim,” dedi Tanrı. “Ben dilsiz değilim.”

Neden sessiz kaldığı soruldu Tanrı’ya. Hiç cevap vermedi. Verecek cevabı yok gibiydi. Bunun yerine düşünmeyi tercih etti. Acaba yine ne düşünüyordu? Sanırım bu sefer hiç kimsenin beklemediği bir oyunu deneyecekti. Sonu hazin biten bir oyundu bu. Dünyanın içindeki adama emir verdi. Adam bu emri şaşkınlıkla yerine getirdi. Kalp ülkesinin bütün kalelerini yıktı. Yıkmakla kalmadı, darmadağın etti. Hatta daha da ileri

gitti adam, öldürdü kadını. İşte o an, ortalığı ağır bir sis bastı. Kimisi sessizce bakıyor, kimisi de ağlıyordu. Tanrı ise dilsizdi. Sessiz, olan biteni izliyordu. Bir bildiği vardı elbet. Nasıl olsa herkes ölecekti. Ha öyle ha böyle! Dünyaya boşa gelmemişti kadın. Herkese kader eliyle bir rol biçilmişti. Kadının da rolü buydu. Her kaçış yolunun sonu çıkmaz sokak olan sahnedeydi. Figüran mıydı, başrol de miydi bilinmez. Ama sessiz oyundu oynadığı. Sessizliğe mahkûm edildi kadın. Halbuki o, ölümden çok yaşamı isterdi. Biraz daha yaşayıp sevdiklerine sarılmak isterdi. En çok da yavrularına… Ama oyunun sonunda ölüm vardı. Bundan kaçamazdı kadın. Kader ağlarını bu şekilde ölmüştü.

Oyunun sonuna Tanrı da dayanamadı. Bu rolün kadına çok ağır geldiğini düşündü. “Artık sınamaktan vazgeçmeliyim.” dedi Tanrı.

Sesini, adamdan başka kimse duymamalıydı. O yüzden içinden mırıldanarak konuştu. Ama kadının başında ağlayan yavrularını görünce dayanamadı. Sesini hafiften yükseltti. Kadına mırıldanarak da olsa seslendi.

“Korkmana gerek yok. Bu ölümün resmi değil! Aksine hayatın öte yüzü.” dedi.

Bu sözler yankılandıkça Tanrı’nın ağzından, evren bir daraldı bir genişledi. Daha önce hep mesafeliydi kadına. Ama uzun sürmedi evrenin bu hali. Hemen eskiye geri döndü. Mesafesini yine koydu. Evren bir zorunluluk üzerine kurulmuştu çünkü. Kader kuşatmıştı her tarafımızı. Bu zorunluluğa ters düşmek olmazdı. O yüzden eski düzenine geri dönmesi zor olmadı.

Tanrı yine kadere teslim etti kadını. Perdenin arkasından, yine sadece adama seslendi. “Ben dilsiz değilim.” dedi Tanrı. “Ben dilsiz değilim.”

Vicdan:

“Ben sağır değilim,” dedi vicdan. “Ben sağır değilim.”

Gördüklerini, duyduklarını anlatması istendi vicdandan. Vicdan şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Düşündü. Ellerini kalbine götürdü. Kıpkırmızı kesildi sonra, etrafına bakındı. Kötülüğün, gülüşerek kendisine baktığını gördü. Alaycı gülmelere öfkelendi. Öfkesi, utanmasının önüne geçti. Yüzünün kızarması geçmişti vicdanın. Ne de olsa onun suçu değildi. Kaderin kadına verdiği bir roldü ölüm. O, rolünü oynamıştı. Uğuna uğuna kadının güzelliğinden, iyiliğinden, ahlakından bahsetti vicdan. Hem anlattı hem gözleri doldu. Sonra ağlamaya başladı. Çünkü en nihayetinde bir ölümdü, ölümün yüzü soğuk olurdu. Onun iki büklüm olup ağlamasını gören kötülüğün, gülmesi kahkahalara döndü.

Gerçekten de hiçbir şey yapılamaz mıydı? Ölmek, kadına kaderin verdiği bir rol müydü? Sessizliğe mahkum edilen kadının, sesine kulak verilemez miydi? Bütün bunları duymamazlıktan geldi vicdan.

Vurdumduymazlığının verdiği ağırlığı, kendisinden uzaklaştırmak ister gibi ellerini, sık sık yüzünün etrafında sallayıp durdu vicdan. O an hiçbir şey yapmamanın ağırlığından olsa gerek, bir şeylerin çoktan kopmuş olduğunu anladı.

Artık geri dönüş yok!

Bakışları dalgındı vicdanın. Ağır ağır doğruldu. Uzun süre konuşmadı. Dalgın gözlerle bakışlarını boşluğa bıraktı. Vurdumduymazlığı seçmişti yine.

“Ben sağır değilim.” dedi vicdan. “Ben sağır değilim.”

Adalet:

“Ben geç kalmadım,” dedi adalet. “Ben geç kalmadım.”

Nerede kaldığını sordular adalete. Nerede ve kim olduğunu unutmaya başladı adalet. Kadının verdiği haritanın işaretlerinin silinmeye yüz tuttuğu söylendi ona, buna rağmen aldırmadı. Oysaki kendisine seslenenleri dinlemeliydi ve harita tamamen silinmeden olabildiğince hızla yürümeliydi. Öyle hareket etmeliydi ki varacağı yere hemen varmalıydı. Kendisine seslenen kadını bulmalı, çağrısına kulak vermeliydi.

“Ama elimde değildi.” dedi adalet. “Çünkü zamanı kaybettim.”

Her şeyi oluruna bıraktı adalet. Adamın kör bıçağının oluruna… Tek çarenin bu olduğunu düşündü. Hiçbir şey yapmadan öylece baktı. Şimdilik kör bıçağı elinde bulunduran adamın dikkatini çekmek yeterliydi. Çünkü kadın, kör bıçakla ilk defa karşılaşmıştı. Tekrar eden bir durum değildi. Bu yüzden kadına yönelen kör bıçakla mücadelede, koruyucu ve önleyici tedbirlerin önemli olduğunu söylemekle yetindi adalet. Elinde adamın kör bıçağının karanlığı ve gölgesine ait kesin deliller yoktu.

Birazdan kör bıçak, gitgide katılaşmış kirliliği ile birini daha bu dünyadan koparmanın hazzını yaşayacak, karanlık saltanatını ilan edecekti. Bu gidişe bir “dur” demek gerekliydi. Kör bıçağın karanlığının gerçek niyetini anladığında, geç kalmıştı adalet. Kadının sesine kulak vermesinin bir anlamı yoktu artık. Haritadaki işaretler çoktan silinmişti. Neredeyse simsiyah kağıda dönüşmüştü. Bütün bu yaşanılanların hafızalarda tutulacağından ve bir gün onca sorgulara maruz kalacağından emindi adalet. O yüzden kendini savunmaya geçti.

“Ben geç kalmadım,” dedi adalet. “Ben geç kalmadım.”

HİÇ KİMSE HİÇBİR ŞEY YAPMADI.